Deneme 507

 Adam ters indikatör. kar yağacak her yer bembeyaz olacak dese barut yağar her yer simsiyah olur


Bir yanağına tokat yiyince diğer yanağını saldırgana göstermek eziyet görmekten hoşlanıyor olmanın bir belirtisi midir? Yoksa bu tavır saldırganın ahlaki zaafını işaret etmenin bir yolunu mu ifade ediyor? Hiç şüpheniz olmasın ki, ikincisi. Hayatını gününü gün etme dürtüsüyle yaşamaya ayarlamış olanlar ahlaki seviyenin dibini temsil ederler. Resul-ü Ekrem ahlakı tamamlamak üzere gönderildiğini söyledi. Demek ki insanların zihin gücü bir İslâm peygamberi olarak Meryem oğlu İsa’nın neyi tamamladığını kavramağa yetmemişti, yetmiyordu. Size Allah katında faizi haram kılmakla birlikte kan davası gütmeği yasaklayan dinin intikam almağa niçin mümtaz bir yer ayırdığından söz edeceğim. Mümtaz bir yer ibaresine başvurmamın sebebi nedir? Kur’an şairlerin cazibesine sadece yoldan çıkmışların kapılacağını belirttikten sonra haksızlığa uğrayanların intikam almak gayesiyle şiir yazmalarını yerinde bir davranış sayıyor. Kur’an-ı Kerim’de kimlerin şiir yazma ruhsatına sahip oldukları sıralanırken İslâm’ın sınırları içinde kalmanın memnuniyetini dile getirenler zikredildikten sonra intikam davası güdenlerin anılması bizi düşündürmelidir.

Hasan el-Benna’nın Kur’an tilâvetini dinleyenlere bu vakıanın tesiri sorulduğunda onların “Adeta ilk defa indiriliyormuş gibi” ibaresini kullanmaları ibret vericidir. Müslümanların esareti onlar aralarında Asr-ı Saadet’i canlandırmadıkça son bulmayacaktır. Resul-ü Ekrem mescitte namaz kılınırken huzurda bulunmayanlara “Sizi bu şereften mahrum kılan nedir?” mealinde bir sual sorar. Aldığı cevap “Abdestimiz yok” olur. Bunun üzerine Allah Resulü iki eliyle kollarını toprakla mesh ederek “Böyle yapmanız yeterdi” cevabını verir. Bu hadiseden haberdar olan bir modernist Müslüman abdesti kol sıvazlamaya indirgeme hevesine kapılabilir. Oysa zikrettiğim vakıa ahlâkın yüksekliğine işarettir. Her Müslüman kıldığı namazın kendine ne ilâve ettiğinin ve namazdan uzak durmanın kendine ne kaybettirdiğinin bilincine varmalıdır.

Müslüman olmak cehaletten kurtulmanın ilk adımıdır. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim’den haberdar olmayana biz Müslümanlar cahil deriz. Günde beş vakit namaz kılmak günde beş vakit küfürle, cehaletle savaşıyor olma durumunun benimsendiğini gösterir. Kur’an bilgisi olmayana âlim demek kâfirlerin payına düşer. Bâtıl demek butlana uğramış mânâsına gelir. Bu son derece kolay anlayışı burada dile getirmemin sebebi nedir? Sebebi benim naklettiğimden daha kolay anlaşılabilecek bir gerçeğin bulunmasına rağmen Müslümanların kahir ekseriyetinin buna aldırmayışında yakalayabiliriz. Kur’an-ı Kerim’in indirilmesiyle Tevrat ve İncil butlana uğramıştır. Musa’ya ve İsa’ya birer kitap verilmiş olması İslâm nazarında Yahudilere ve Hıristiyanlara meşruiyet sağlamaz. Yani Yahudiler ’in ve Hıristiyanlar’ın inançları bâtıldır. Meşru olan Müslüman erkeklerin Kitaplı dinlere mensup kadınlarla yaptıkları evliliklerdir.

Bilgi ve bilinç arasındaki farka hassasiyetle dikkat edelim. Şahsiyetimiz uhdemizdeki bilgiyle değil, kalbimizdeki ve/veya gönlümüzdeki bilinçle şekil alır. Bilinç ise mücerret değil, hayatımızda karşılığı olan bir şeydir. Edmund Husserl ’in dediği gibi bilinçten bahsediyorsak bir soyutlamadan değil, bilgi sahamızda mevcut olan bir şeyin bilincinden bahsediyoruzdur. Osmanlı Devleti’nde en önemli şey bilinç idi. Devletin seyfiye-kalemiye-ilmiye olarak üç kola ayrılmış sınıfları vardı. Devlet sınıfları devlete ait olmanın bilinciyle yaşıyorlardı. Seyfiye sınıfına mensup yani kılıç ehli olanların ebeveyni çoğunlukla Yeniçeriliğin geçerli olduğu günlerde Hıristiyan olduğu için sosyal işleyişin ne minval üzere cereyan ettiği zamanında meşkûk idi ve halen öyledir. Kalemiye adından anlaşılacağı gibi devletin emir kulu idi. Geriye İslâm müdafii olarak sadece İlmiye sınıfı kalıyordu. Bu sınıfa mensup kimseler çocukluğundan itibaren din bilgisiyle haşır neşir olduğundan III. Selim saltanatına kadar “Din asıldır, devlet onun feridir” ilkesine bağlı olarak görevlerini elinden geldiğince yapageldiler. III. Selim saltanatı sırasında harp sahasında Osmanlı’nın tattığı mağlubiyetler masada devleti öyle hükümler altına imza atmağa mecbur bıraktı ki, bu mecburiyetler ulemanın anlaşmaların İslâm’a uymadığı yolunda itirazlarına yol açtı. Devletin menfaatlerinin İslâm’dan önde tutulmasına razı âlim bulmak hiç zor değildi. Böylece yukarıda zikrettiğim ilke tersine çevrildi. Devlet esas sayıldı ve din onun feri durumuna düşürüldü.

Daha ilk mektepten itibaren bize Osmanlı Devleti’nin bir yükselme, bir duraklama ve bir de çöküş devri olduğunu öğrettiler. Batılı tarih görüşünü yaşatanlar Osmanlı hâkimiyetinden ve bilhassa Balkan hâkimiyetinden o derecede şikâyetçi idilerdi ki, aradan yaşanan yıl sayısına bakılırsa en uzun diyebileceğimiz “duraklama” devrini çıkarıyorlardı. Yani yükselme sona erince Batılılara göre çöküş başlıyordu. Bu tıpkı analitik felsefenin babalarından sayabileceğimiz Bertrand Russell’ın yazdığı felsefe tarihine Martin Heidegger’i dâhil etmeyişi gibiydi. Duraklama devrini var eden ve diğer devirlerden uzun kılan şey halkın itikadına bağlılığından başka bir şey değildi. Halk savaşa gidiyorsa “gâvur kırmağa” gidiyor ve çocuklar medreseye gidiyorlarsa din bilgilerini artırmak ve itikatlarını gerekçelendirmek amacıyla gidiyorlardı.

Osmanlı Devleti başlangıçta cihat fikrine sadakatin eseriydi. Gaza Beylikleri diyar-ı Rûm’u İslâm’la tanıştırmakla yetinmedi, yaşadığımız toprakların İslâm ruhunu emmesini de sağladı. Bu emişte eksik kalan bereketin cihan şümul vasfıydı. Bereketi Müslüman aile sofrasının bereketine indirgedik. Bu indirgenişin birçok mazereti bulunabilir; ama İstanbul’un fethinden sonra Fener Patrikliğiyle münasebetlerin, Ermeni Patrikliğini ihdas etmenin ve Hahambaşı ile uzlaşmaların mazereti yoktur.

İsmet Özel, 27 Şaban 1446 (26 Şubat 2025)


SORUNU DOĞRU TANIMLAMAK


Türkiye'de 20 milyon hane var. Her aile 500 m² bahçeli tek katlı evde otursa ancak Konya yüzölçümünün dörtte biri yani 10.000 km² ediyor.


Uzun yıllar öncesini, Bilecik yöresinde yaşadığım çocukluk ve gençlik yıllarımı hatırlıyorum. Biz kentte (Eskişehir’de) büyüdük ve kentten köye babamın işi icabı tersine göç etmiştik. Çocukluk ve gençliğimde çok güzel yıllarım köyde geçti.


Köylü bir sene “Bu yıl soğan çok para etti. Keşke ekseydik” der, herkes ertesi yıla bolca soğan ekerdi. Ertesi yıl “Bu yıl soğan para etmedi” derdi ve ekmezdi. Bu döngü gördüğüm kadarıyla hala tekrar ediyor ve köylünün çoğu her sene zarar ediyor. Aynı döngüyü domates gibi ürünlerde de görürdüm. Hatta seracılık vs sayesinde ürünlerde bu döngünün süresi de kısaldı. Bu sorun kahvehane muhabbetlerinden öteye gitmezdi. Köylünün sorunu çözmek için bir araya gelip masaya yatırdığına şahit olmadım. 


Çeşitliliği seven rahmetli babam bir yıl dedi ki “Bu yıl bol soğan ekeceğiz”. “Ama baba soğan para etmedi” demiştim. “Zaten o yüzden ekeceğiz oğlum” demişti. 2 ton soğan ektik. Hakikaten çok zorlandık. İmecenin gücünü o zaman keşfetmiştim. Bir kez İpek böceği yetiştiriciliği, her tür sebze ve tahıl ekimini 2 dönümlük arazi üzerinde babamın sayesinde deneyimlemiştim. Babam, ipek böceklerinin kozaları delerek kelebek olmasın diye fırında ısıtılarak imha edilmesi sürecini yaşayınca “bundan sonra hiçbir şekilde ipek böcekçiliği yapmam” demişti. İpek böceklerinin dut yapraklarını iştahla yemeleri hala hafızamda. Bir kutu ipek böceği tohumunun nasıl inekler kadar dut yaprağı tükettiğini dut yaprağı taşımak zorunda olunca anlıyorsunuz. 


Neyse dönelim konumuza. Köylü her sene ektiği ürün nedeniyle zarar etmesinden dert yanarken babamla haftada bir iki gün çalıştığımız ve nohuttan bamyaya, soğandan domatese hatırınıza gelecek pek çok şeyden 2 dönümlük arazide ürettiklerimizi cuma günleri köy pazarında iyi fiyata satardık. Diğer günler asıl işi olan elektrikçi dükkanında çalışırdı. Babam tam bir “maker” idi. Arazimiz Sakarya nehrine sadece 20-30 metreydi. Bir gün tarlamıza birlikte tulumba çakarak su çıkarmıştık. Arıcılıktan, tavuk yetiştiriciliğine her şeye merakı vardı. Kentten köye göç edip 200 tavuk besleyen birisi olmuştu. Çeşitlilik merakınız varsa bir manavda bulabileceğiniz meyve ve sebzenin çoğunu Bilecik yöresinde yetiştirebilirsiniz.


Yıllar geçse de bazı sorunlar çözülmüyor. Çünkü problemi doğru tanımlamayınca asla çözemezsiniz. Bu nedenle aktif öğrenmeyle işlediğim her dönemki girişimcilik derslerimde en az 2 haftayı problemi doğru tanımlamaya ayırırım. O kadar çok örnek var ki. Öğrenciler malzeme bulmakta hiç zorlanmıyorlar. 


Köylerde sorunlar eskisinden çok daha büyük. Taşımalı eğitimle ve başka faktörlerle boşalan köylerin mesafeleri bir yasayla kentlere mahalle edilerek kısalmış olmadı. Onları sürdürülebilir olmaktan çıkararak kentten gelecek çöp kamyonlarına mahkum etti. Köylerin sorunları katlanarak arttığı için köylerde neredeyse kimse kalmadı. Verimli, refah üretebilecek yerler atıl şekilde yerlerinde duruyor. Hepimiz kentlere şu haritada gösterilen noktalı alanlara gettovari sıkışmış durumdayız. Bilişim çağı ve tarım uygarlığının harmanlandığı yeni bir paradigmaya ne dersiniz? Çünkü sorunu doğru tanımlamanın anahtarı da paradigma değişiminde yatıyor.


Domuzun haram olmasının sebebi sindirim sisteminin diğer hayvanlara nazaran hızlı olmasından.Sindirim tam gerçekleşmediği için toksinler ve bakteriler vücudunda kalmasından kaynaklı yiyene büyük zararı olmasından kaynaklı gerisi safsata


Dostum domuz etinde tenya isimli bir mikrop var. Bu mikroptan kurtulmak için de çok çok iyi pişmesi gerekiyor. Sanıyorum o dönemde bu etten yiyen lerin hasta olduğu sonucu ortaya çıkınca böyle bir tedbir alındı haram denildi. Haram neden haram ? İnsanlığın hayrı için.


Domuz beslemek daha kolay, hem bir doğumda en az 6 tane doğuruyor, her b... yiyor, neden hep konular  dini ve peygambere gidiyor, içiniz kararmış


Hayvanın ne yediğine mi bakıyoruz Keçiye ayakkabı ver onu bile yer! Tavuk kendi dışkısını, kendi yumurtasını, leş, kurt, börtü böcek her şeyi yer. Domuz güçlü bir hayvandır. İnsan vücudunda hastalık yapan parazitleri tolere eder. Orda da sıcakta hastalık yapınca haram denmiştir.


Tavuk? balik ?besin piramidinde koyun, keçi gibi sadece otçul (herbivor) beslenmez yani piramidin altında bulunmaz .Domuz hepçildir yani ot ,böcek,et ve hatta yerine göre hayvan leşi de yer.Bu da onun etinde biriken toksik madde miktarını artırır bu yüzden  eti sağlıksızdır.


Hz. Muhammed(s.a.v) çocukluk yıllarında çobanlık yapti gençlik yıllarında da ticaretle uğraştı.

Ticaretle uğraşmaya başladıktan sonra çobanlıktan bir geliri yoktu.

Kaldı ki peygamber olduktan cok sonra bu domuz eti yemektir hükmü geldi. Domuz etini yasaklamak ona bir menffati yok


Çok yağlı olduğu için kalp damar tıkanıklığı yapıyor aynı zamanda içerisinde kükürt var bu da eklem kireçlenmesine sebep okuyor yani vücudun sistematiğini bozuyor yaradan bunu bildiğinden zarar verdiğiçin yasaklıyor.Avrupa’da da bu konuya kısıtlama getiren yerlerin sayısı artmış


eleman o kadar cahil ki domuzun tevrattada yasak olduğunu bilmiyor


Bilgi yanlış demişler bakara suresinde geçiyor ayet yokluğun ortasında sadece açlıktan ölmeyecek kadar yemek haram değildir


Domuz, büyüdüğü ortamdaki her türlü şeyi yediğinden dolayı kendini temiz otlarla beslemez.Etinin yapısını zehirli ve zararlı besinlerle bozar.bu eti tüketenlerin de vücuduna sağlıklı olmayan bir et girer.Çok fazla kükürt içeren domuz eti,vücuda fazla kükürt alınmasına neden olur



Alakası yok .Eski mısırda domuz etini sadece zenginler yerdi.Domiz saman ot yemez.Bugday ve arpa ile beslenir.Yahudiler kendilerinverilecek bugdayin domuzlara verilmesini hazm edemediler


tavuk ta herşeyi yer hatta insan dışkısını bile yer. tavuk için neden bir yasaklama yok? 

bu gelenek Yahudilerden alıntıdır. sünnet gibi selamün aleyküm gibi



o belde, yeşil yurt ve sembolizm


ahmet haşim sembolizm ilkelerini benimsemiş bir servet-i fünun şairidir. ahmet haşim'in sembolizme olan eğilimini ve tevfik fikret'in önderliğinde ortaya atılan "yeşil yurt" idealini düşününce, aslında "o belde" şiirinin "yeşil yurt"u sembolize ettiğini de düşünebiliriz.


peki nedir bu yeşil yurt ? başlangıçta uzak diyarların özlemi olarak ortaya çıkan "yeşil yurt" düşüncesi somut olarak bir yer ile ilişkili değildir. bu özlem ilk olarak tevfik fikret’in hüseyin cahit ile birlikte dr. esad paşa’yı ziyaret ettiği bir günde filizlenir. sohbetin konusu istanbul'dan göç etme fikridir.


servet-i fünun'cuların yeşil yurt hayali kurmalarının temelinde o dönemin şartları yatmaktadır. sanat için sanat anlayışını benimseyen servet-i fünun yazar ve şairleri devrin siyasi ortamının baskısı yüzünden istanbul'dan göç edip yeni zelanda'da özgürce yaşamayı ve eserlerini buradan çıkartmayı düşünürler. ancak göç planları hüsranla sonuçlanınca, manisa'nın sarıçam köyü'nde bu hayallerini bir çiftlik kurarak gerçekleştirmek isterker. yine ortaya çıkan bir takım anlaşmazlıklar yüzünden bu çiftliğe yerleşme hayalleri de gerçekleşemez ve yeşil yurt servet-i fünuncular için bir hayal olarak kalır, tıpkı ahmet haşim'in o belde'si gibi.


tıpkı ahmet haşim'in "o belde" şiirinde de görüldüğü üzere yeşil yurt girişimi temelde bir çeşit gerçeklerden kaçıştır. onlar aydınlık bir dünyanın hayalini kurarken, gerçek dünya tüm ağırlığıyla omuzlarındadır.


ahmet haşim sembollerle yazan ve anlatmak istediğini açık bir biçimde kağıda dökmeyen bir şairdir. onun yazdıklarını anlamak için hayatını ve içinde bulunduğu koşulları bilmek gerekir. dönemin koşullarını düşündüğümüzde haşim'in hitap ettiği kadın figürünün "sanat"ı sembolize ettiğini, tasvir ettiği ve özlemini duyduğu beldenin ise yeşil yurt'u sembolize ettiğini söyleyebiliriz.


“o belde” şiirini hem sevilen kadına yazılmış bir şiir olarak düşünülmesi hem de şiirde bahsi geçen beldeye “yeşil yurt” anlamı yüklenmesi sembolizmin “şiirde anlam kapalı olmalıdır, herkes kendine göre yorum yapabilmelidir” özelliği ile örtüşmektedir. sözcüklerin sözlük anlamından bıkan sembolistler, kullandıkları kelimelere farklı anlamlar katarlar. o belde’de sembolizmin bu özelliğine de sıklıkla rastlıyoruz.


Regaib Kandili Nedir?


Regaib Kandili, Regâib, arapça bir kelimedir ve "reğa-be" kökünden gelmektedir. "Reğa-be", kelime olarak, herhangi bir şeyi istemek, arzulamak, ona karşı meyletmek ve onu elde etmek için çaba sarf etmek demektir. "Reğîb" kelimesi ise, "reğabe"'den türemiş olan bir isimdir ve kendisine rağbet edilen, arzulanan, taleb edilen şey demektir. Müennesi, "reğîbe"dir. "Reğîbe"nin çoğulu da "reğâib" dir. Kelime olarak "Regâib"in aslı budur. 


Receb'in ilk cuma gecesine Regaib gecesi denir. Bu geceye Regaib gecesi ismini melekler vermişlerdir. Her Cuma gecesi kıymetlidir. Bu iki kıymetli gece bir araya gelince, daha kıymetli oluyor. Allahü teâlâ, bu gecede, müminlere, ragibetler [ihsanlar, ikramlar] yapar. Bu geceye hürmet edenleri affeder. Bu gece yapılan dua kabul olur, namaz, oruç, sadaka gibi ibadetlere, sayısız sevaplar verilir. Regaib gecesini ibadetle geçirmeli, kazası olan, hiç değilse bir günlük kaza namazı kılmalı! Kazası olmayan da nafile namaz kılar, Kur'an-ı kerim okur, tesbih çeker, tövbe istiğfar eder. Perşembe günü oruç tutup, gecesini de ihya etmek çok sevaptır. Receb ayında oruç tutmak faziletlidir. 


Peygamberimiz (a.s.m)' ın Ramazan ayından sonra en çok oruç tuttuğu ay Receb ayıdır. Bu Receb ayında oruç tutmanın muazzam, muhteşem sevabları var. 


Bir de bu ayda sevablar kulların defterlerinin sevab hanelerine, bol bol dökülmesi dolayısıyla da recebül esabb denmiştir. Yâni, sevabların bol bol, şarı şarıl, gürül gürül döküldüğü ay demek... Sabbe, Arapçada dökmek demek... Nehrin de böyle dağlardan çağlayarak şaldur şuldur akıp da döküldüğü yere münsab derler; o da aynı kökten... Receb-ül esabb; Allah'ın rahmetinin cûşa gelip, ikram ü ihsanâtının şarıl şarıl, güldür güldür kullara geldiği ay demektir. 


Arifler ve din alimleri kitaplarında yazmışlar ki, bu ay ekim, ekme, ziraat ayıdır. Sevaplı işler, oruç tutmak, tevbe etmek vs. güzel şeyler yapılır. Bir mahsulün ekilmesi gibi ziraat, ekim ayıdır. Şa'ban bakım ayıdır. Ramazan biçim ayıdır, yâni mahsulün alındığı aydır demişler. Demek ki Receb ayı, bizi Ramazan ayına hazırlayan bir mevsimin ilk adımı olmuş oluyor. 


Onun için, "Receb ayı tevbe ayıdır." demişler. Yâni kul ne yapacak?.. "Yâ Rabbi! Ben anlayamamışım, hatâ etmişim, bilememişim, suçluyum, kusurluyum; beni affet..." diyerek hatâsını itiraf edip, hatâsından dönerek, Cenâb-ı Hakk'ın yoluna girecek. 


Şa'ban ayı ibadetlere devam etme ayıdır. Ramazan da mükâfatlarını alma ayıdır. Böyle çeşitli kelimelerle bu ayların birbirleriyle irtibatlı olduğu beyan edilmiştir. 


Regaib ile ilgili ayet-i Kerimeler: 


Regâib kelimesi Kur'an'da geçmemektedir. Ancak "reğabe"den türemiş olan çeşitli kelimeler, Kur'ân'da sekiz yerde geçmekte ve "reğabe"nin ifâde ettiği mana için kullanılmaktadır . 


Ayrıca, "Şüphesiz Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısına göre ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu, Allah'ın dosdoğru kanunudur. Öyleyse o aylarda kendinize zulmetmeyin." (Tevbe Suresi, 36) Hz. Peygamber'in ( a.s.m ) ( aşağıda hadisler bölümünde bulunan) bir hadisinde, ayet-i kerimede işaret buyurulan haram ayların, Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep ayları olduğu vurgulanmaktadır: " 


Receb Ayı ve Regaib Gecesi ile İlgili Hadis-i Şerifler


• Allahü teâlâ, Receb ayında oruç tutanları mağfiret eder. [Gunye] 

• Receb-i şerifin bir gün başında, bir gün ortasında ve bir gün de sonunda oruç tutana, Receb'in hepsini tutmuş gibi sevap verilir. [Miftah-ül-cenne] 

• Ramazan ayı dışında Allah rızası için bir gün oruç tutan, iyi bir yarış atının bir asırda alacağı mesafe kadar Cehennemden uzaklaşır.) [Ebu Yala] 

• Şu beş gecede yapılan duâ geri çevrilmez. Regaib gecesi, Şabanın 15. gecesi, Cuma, Ramazan bayramı ve Kurban bayramı gecesi.) [İbn-i Asâkir] 

• "Receb-i Şerîf'in birinci gününde oruç tutmak üç senelik, ikinci günü oruçlu olmak iki senelik ve yine üçüncü günü oruçlu bulunmak bir senelik küçük günahlara kefaret olur. Bunlardan sonra her günü bir aylık küçük günahların af ve mağfiretine vesile olur." buyuruyorlar. (Camiu-s sağir) 

• İbn-i Abbas -radiyallahu anh- Hazretleri: "Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Recep ayında bazen o kadar çok oruç tutardı ki, biz O'nu hiç iftar etmeyecek zannederdik. Bazen de o kadar çok iftar ederdi ki, biz O'nu hiç oruç tutmayacak zannederdik." buyurmuştur. (Müslim) 

• Muhakkak zaman, Allah'ın yarattığı günkü şekliyle akıp gitmektedir. Yıl on iki aydır. Bunlardan dördü haram aylardır. Ve üçü ard arda gelmektedir. Zilkade, Zilhicce, Muharrem bir de Cemaziye'l-âhirle Şaban ayları arasında gelen Mudar kabilesinin ayı Recep ayıdır." (Buhârî, Tefsir, Sure, 8,9) 

• "Recep ayı Allah'ın ayı, Şaban benim ayım, Ramazan da ümmetimin ayıdır." (Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, 1/423) 

• Yine mübarek üç aylardan ilki olan Receb ayının önemi ve değeri hakkında Enes b. Malik ( r.a. )'dan şöyle rivayet edilir: Receb ayı girdiğinde Hz. Peygamber şöyle derdi: "Allahım! Recep ve Şaban'ı bize mübarek kıl ve bizi Ramazan'a ulaştır." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/259) 

• Receb'in ilk cuma gecesini ihya edene, Allahü teâlâ, kabir azabı yapmaz. Duâlarını kabul eder. Yalnız, 7 kimsenin duasını kabul etmez: Faizci, Müslümanları aşağı gören, ana babasına eziyet eden, Müslüman olan ve dinin emirlerine uyan kocasını dinlemeyen kadın, çalgıcı, livata ve zina eden, beş vakit namazı kılmayan. [Bu günahlardan vazgeçmedikçe, duaları kabul olmaz.] [Saadet-i Ebediyye] 

• Receb büyük bir aydır. Allah bu ayda hasenatı kat kat eder. Receb ayında bir gün oruç tutana, bir yıl oruç tutmuş gibi sevaba kavuşur. 7 gün oruç tutana, Cehennem kapıları kapanır. 8 gün oruç tutana Cennetin 8 kapısı açılır. On gün oruç tutana, Allah istediğini verir. 15 gün oruç tutana, bir münadi, "Geçmiş günahların affoldu" der. Receb ayında Allahü teâlâ Nuh aleyhisselamı gemiye bindirdi ve o da, Receb ayını oruçlu geçirdi. Yanındakilere de oruç tutmalarını emretti. [Taberânî] 

• Kim Receb ayında, takva üzere bir gün oruç tutarsa, oruç tutulan günler dile gelip "Ya Rabbi onu mağfiret et" derler. [Ebû Muhammed] 

• Hz. Aişe ( r.a ) validemiz, "Resûlullah, pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmaya çok önem verirdi." buyuruyor. Çünkü Hadis-i Şerifte, "Ameller Allahü teâlâya pazartesi ve perşembe günleri arz edilir. Ben de amelimin oruçlu iken arz edilmesini istiyorum." buyururdu. (Tirmizî) 

• Receb ayında yapılan dua kabul edilir, günahlar affedilir. Bu ayda günah işleyenin cezası da kat kat olur. Hz. Hüseyin ( r.a) anlatır: 

"Kâbe'yi tavaf ederken, yanık sesle Allahü teâlâya dua eden bir kimsenin sesini işittik. Babam bunu çağırmamı emretti. Güzel yüzlü, temiz bir kimseydi. Ancak sağ tarafı felç olmuş, kurumuş, hareketsiz idi. Ona, "Sen kimsin, durumun ne böyle?" dedim. O kimse dedi ki: 

"Adım Menazil... Ben çalgı çalmak, şarkı söylemekle şöhret salmış, Arabistan'ın ünlülerinden bir gençtim. Hep nefsin arzuları peşinde koştum. Receb ve Şaban aylarında bile, bu günahlara devam ederdim. Salih babam, beni bu günahlardan kurtarmaya çalıştı. Bana, "Allahü Teâlânın azabı şiddetlidir, bir anda kahredebilir. Kötü arkadaşlardan vazgeç, bu kötü işleri bırak! Melekler ve bu aylar senden şikâyet ediyorlar" dedi. Nasihate hiç tahammülüm yoktu. Babamın üzerine yürüyüp, döverek susturdum. Üzüntülü ve kırık kalble, "Bu aylarda oruç tutup, geceleri ibadet ediyorum. Beytullah'a gidip şerrinden korunmak için, Allahü teâlâdan yardım dileyeceğim" dedi. Bir hafta oruç tutup, Kâbe'ye giderek, "Ey Rabbim, mazlumların âhını yerde bırakmazsın. Bu ayda, bu mübarek yerlerde yapılan duaları red etmezsin. Hakkımı oğlumdan al, onu felç et!" diye dua etti. Henüz duası bitmeden sağ tarafım felç oldu. Beni gören, "Baba bedduasına uğramış kişi" derdi." 

Hz. Hüseyin, "Baban bu hâline ne dedi?" buyurdu. O genç, "Babamdan özür diledim. Onun da babalık şefkati galip gelerek beni bağışladı. Beddua ettiği yerde, bu sefer şifa bulmam için hayır dua etmek üzere deve ile gelirken, devenin ürkmesi ile babam düşüp öldü. Şimdi çaresizim." diyor. Hz. Ali bu felçli gence dua ediyor, Receb'de yaptığı bu dua bereketiyle de Hak teâlâ ona şifa ihsan ediyor.


İstanbul'da bir Cellat mezarlığı


Osmanlı İmparatorluğu döneminde, başta Padişah olmak üzere üst düzey devlet adamlarının, hükümler dairesinde aldıkları idam kararlarını uygularken kullandıkları cellatlar, sayısı azımsanmayacak bir topluluktu.


"Hükmü sultan olmazsa, hata gelmez cellattan". Bir cellat sözü

Özellikle çingenelerden seçilen cellatlar Bostancıbaşı ağasının emrinde bir Cellatbaşı yönetiminde çalışırlardı. Kellesi alınacak kişinin idam emri Bostancıbaşı'na verilir o da görevli cellatlar vasıtası ile bu görevi yerine getirtirdi.

Cellatlar toplumun tamamı arasında korku ve nefret ögesi olarak görüldükleri için isim taşınmazlar, neredeyse tamamına Kara Ali mahlas ismi kullanılırdı. Belli bir isimleri olmadığı için ve idam ettikleri kişilerin yakınlarının ilerde intikam duygusu ile yaklaşıp onların mezarlarına zarar verilmesini engellemek için öldüklerinde mezar taşlarına isim yazılmaz, yaklaşık 2 metreye yakın yükseklikte dikdörtgen bir taş mezarlarınn başına dikilirdi.

Yaşarken yaptıkları rahatsız edici meslekten dolayı kimse ile evlenemeyen, toplum içinde kimsenin kendileri ile konuşmadığı ve yine toplum içinde yaşayamadıkları için Ayvansaray'da sur dışında oluşturdukları bir mahallede yaşayan cellatları öldüklerinde kimse normal mezarlığa defnetmek istemezdi.

Bu yüzden günümüzde çok ufak bir kısmı kalmış olan, sizin bildiğiniz şekli ile Pierre Loti, Osmanlı dönemindeki adıyla Karyağdı tepesi ya da İdris-i Bitlisi tepesinin hemen arkasında, İslam mezarlığının bitiminden sonraki alanda büyük bir cellat mezarlığı oluşturulmuştu.

Bu mezarlık Osmanlı döneminde özellikle kuş uçmaz kervan geçmez bir yer olan Karyağdı tepesinde yapılmıştı, bu sayede bu cellatların mezarlarının diğer insanlar tarafından kırılması ya da yok edilmesinin önüne geçilmişti. İstanbul'da ilk kar yağışının görüldüğü ve karın en son yerden kalktığına inanılan bu ıssız tepenin ardındaki mezarlık yüzyıllar boyunca büyümüş ve alt kısmındaki dereye kadar ulaşmıştı.

Osmanlı İmparatorluğu'nun son yüzyılında hukuk sisteminin değişmesi ile birlikte cellatlık müessesi tarihe karışmış ve bu meslek resmi idamlar dışında yapılmaz olmuştu. En son 1690'larda Yeni Camii önünde yapılan halka açık son idamlarda görülen "Kara Aliler" artık tarihe karışmıştı. Onların defnedildiği mezarlık ise şehirde 1960'lı yıllarda başlayan sanayileşmenin kurbanı oldu.

Eyüp sahil şeridinde açılan fabrikalara çalışmak için köylerden şehre göç eden insanlar yavaş yavaş Eyüp sırtlarına gecekondular yapmaya başlamışlar, zamanla cellat mezarlığınım büyük kısmının üzerinde gecekondular görülmeye başlanmıştı.

1980 sonrasında bu gecekondular zamanla apartmanlara dönüşmüş ve dünyanın tek cellat mezarlığı günümüzde kalan 4-5 mezardan ibaret, ufacık bir alana dönüşmüştü. Türünün dünyadaki tek örneği olan alan korunması gereken kültürel miras hükmündedir.

Hiç kimse mezarlarının onlar ile birlikte olmasını istemediği için mezarları da ayrı bir yerdedir. İstanbul'a ilk karın yağdığı yer olduğuna ve son karın da yine oradan kalktığına inanılan ve eski İstanbul'un en uç noktalarından biri olduğu kabul edilen karyağdı tekkesi'nin 100m ilerisindeki cellat mezarlığına defnedilmişlerdir. o zamanlar İstanbul'un en uç noktalarından biri olan karyağdı, kuş uçmayan, kervan geçmeyen, doğru dürüst yolu bile olmayan, kimsenin uğramadığı bir yerdir. yaşarken yalnız olan bu saray görevlileri, öldükten sonra da yalnız kalmışlardır. öldüklerinde sadece 1.5m kadar şekilsiz bir taş, mezar başlarında kendilerine eşlik etmiştir.

Osmanlı dönemindeki mezar taşlarına bakıldığında, baş kısımlarından, üzerindeki işaretlerden, hangi dönemde yaşamış olduğunu, hangi mesleğe sahip olduğunu, ölüm nedenini, kadın mı erkek mi olduğunu anlayabiliriz. Cellat mezarlarındaki taşlarda hiç şey yoktur. Türk mezar taşlarının değişmez dileği "Ruhuna Fatiha" bile yazılmamıştır.


Türk ocakları biliyorsun 1912’de kuruldu kurucularından biri Yusuf Akçura Ziyagökalp ve diğerleri bu tıbbi yerler kurdu diye hatırlıyorum da bu geri 1009 31’de kapanıyor Atatürk çok sık sık buradaki fikirlerden şey al yani fikir A’ja falan falan hatta Atatürk bir ara kapatılmasın söylediği zaman o hamdullah super ver işte başların dakinin bir padişah böyle sert tenkitlerde bulunuyor oradaki gençler herhalde Bursa Türk ocakları olması lazım Atatürk’te işte hamdullah Supi tanere söylüyor ya bunlar biraz ileri gitmiyor mu hamdullah Suphi de diyor onlar diyor başındakinin mi diyor padişah olmadığını cumhurbaşkanı olduğunu biliyorlar bunları bu fikirleri söylemeye siz alıştırdınız tarzında bir şey söylüyor 1931 de işte rejimin zaten en büyük korkusu tekrar padişahlık sistemine geri dönmek bu Türk ocakları kapatıyorlar işte Yarına da aynı fonksiyonu yerine getirecek halk evleri açılıyor o zaman düşe Türk ocakları’nın malı Cumhuriyet halk fırkasına devrediliyor o arada da 4.05 tane birliği daha kapatıyorlar işte kadınlar birliği bilmem matbaa birliği ilahiyat birliği cart curt bu arada Türk ocaklarıı’nda kapatıyorlar


Türk Ocakları’nın ilke 1009 12 yılında Edirne’de açılıyor batıcılıkdaki milliyetçilik şeyinin geç yansıması olarak açılıyor . Türk ocakları türkçü dur fakat Avrupacıdır yani batıcıdır. Hatta derler yani bizim Türk olduğumuzu Avrupalılar bize hatırlattı diye


Türk ocaklarıı’nın kadrosundaki herkes genç kalemler dergisinde de yazı yazdı ilk şube Edirne’de hemen çok geçmeden Budapeşte’de de açılıyor bu Macaristan’da Türklük üzerine şeyler o zamandan beri var


Ziya Gökalp Ali canip Ömer Seyfettin bu Selanik’te Beyaz kulenin orada bir çay bahçesinde karar veriyorlar ilk başlarda işte yenili insan türkçenin konuşma diliyle yazı dilini aynı yapmak gibi şeyler olsa da sonradan türkçülüğün sesi oluyor bu hareket


Bugün bile Makedonya’nın ikinci Ligi’nde genç kalemler diye bir futbol takımı var 


Türk ocakları kurulduktan sonra o Türk yurdu diye bir dergi var o mesela özellikle rusya’daki Türklere de Türkler arasında da böyle yoğun ilgi görüyordu . 1927’de Sovyetlerle olan ilişkiler dolayısıyla Türk ocaklarıı’nda artık dış Türkler konusu işlenmeyecek diye bir karar alınmıştı Rusya’da da o Türk yurdu dergisi belli bir süre sonra yasaklandı Cumhuriyet Halk Fırkası’na muhalif oldu da onun için mi kapatıldı işte Sovyetlerle aramizi bozmamak için mi kapatıldı orası tam meçhul ama kapatıldığı dönem böyle toplu oldu Masonlar derneği kadınlar derneği ilahiyat derneği matbaa derneği hepsini kapattılar bu ara


Türk Ocakları Türkiye'de çok partili dönemin başlamasıyla birlikte "Ocakların başbuğu" sayılan ve 1912-31 arasında aralıksız genel başkanlık görevinde bulunan Hamdullah Suphi Tanrıöver'le İstanbul merkezli olarak 1949 yılında tekrar faaliyete geçti ve devletle olan organik bağını devam ettirdi.


CHP grubunda yer almasına rağmen mecliste partisiyle çatışan ve daha sonra istifa eden Hamdullah Suphi, İstanbul Türk Ocağı'nı 10 Mayıs 1949’da kendisine babasından kalan Abdüllâtif Suphi Paşa Konağı’nda açtı ve 7 Ağustos 1949’daki ilk kongrede genel başkan seçildi. Demokrat Parti'nin iktidara gelmesiyle partiden Manisa bağımsız mebusu seçilen Tanrıöver bu dönemden sonra Türk Ocakları'nın yeniden güçlenmesi için çalışmalara başladı ve 15 Mayıs 1954’te Türk Ocakları “kamu yararına çalışır dernek” statüsünü aldı. 1957 yılında Merkez Heyeti'nde Prof. Dr. Mümtaz Turhan, Prof. Dr. Mehmet Kaplan gibi isimler yer alırken Hars Heyeti'nde ise Zeki Velidi ToganYahya Kemal BeyatlıAbdülhak Şinasi HisarZiyaeddin Fahri FındıkoğluOsman TuranSüheyl ÜnverOktay Aslanapa gibi isimler mevcuttu. 17 Mayıs 1959’da ocakların merkezi Ankara'ya taşındı, Tanrıöver'in rahatsızlığı nedeniyle ilmi Türkçülerden Prof. Dr. Osman Turan genel başkanlığa seçildi. 


"Türk-İslam sentezi", çok sorunlu bir deyiştir. Türkler, Müslüman olunca bu sentez zaten doğdu. 1960'dan sonra zayıflayıp içeriği flulaşan milliyetçiliği güçlendirmek için ideolojik bir kurgu olarak ortaya atıldı. Ama milliyetçiliği zayıflattı, ümmetçiliğe alan açtı ve doğası ve doğuşu gereği seküler olan milliyetçiliği dinsel radikalizmin kapısına bağladı. Bugün Türk milliyetçiliği, ümmet anlayışının esiri olmuş, ülkesinin Müslüman yabancılarla doldurulmasına sessiz, başka bir dilde ibadet edilmesini umursamayan ve Türkiye'nin dünyadan izole olmasını umarsızca izleyen, tanımlaması zor bir ideolojidir. Oysa milliyetçilik, milletini yüceltip, dünyada itibarlı kılmayı öngören, kutsal kitabını ve ibadetini milli dilinde yapmayı varlığı için elzem gören bir ideolojidir. Eğer böyle değilse, başka bir şeydir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye'de Yaşayan Zenciler

Müşür Nedir, Ne İşe Yarar?

Hükümetler Tarafından Gerçekleştirilen Tarihin En Büyük Altın Soygunları