Deneme 506

 


19 Eylül 1893: Kadınların oy hakkı elde ettiği ilk ülke Yeni Zelanda


19 Eylül 1893’te, Yeni Zelanda’da kadın hareketinin gizli toplantılar ve imza toplama çalışmalarıyla yürüttüğü kampanyalar başarılı oldu ve kadınların oy hakkı elde ettiği ilk ülke Yeni Zelanda oldu.


Yeni Zelanda’da 1870’lerde güçlenmeye başlayan kadın hareketinin en önemli kazanımlarından biri oy hakkı oldu. Kate Sheppard ve Mary Ann Müller gibi isimlerin öne çıktığı harekette, kadınlar Kate Sheppard’ın evinde gizli toplantılar ile örgütlenmeye başladı. Kadın hakları üzerine yapılan toplantıların ilgi görmesi üzerine, daha fazla insanın dikkatini çekmek için toplantılar açık yapılmaya başladı.


Kate Sheppard Yeni Zelanda’da Kadınların Oy Kullanması İçin 10 Neden (Ten Reasons Why The Women of New Zealand Should Vote) başlıklı bir kitapçık yazdı. Mary Ann Müller de uzun süre kadın hakları ve kadınlara oy hakkı ile ilgili makaleler yazdı ancak bunları eşinin politik pozisyonu ve karşıt görüşleri nedeniyle Fémmina mahlasıysıyla yayımladı. Kadınlar bir yandan düzenli olarak toplantılar yaparken bir yandan da oy hakkı için bildiriler dağıttılar. Sonrasında da bir imza kampanyası başlatarak sonunda topladıkları imzaları meclise sunmaya karar verdiler.


Oy hakkı talep ettikleri dilekçe için 1891 yılında 9 binden fazla imza toplandı. Bir yıl sonra bu sayı 20 bine yükseldi, 1893’te ise 30 binden fazla imza meclise gönderildi.


1893’te meclise gönderilen imza listesine bu linkten ulaşabilirsiniz.


https://nzhistory.govt.nz/politics/womens-suffrage



1893'te o dönemde Britanya İmparatorluğu kolonisi olan Yeni Zelanda kadınları oy hakkını elde etti. Bu hak 1894'te Güney Avustralya'ya (burada kadınlara seçilme hakkı da tanındı), 1899'da Batı Avustralya'ya yayıldı.


Avrupa'da kadınların oy hakkını ilk kazandığı ülke, 1907'deki parlamento seçimlerinde dünyanın ilk kadın milletvekillerinin seçildiği Finlandiya Büyük Dukalığı oldu.



Alevi-Bektaşi geleneğin en büyük şairlerinden biri olan ve Hallac gibi katledilmiş bulunan Pir Sultan Abdal kendi idamına karar verildiğini duyduğunda "ber dar" olmak yani Hallac gibi öldürülmek deyimini kullanarak şu kıtayı söylemiştir:

"Hızır paşa bizi ber dar etmeden

Açılın kapılar şaha gidelim

Siyaset günleri gelip yetmeden

Açılın kapılar şaha gidelim."

"Girelim Ali nuruna

Duralım Mansur dârına

Küfrümüz iman yerine

Koyamazsın demedim mi?"

Pir Sultan Abdal


Nasa bir bilim kuruluşu değildir.

 

Nasa insanlığı kandırmak için kurulmuş bir film şirketidir.


Ve görüntüleri uzayda değil, film stüdyosunda çekmektedir. Bunu anlamaya başladığınız gün, zihninizin kapısı aydınlığa ve doğrulara açılmaya başlayacaktır.


Halepçe Katliamı 16 Mart 1988 yılında Saddam Hüseyin ve onun BAAS Rejimi tarafından Irak’ta tekbirler eşliğinde gerçekleşmiştir. 


Saddam Hüseyin iktidarda bulunduğu süre boyunca 200 binden fazla Kürdü katletmiştir. Avrupa ve Dünya ülkeleri buna sessiz kalmıştır.


Enfal Operasyonu, 29 Mart 1987 tarihinde başlatılmış ve 7 Haziran 1989’a kadar sürdürülmüştür. Bu operasyon kapsamında Saddam Hüseyin’in yeğeni olan Kimyasal Ali lakaplı Ali Hassan Majit Irak Devrim Komite Konseyi tarafından yetkilendirilerek, Irak’ın Kürtlerden arındırılması hedeflenmişti. Esasında Saddam rejiminin 1983’ten 1991’e kadar geçen sürede Kürtlere karşı sürdürdüğü arındırma politikası sonucunda yüz binden fazla Kürt katledilmiştir.


Enfal Operasyonu kapsamında, 16 Mart 1988 günü başlatılan ve 3 gün süren hava saldırılarında ise özellikle Irak Federe Kürdistan Bölgesi’nde bulunan Halepçe Kasabası ve civarı kimyasal silahlarla bombalanmış ve bu saldırılarda beş bin civarında insan yaşamını yitirmiştir.



Bu 2005 yılıydı yanlış hatırlamıyorsam Türkiye’nin namzetti bu Türkiye demek müzakerelerin başladığı ülke anlamına geliyormuş bu zamana kadar müzakerelerin başlayıp da üye olamayan tek ülke Türkiye mesela birkaç tane avrupa birliğine Avusturya Hollanda birkaç tane ülke dışında diğerleri istiyor mesela Portekiz şey diyor biz din adamlarından çok çektik eğer Türkiye girmezse ve Avrupa birliği din birliği gibi bir şey olacak biz bunun böyle görülmesini istemiyoruz Avusturya’nın kabul etmeme sebebi biz tarihimizde hep osmanlıyı Avrupa’ya sokmamakla oynuyorduk Avrupa’da yine kendi elimizle sokarsakbunu anlatamayız


2005’te işte 1 Ekim de müzakereler oluyor hamza dediler bize 31 Aralık’a kadar işte Güney’den Güney Kıbrıs’tan gelen uçak trafiğini açacaksınız falan bizimkileri kabul etmemiş yani yerine getirmemiş zaten Yunanistan 1980’den beri üye


Bizim şansımıza bir de 2005’ten sonra arın gene Amerika geldi o diğer adamdan ziyade Almanya’nın başına o da zaten Hristiyan demokrat Partisi kategorik olarak direkt ayrı 



Taha Hüseyin Karagöz:


"Savunma Sanayi'ne 750 TL vermemek için kredi kartı limitini düşürenlerle iç içe yaşıyoruz.


Güvenlik açığı tam olarak bu oluyor."


—-Yok kardeşim, o parayı bir takım birilerinin çocuklarının rezidansta eskort sikmesi için kullanılıp kullanılmayacağından emin olmadığım sürece vermek istemem. Zira biz tekalif-i milliye emirleri yayınlandığında koyunlarını saklayanlardan ya da seferberlikten kaçanlardan olmadık.



Safevi Devleti’nin yaklaşık iki buçuk asırlık ömrü boyunca, manevi başkenti mahiyetinde olan Erdebil dışında üç şehir bu devlete başkentlik etmiştir. Bu şehirlerden Tebriz ve Kazvin tarihî Azerbaycan sınırları içerisindeyken, üçüncü başkent yani İsfahan ise Acem bölgesinde yer almıştır. Bu başkentlerin seçiminde dönemin siyasî, itikadî, sosyokültürel ve ekonomik şartlar belirleyici olmuştur. Devletin sınırları ve bu sınırlara göre rakip veya düşman olan komşulara yakınlığı, bölgedeki nüfus ağırlığı ve bu nüfusun etnik, itikadî ve kültürel özellikleri, dönemin ekonomik şartları ve ticaret rotaları başkentlerin seçilmesi veya değiştirilmesinde önemli rol oynamıştır. 

Bu çalışmada Kazvin’in Şah Tahmasb tarafından başkent seçilmesi ve ardından I. Şah Abbas (1587-1629) döneminde başkentin Kazvin’den İsfahan’a taşınmasının nedenlerini ele alınmaktadır. Bu doğrultuda, kronikler ve seyahatnameler eşliğinde ve ayrıca konu ile ilgili çalışma yapan muasır araştırmacıların fikir ve çıkarımlarına yer verilerek Kazvin’in Tebriz’e göre avantajları ve Tebriz’in söz konusu dönemde dezavantajları ele alınmış, devamında ise Safevi Devleti’nin son başkenti olan İsfahan, aynı yöntemle mütalaaya konu edinilmiştir. 

Çalışma sonucunda görülen şu ki söz konusu iki başkentin seçiminde siyasî, ekonomik, coğrafi şartlar, askeri gerekçeler ve tabi sultanların şahsî hassasiyetleri önemli rol oynamaktadır. Bunun yanı sıra her iki sultanın -Tahmasb ve I. Şah Abbas- bu kararlarında, Kızılbaşlar ve elbette bu zümrelerin inancı ve bu inanca mensup zümrelerin ülkedeki tutum, davranış ve gücü de önemli faktörlerden olmuştur. Başka bir deyimle yukarda zikredilen sebeplerin yanı sıra dönemin itikadî özellikleri ve bu itikadın temsilcilerinin devlette oynadıkları rolün de göz önünde bulundurulması gerekmektedir.


Ya internette son zamanlarda bir sürü videolar yapıyorlar işte dinin ne kadar saçma olduğunu anlatmaya çalışıyorlar ya kardeşim buna ne gerek var canlıların içinde öleceğini bilerek yaşayan tek canlı insan dolayısıyla insanlarda bir teselli arıyor işte öbür dünyaya gideceğim vs


Milyonlarca insan buna inanıyorsa milyonlarca insan bundan bir teselli buluyorsa inancını kendi kendine yaşıyorsa işte Siyasallaşmışsa bunu tahakküm aracı haline getirmemişse bunun seninle ne ilgisi var çünkü bu bir ispat meselesi değil ki bu bir inanç meselesi adam ona inanıyor


Bütün canlıların içinde öleceğini bilen tek canlı insanoğlu insanoğlu bu teselli dinde buluyor işte öbür dünyaya gideceğim annem babamı göreceğim insansam cennete gireceğim vs vs


Yani deyimin ahlaki boyutunu ele alarak dine saldırmak çok saçma ama tabi işte Siyasallaşmış örgütlenmiş insanlara zulmetmiş bir hale gelirse orası kötü tabii eski Osmanlı da çok dünden çekmiş taasup’tan çekmiş adamlar yani rasathaneler yıkılmış rasathaneyi yıkmışlar din elden gidiyor demişler ne bileyim adamlar padişahın şu çevresindekilere Müslümanlığı bile beğenmemişler padişahı indirmeye çalışmışlar 


Bu Osmanlı kusağı bunlardan çok çekmişti bunları devlet yönetiminde o kadar etkililerdi ki padişahı ve Şeyhülislam’ın mürted ilan etmişlerdi 


Padişah abdülaziz iki tane yeğenini alarak Murat ve abdülhamit Avrupa gezisine gitti ilk defa bir halife savaş dışında yani barış zamanı Avrupa’ya gitti neyse işte zaten gördükleri karşısında şaşkına uğradım işte gündüz gibi aydınlatılan şehirler trenler işte sanayi devrimi falan filan


Neyse gördü ve büyük bir üzüntüye kapıldı işte Fark bayağı açılmış ne yapacağız işte bu farkı nasıl kapatacağız o dönemki softalar da şey düşünüyor ya padişah nasıl Avrupa toprağına ayak basar biz ne yapalım o zaman yani kafa vurdugu şeylere bak şap padişahına ayakkabısının altına İstanbul toprağıyla doldurursak padişahta gavur toprağına ayak ayak basmamış olur

Yani bu kafayla imparatorlukta batar devlette batar elalem uçar gider sen de öyle bakarsın 




Bir de şey var mesela bu Abdülhamid döneminde işte Japonlarla ilişkiler kurulmaya başlanıyor falan filan Japonlar da işte Ruslara karşı bir tedbir almak amacıyla işte Japonlar‘la Ruslar o zaman zit hatta 1009 beşte Ruslara yeni Japonlar falan filan o neyse önemli bir mevzu değil adamlar şeyi tartışıyor yani Japonlardan bilim milim alacaklar yere lan diyor bu kuran da geçen yecüc mecüc bu lar mı diye onu tartışıyorlar


Ziya Paşa’nın mesela o dönemde bir dörtlüğü vardır bütün Nj siyah aydınlar hep bunu söylemiştir 


Diyarı küfrü gezdim hep kaşaneler gördüm 

Dolaştım mülki İslam’ı bütün viraneler gördüm 


Ya bu da o dönemde kesin bir anlayış haline geliyor biz doğu‘yla bir şey yapamayız bizim batıya yönelmemiz lazım en azından fenni bakımdan zaten bu batıya yönelme işi Osmanlı döneminden başlamıştır işte ikinci Mahmut’la başlamıştır hatta ikinci mahmut bu yanlış bilmiyorsam bir tane amiral eniştesi var ona gidiyor git bakalım diyor ya bizim fark bayağı açıldı biz niye geri kaldık tarzında bu herhalde Rusya’ya gidiyor galiba sonra işte dönüyor bu rapor verecek ikinci Mahmut’a diyor biz diyor halkımızın yarısını hapsetmiş diyor nüfusun yarısı ile iş yapmaya çalışıyoruz onlarda halkın tamamı işin içinde diyor aslında kadınları kastediyor yani diyor kadınların da diyor normal hayata katılması lazım yoksa başarılı olamayız ya da onlara farkı kapatamayız tarzı bir şey söylüyor


Neydi o adamın kitabı unuttum Hobbes olması lazım  adam diyor ki en kötü saltanat bile demokrasiden iyidir diyor çünkü saltanattı adam ülkeyi kendi mülkü beller ve oğluna bırakacağı için diyor uzun vadeli düşürür diyor ama diyor demokrasilerde seçtiğiniz kişiler partiler neyse /3/5 ve bilemedin 8:10 yıllık düşünür şeyde kaldığı süre boyunca düşünür vs vs



İdeal devlet yönetimi diye birleyen yoktur bu koşullara bağlıdır 


Demokrasimin işlemesi için herkes eğitimli lafı da hurafe şimdi bakıyorsun üniversitelerin işte öğretim görevlileri vs bilmem ne yükseklerde olanlar yani çoğu HDP sempatizanı bu hiçbirimizin işine gelmez mesela adam okuyor okudukça diyor ya diyor ayrılmak mı istiyor ayrisin diyor. Yani zeki olmak işte akıllı olmanın ya da ahlaklı olmanın garantörü değil


Aralarındaki fark, Aziz Petrus'un ardılı tahtını korumayı başarırken, Peygamber'in ardılının bunu yapamamasıdır. Halifeler, sultanın siyasal ve askeri güçlerinin karşısında, birbiri ardına bozgunlar yaşadılar, ayrıcalıklarının hepsinden yoksun kaldılar ve en sonunda her türlü hareket özgürlüğünü yitirdiler; derken 16. yüzyılda, bir gün, Osmanlı padişahı halife sanını görkemli adlarının arasına "kattı" ve Mustafa Kemal Atatürk Kasım 1922'de saltanatı, on altı ay sonra da halifelik kurumunu ortadan kaldırana dek padişahlar bu sanı korudu. Resimlerini çeşitli Avrupa başkentlerinde sergilemiş yetenekli bir ressam olan son halife Abdülmecid 1944'te Paris'te sürgünde öldü.


Balkan Bozgunu

Dünyada hiçbir zaman konu edilmemiş Balkan bozgunu sonrasındaki tehcir.

Sürülen 1 milyon 500 bin Türk’ten sadece 400 bini Anadolu’ya ulaştı.

Kalan 1 milyon 100 bin Balkanlı, yolda açlık, soğuk, hastalık ve Bulgar-Sırp çetelerinin katliamlarına maruz kalıp hayatlarını kaybettiler.




Çukurova, tarihin her döneminde fiziki şartlarından dolayı merkezi otoritenin hâkimiyet kuramadığı bir yapıda olmuştur. Gâvurdağı ve civarındaki asayiş problemi sadece Osmanlı zamanında değil, Hititler’den başlayarak Roma, Bizans, Arap, Memlûk zamanlarından bu yana devam etmektedir. Çalışma konumuza geçmeden önce bölge hakkında genel bir takım bilgiler verilmesi konunun daha iyi anlaşılmasına vesile olacaktır.



KADİRLİ TARİHİ, KÜLTÜREL VE EKONOMİK DURUMU

Tarihi; Romalılar döneminde FLAVİOPOLİS adı ile görkemli bir kent olan Kadirli, 1515 yılında Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı topraklarına katılmıştır. Osmanlı döneminde Maraş beylerbeyliğine bağlı bir sancak (Kars-i Zülkadriye) olan Kadirli de, 1865 de ilçe,1872 yılında da belediye kurulmuştur. Şehre Osmanlı döneminde, “PAZARYERİ” ve “KARSPAZARI” gibi değişik adlar verilmiş olup İlçe 1928 yılında Kadirli adını almıştır. I.Dünya savaşı sonunda 14 mart 1919 yılında ermeni ve Fransızlar tarafından işgal edilmiş olan ilçemiz,7 Mart 1920 de düşman işgalinden kurtulmuştur.


Belene Kampı

Bulgaristan'da Belene bölgesinde Tuna nehri kenarında II. Dünya Savaşı sonrasında rejim muhalifleri için kurulan toplama kampıdır.

Kuruluş Amacı

değiştir

Kamp Todor Jivkov tarafından açılmıştır. İlk zamanlarda sosyalist rejim muhalif unsurları ve çeşitli suçlardan hüküm giymiş suçluların kapatıldığı bir kamptı. Ancak 1980'li yıllarda Bulgaristan'da yaşayan Türk kökenli vatandaşların asimile edilmesi için kullanılmaya başlanmıştır.

Kampın Faaliyetleri

değiştir

Kampın faaliyetleri 80 öncesi ve sonrası şeklinde ikiye ayırabiliriz.

1980 Öncesi

değiştir

Rejimin kalesi olarak faaliyet gösteren Belene Kampı hakkında o döneme ait çok fazla bilgi bulunmamaktadır. Bulgaristan'da Todor Jivkov başkanlığında iktidarda bulunan sosyalist rejimin, rejim karşıtı düşüncelere sahip kişileri ve adi suçluları barındırdığı bilinmektedir. Ancak bu dönemde Belene Kampı tam olarak toplama kampı statüsü yüklenmemiştir.

1980 Sonrası

değiştir

80 sonrasında Türkiye'ye göç etmeyen binlerce Türk'e mesken olmuştur. O yıllarda kamp, tamamıyla asimilasyon üzerine faaliyet göstermiştir. Kampa yerleştirilen kişiler; yargı kararları ile değil, keyfi uygulamalarla kampa yerleştirilmişlerdir. Kampa kapatılanlar Türkler; Türkçe konuşmak, sünnetli olmak, geleneklerini sürdürmekle suçlanıyorlardı. Kamp; Bulgaristan Türklerine, Türkiye'ye göçmeleri için baskı olarak kullanılıyor, göçmek istemeyen veya göçemeyenler kampa kapatılıyordu.

Kampta Türklere uygulanan insan hakları ihlâlleri arasında fiziksel şiddet, tecavüz, psikolojik baskı gibi uygulamalar yer alıyordu.[3][4] Bulgarca isimleri kabul etmeyen Türkler de bu kampa hapsediliyorlardı.[5]

Kampın Kapatılması

değiştir

Kamp 1989'da Todor Jivkov'un iktidardan alınmasıyla faaliyetine son vermiştir.




Suriye bereketli topraklar üzerinde Kurulu ve  o parayıhemen yerine koyarlar!

Siz asıl kendiniz için üzülün, ne giden 128 milyar doları, ne iç edilen Altınları ne de kiralanan geleceğiniz geri alamayacaksınız.

Suriye savaş geçirdi bize zeytin satıyor, bizimkiler Ağacını kesiyor!


Ama şunu belirtmekte fayda var. Senelerce Kuran'a bir din kitabı yaklaşımı sergilememiz onu kritik etmemizde bizi yanlış tarafa sürükledi. Farklı kabile ve toplumların ortak yasalarının bir arada toplandığı siyasi bir eser olduğu gerçeğini göremedik.


"Hiçbir şeye boyun eğmemeliyiz. İyiye bile. İyi olarak nitelendirilen bir şeye boyun eğdiğimizde, ahlaksal bağlamda iyilik niteliğini yitirir. Bu, iyiliğin içinde kötülük olduğundan değil, boyun eğdiğimizde sorunlara yol açacağımız içindir. Uyuşturan ister alkol, ister morfin, isterse de idealizm olsun, her türlü bağımlılık kötüdür. İyi ve kötüyü birbirinin tam karşıtı olarak görmemeye özen göstermeliyiz. "


Anılar, Düşler, Düşünceler


Özgür değilsin ama güvende de değilsin. 

Eğitime bir araba para harcıyorsun ama çocukların durumu ortada. Kazara kendini eğiten biri de memlekette kalmıyor. 

Genç nüfusun çok ama her şeyi yaşlılar yönetiyor.

İçkide bir araba vergi var ama uyuşturucu kullanımı artmış


Yahudiler tarih boyunca güçlü bir milletin arkasına saklanarak o milleti istediği gibi yönlendirerek hayatta kalmışlar işte nedir bu Sonay devrim’in babası İngiltere idi dün işte İngiltere’den sonra da bu alman Harbi’nden sonra da Amerika şimdi de Çin’e taşınacaklar bu bunların yüzyıllardır uyguladıkları taktik


Dünyada kendi parasını basmayan tek devlet Amerika’dır Amerika’da para basma işi bile Yahudilerin elindedir Kennedy ölümünden hatta kedinin ölümünden bile Yahudiler sorumludur .

Kennedy doların basma hakkını Yahudilerin elinden aldığı için öldürülmüştür kennedy’den sonra gelen adamın da ilk iptal ettiği kanun budur 


Evliya Çelebi Seyahatnamelerinde de gittikleri yerlerin köle aldıkları falan söylenir demek ki Osmanlı’da da kölelik devam ediyor


En büyük köle İstanbul’da köle pazarı İstanbul’da da orada seçiyorlarmış millet


Osmanlı’da savaşın askerler için temel motivasyon ganimet köle almak işte köleyi alıp satmak bilmem ne buradan para kazanmak 


Tarihte köle 1009 yüzlü yıllara kadar hep var olmuş 


Eski Roma yunan döneminde köleliğe dayalı bir üretim vardı 


30 kişilik 40 kişilik ilçe kabilelerde bile karşı kabilenin adamına işte yakaladığın zaman kendi işlerinde çalıştırıyor işte işte bu da yani kölelik yani ilk insandan beri var 


Hala Moritanya’da Fas’ta kölelik hadisesi devam ediyor İslamdan önce de sonra da kölelik oldu mesela İslam ilk geldiğinde o Arap coğrafyasına kölelik adına bir şey değiştirmedi hatta hacmini büyüttü


Hatta Avrupa’da kölelik de mesai yatağa atma köleliği Avrupa’da yoktur yani hatta aksine İslam teşvik etmiştir 


Eski Roma döneminde Milat’tan önce birinci yüzyıl olması lazım falan ekonominin can damarı kölelikmiş 


İşte İslam’dan sonra bu birinci ikinci yüzyılda Emevilerin sonu Abbasilerin başı o dönemde gene ekonomi büyük oranda kölelik üzerine kuruluyor 


İşte Osmanlı’nın zirve yaptığı dönemlerde her yere fetih yaptı işte her yeri aldığı dönemde kule fiyatları çok düşmüş mesela o kadar çok köle varmış ki


Yani böyle işte köleliğin çok ayıp bir şey işte insan haklarına onuruna aykırı bir şey olduğunu söyleyenler işte 1800 yirmili yıllarda İngilizler şey yaptı işte dünyaya armağan etti her yerde böyle köleliğe yasaklamaya girişleri falan halbuki öyle geçerli nedenleri de yoktu yani 


İşte köleliği sürdüren yerleri boyu kat ettiler Brezilya ile Afrika arasındaki köle ticaretini askeri yöntemlerle hallettiler doğu Afrika’daki köle ticareti üzerine kurulu Arap krallıklarını yıktılar bu suretle köleliğe son verdiler onun yerine ücretli kölelik sistemini getirdiler 


Yakın tarihte iki ülke sığınmacı nedeniyle 30 yılda tümüyle değişti.

-Biri Lübnan. 1980’lerde Filistinli sığınmacılar ülkeyi dönüştürdü ve Lübnan çöktü. Ne ordusu kaldı ne ekonomisi. Ortadoğu’nun Paris’iydi. Turizm cennetiydi.

-Diğeri Pakistan. 1980’de 4.5 milyon Afganistanlı sığınmacıyı kabul etti ve uyuşturucu, çeteleşme, terör, kaçakçılık zirveye çıktı. Pakistan bir daha gün yüzü görmedi. Hindistan’la rekabet ediyordu.

-Sırada Türkiye var. Bu iki ülkeden çok daha fazla sığınmacı kabul etti. Ve ekonomi dahil, toplumun huzuru, güvenliği, sosyolojisi, kültürü bozuldu. Küresel suçlarda zirveye çıktı, insan kaçakçılığı, uyuşturucu, kokain ticaretinin ana merkezlerinden biri oldu. Mafya suçları sıçradı. Ve Türkiye gün yüzü görmüyor. Eğer sığınmacı/göçmenler gönderilmezse ülke çöker. Bu tarihi ve sosyolojik gerçektir. Siyaset üstüdür ve milli bir BEKA sorunudur. Bu BEKA sorununun iktidarı, muhalefeti olmaz. TBMM bu duruma el koymalıdır. Hamasetle, dini yaklaşımlarla bu BEKA sorunu giderilemez.


Molotofkokteyli tarihte ilk kez İspanya İç Savaşısırasında Milliyetçi kuvvetler tarafından Sovyet T-26tanklarına karşı kullanılmıştır.[1] Molotofun gücünü gören General Francisco Franco birçok askerin bu silahı kullanmasını emretmiştir. Molotof adı ise ilk kez Kış Savaşı sırasında Finler tarafından Finlandiya'nın bölünmesine sebep olan Rus politikacı ve diplomat Vyaçeslav Molotov'u aşağılama amacıyla konulmuştur ve Molotov bu isimden hiç hoşlanmamıştır.[2] 1939 yılındaki Kış Savaşısırasında Finler tarafından Sovyetler Birliği Kızılorduaskerlerine ve Sovyet tanklarına karşı kullanılmıştır ve Finler bu sayede savaşta büyük üstünlük sağlamıştır. 1941'den sonra da II. Dünya Savaşıboyunca Almanya, Finlandiya, İtalya, Birleşik Krallık, Polonya, Amerikan ve Sovyet güçleri tarafından da kullanılmıştır.


Molotov Fin-Sovyet sınırının Sovyetler lehine düzeltilmesi yönünde ihtar verir.

Fin yönetiminden red yanıtı alındıktan sonra Fin-Sovyet 1940 Kış Savaşı başlar. Bu savaş sırasında Fin askerler savaşın sorumlusu olarak gördükleri Molotov’a atfen icat ettikleri patlayıcı ev yapımı bombaya Molotov kokteyli adını verirler.



1986 yılında Moskova’da öldüğünde Bolşevik Partisinin bütün yönetimlerini görmüş ve Ekim Devrimi’ne katılmış olarak hayattaki tek kişiydi. Mezarı ünlü Moskova Novodeviçi Mezarlığındadır.


IV. Murad zamanında da ülke berbat haldeydi. Kadılar rüşvete alışmış, adalet çalışmıyor, sokaklar güvensiz, sürekli isyanlar patlak veriyor, ordu disiplinsiz ve sınırlar saldırıya uğruyordu. O dönemde Osmanlı İmparatorluğu'na biçilen ömür 30 yıldı.


IV. Murad geldi, ülkeyi döve döve adam etti. Kendisi; 30 yıl ömür biçilen devletin ömrünü 300 yıl uzatmış, bunu yaparken de dereler gibi kan akıtmıştır.


Bu ülke demokrasiyle idare edilemez. Devlet yönetiminde halkın fikrine ve tercihine başvurmak bu ülkeye fayda getirmez. Bu ülkeyi ancak kafası çalışan tiranlar döve döve adam edebilir. Başka türlüsü imkansızdır.



Şeyhülislam Ahizade Hüseyin Efendi, Osmanlı tarihinde idam edilen ilk Şeyhülislamdır. 


IV. Murad, Şeyhülislam'ı Kıbrıs'a sürgün eder ancak dayanamayıp  yarı yoldan geri çevirterek bir kumsalda boğdurur.


Bu ülkeye atatürkçü, türkçü, vizyon sahibi sağlam bir diktatör lazım.


Enis Behiç’in vatan sevgisi ve savaşı konu edinen en önemli manzumeleri, Balkan Savaşı hezimetinde yazılan, dönemin mersiyesi kabul edilen “Vatan Mersiyesi” ve “Mersiye-yi Vatan”dır. Namık Kemal’in ruhuna ithaf edilen bu şiirde şair, vatanın düştüğü içler acısı durumu anlatmıştır. Balkan hezimetinin en güzel ve en acı şekilde anlatıldığı manzume budur. Şiirin altında “Balkan inhizamında, 3 Kânunusani 1913” tarihi vardır. Vatanın düştüğü durum yüzünden gözyaşına boğulduğunu söyleyen şair, her bendin sonunda dönemi özetleyen “Gururum kırılmış, hayalim harap” mısraını söyler. Bu mısra dillerde pelesenk olmuş, ağızdan ağıza o dönemde yayılmıştır. Turgut Hayrettinli, bu şiirlere vurgu yaparak Balkan Savaşı manzumelerinin ilk olarak onun tarafından yazıldığını söyler. Fuzûli’den ilham alarak yazdığı ve Şehbal’de Arif Hikmet’e, daha sonraki yayınlarda Faik Âli’ye ithaf ettiği, “Vatana Mersiye” isimli manzume de yine vatanın zor durumda kaldığı Balkan felâketiyle ilgilidir. 3 Şubat 1913 tarihinde yazılan manzumede şair, vatanın ve milletin içine düştüğü güç durumu anlatır. Namık Kemal’in etkisinin açıkça görüldüğü bu iki şiirde şairin, büyük bir üzüntü ve ümitsizlik içinde olduğu görülmektedir. Balkan Harbi döneminde yazılan manzumelerden bir diğeri “Buhran” adlı metindir. Şair, bu şiirde Osmanlı ordusunda karanlık bir bozulmanın olduğunu söylerken, Allah’tan adalet istemesine rağmen bunun gerçekleşmediğini vurgular. Şairin onca ettiği dua kabul görmemiştir. Bu sebeple bunca cezanın, sonsuz günahımıza verildiğini söyler. “Oldum ümid ü ye’s ile ey Tanrı, tövbekâr;/ Sen yoksa, âh… tövbe kabul eylemez misin?” diyerek adeta bir isyana kalkışır. Bu şiirin yazılış tarihi 14 Mayıs 1923’tür. Balkan Harbi sırasında yazılan en önemli şiirlerden biri de “Ey Meriç”tir. Edirne’nin geri alınması sırasında yazılan bu manzumede şair, asırlarca bizim olmuş “Meriç” nehri ile konuşur. Kardeşi “Tuna”nın elden gittiğini söyleyen şair çok üzgündür. Şairin tek tesellisi, Edirne’nin alınmasıyla birlikte “Meriç” olur. “Her emelden ye’se düşmüş, kalkamaz bir milletin,/ Bir kadersiz milletin âhiyle cûş etmez misin?” sözleriyle hem onu hem de askerlerimizi galeyana getirmeye çalışır. 


Cuma hutbesinin cami için para dilenme bölümünde şöyle bir cümle var: "İnşası biten camilerimizde ezanlar yükselecek, mümin gönüller omuz omuza saf tutacak, alınlar secdeyle buluşacak inşallah."


Kanka zaten camide namaz kılınır, bu fonksiyonu için bu edebiyat fazla değil mi?



Peygamberimiz Tevrat ve incilde müjdelenmiştir 

Bakara Sûresi; 2/146; A'raf Sûresi; 7/157




Kendilerine kitap vermiş olduğumuz kimseler, onu (Muhammed'i) tıpkı evlatlarını tanıdıkları gibi tanırlar. Böyle iken, onlardan bir kısmı, bile bile gerçeği gizler.

Bakara Sûresi; 2/146;



Onlar, ellerindeki Tevrat ve İncil’de özelliklerini yazılı buldukları o Rasûl’e, okuma yazma bilmeyen o Peygamber’e uyarlar. O Peygamber onlara iyilik, doğruluk ve güzelliği emretmekte; her türlü kötülüğü ve çirkinliği yasaklamakta; temiz ve hoş olan bütün yiyecek ve içecekleri onlara helâl, kötü ve pis olan şeyleri ise onlara haram kılmakta; sırtlarındaki kendi şeriatlarından kalma ağır yükleri kaldırmakta, boyunlarına vurulmuş zincirleri kırıp atmaktadır. Bu bakımdan ona inanan, ona saygı duyan, düşmanlarına karşı ona yardım eden ve kendisine indirilen Kur’an’a uyan kimseler, işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.

A'râf Sûresi(7) 157. Ayet


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye'de Yaşayan Zenciler

Müşür Nedir, Ne İşe Yarar?

Hükümetler Tarafından Gerçekleştirilen Tarihin En Büyük Altın Soygunları