Feyzullah Hocayev,
vatansever mi hain mi?
Buhara'da Semerkant ve Buhara'nın kaderinde belirleyici rol oynayan bir adamın anıtı söküldü. Bu iki tarihi kent etrafındaki tartışmalar ve geçen yüzyılın başında Fayzulla Hocaev'in bu kentlerin kaderindeki rolü hâlâ devam ediyor.
Fayzulla Khojaev, tüm servetini devlet işlerine ve Buhara Emirliği'nin devrilmesi için harcayan ünlü bir Buhara milyonerinin oğluydu. 1920'de Alimhan'ın tahtının düşmesinden sonra, Buhara Halk Cumhuriyeti'nin Halk Nazileri Konseyi'nin (komiserler - bugün - başbakan) başkanlığına atandığında, Faizulla sadece 24 yaşındaydı. 28 yaşındayken yeni kurulan Özbekistan Cumhuriyeti'nin bakanlar kuruluna başkanlık etti. O da genç yaşta vefat etti; 1938'de Stalinist rejim Fayzulla Khojaev'i ölüm cezasına çarptırdı. O yıl 42 yaşına girdi.
Ancak hayatının bu kısa döneminde bile Fayzulla Khojaev, Orta Asya'nın kaderini belirleyen olaylarda aktif rol aldı. 1920'lerin başında bölge SSCB'ye ilhak edildi ve 1929'da daha önce beş yıl boyunca Özbekistan'ın bir parçası olan Tacik SSR kuruldu.
Pek çok tarihçi Fayzulla Khojaev'in Taciklerin eski tarihi kültür merkezleri olan Semerkant ve Buhara'nın Özbekistan'a ilhak edilmesindeki önemli rolüne işaret ediyor.
1924-1929 Olayları ünlü Tacik tarihçi Rakhim Masov bunu "beceriksiz bir bölünme" olarak nitelendirdi. Tacikistan'daki entelijansiyanın temsilcilerinin, antik Tacik şehirlerini Özbekistan'a devretme kararını kabul eden Tacik Khojaev'i hala affedemediği tam da bu gerçektir
Zengin devrimci
Fayzulla Khojaev 1896'da Buhara'da doğdu. Babası Ubeydullah-Hoca karagül ticaretiyle uğraşıyordu ve şehrin en zengin kişilerinden biriydi. O dönemde yalnızca Emir Alimkhan'ın ondan daha zengin olabileceği söyleniyordu.
Faizulla 11 yaşındayken babasıyla birlikte ilk kez Rusya'ya giderek orada eğitim görmeye başladı. 1913'te Cedid ("yenilikçiler") hareketine katıldı ve 20 yaşındayken Buhara'daki genç Cedidlerin partisinin liderlerinden biri oldu.
1920'de Komünist Partiye katıldı ve Kızıl Ordu saflarında Mikhail Frunze liderliğinde Alimkhan'ın tahttan devrilmesi sürecine katıldı.
Daha sonra Halk Nazileri Konseyi'nin (komiserler) başkanlığına ve 1924'ten - SSCB içinde Özbek Cumhuriyeti'nin kurulmasından sonra - Özbekistan Halk Komiserleri Konseyi'nin başkanlığına, yani cumhuriyetin başına atandı.
Tarihi kaynaklara göre, 1937 yazına kadar Moskova ona güveniyordu, ancak Haziran ayında partiden ihraç edildi ve bir ay sonra tutuklandı. 1938'de Nikolai Bukharin, Alexei Rykov ve zamanın diğer üst düzey yetkilileriyle birlikte, Özbekistan'daki Sovyet sistemini devirmeyi amaçlayan Troçkist komplo ve Almanya, Polonya, Japonya ve Britanya adına casusluk yapmakla suçlandı. 15 Mart'ta Fayzulla Khojaev idam edildi.
Unutulma, zafer ve yeniden unutulma
Faizulla Khojaev 1965'te rehabilite edildi. Daha sonra memleketi Buhara'da bir anıt dikildi ve babasının Tokay Caddesi'ndeki Şah sarayını anımsatan evi Fayzulla Khodjaev'in ev müzesine devredildi. Aynı yıllarda yerel pedagoji enstitüsüne onun adı verildi ve 1970 yılında eserlerinin üç ciltlik bir seti Özbekistan'da yayınlandı.
Ancak birkaç yıl önce Cumhurbaşkanı İslam Kerimov'un emriyle enstitünün adı Akhmad Donish onuruna değiştirildi ve yakın zamanda Hocaev anıtı Buhara'nın merkezinden yıkıldı.
Özbek tarihçi Goga Hidayatov, tüm bunların "tarihsel gerçeğin yeniden canlandırılması" olarak adlandırılamayacağına inanıyor. Aksine, anıtın yıkılmasının Özbekistan'ın oluşumunda önemli rol oynayanların anısına saygısızlık olduğuna inanıyor:
Fayzulla Khojaev, vatanının yararına hizmet eden bir adamdı. Bölgenin toprak paylaşımına ilişkin kararların kökeninde yer aldı. Siyasi açıdan oldukça bilgiliydi. Düşündüğü her şeyi doğrudan Stalin'in yüzüne söyleyebilen ender insanlardan biriydi.
1922'de Moskova'da yapılan toplantılardan birinde, Stalin'in yüzüne doğrudan SSCB'nin büyük bir hapishaneye, Moskova'nın ise ziyaretçilerin ya öldürüldüğü ya da hapsedildiği tehlikeli bir yere dönüştürüldüğünü söylemişti.
Bazı tarihçiler Stalin'in bu suçlamayı 1937'de genç Buharyan'a hatırlattığına inanıyor.
Mevcut kaynaklarda Çeçenler'in kökeni hakkında doyurucu bilgi vermiyor. Ne var ki, “Çeçenler'in Avar Türkleri’nin Kafkasya'ya uzanan kolu olduğu konusundaki iddialar ağırlık kazanmaktadırlar. Çeçen adının Avarların bir başka adı olan “Cücen' sözünden geldiği değişik kaynaklarda kabul görmüştür.” Çeçenistan'daki yer adlarında çokça görülen “Argun”, “Terek”, “Sezenyurt” gibi Türkçe isimler ve Türk Mitolojisindeki "Bozkurt"un milli sembol olarak halk arasında yaşaması ve Nevruz geleneği yukarıdaki iddiayı güçlendirmektedir. Fakat biraz önce belirttiğimiz gibi 'Müslüman, ‘mazlum' ve 'mağrur' bir halk olması Çeçenlerin bizim ayrılmaz bir parçamız olması için yeterli bir sebeptir. Rusya'nın Sovyet rejiminin Kafkasya'da kurduğu düzeni sürdürmek istediğini söylemiştik. Bu konuyu biraz açmak durumundayız. Sovyet Anayasası'na göre “bütün milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı” vardı ama hiçbir millet bu maddeden istifade ettirilmedi. Türk cumhuriyetlerinde, Azerbaycan'da, Baltık Cumhuriyetlerinde olduğu Kafkasya'da da milyonlarca insan “Kendi kaderini tayin hakkı”ndan söz ettiği için sürgüne gönderilmiş, kurşuna dizilmiştir. 1917 komünist ihtilalinin başında bütün Müslüman grupların silahlı birlikleri vardı. Ancak kızıllara mi, yoksa zalim Çar'a karşı mı savaşmalıydılar?
İki tarafa karşı savaşıp bağımsızlıklarını kazanma imkanları var mıydı? Bu gibi sorular her zaman gündeme gelmiştir. Türkistan'da, Kafkasya'da, Kırım'da, Kazan'da kurulan teşkilatlar da bu görüşler arasında ortak bir yol bulmakta sıkıntı çekiyorlardı. Müslümanları en büyük açmaza düşüren de 24 Kasım 1917 tarihinde yayınlanan ve Lenin ile Stalin'in imzalarını taşıyan, “Rus ve Doğudaki Bütün Müslüman Emekçilerine Çağrı” idi. Bu şeytanca çağrıdan hemen sonra Savnarkom’un 12 Aralık 1917 tarihli kararnamesi ile Hz. Osman'ın el yazması Kur'an-ı Kerim'in Petrograd Milli Kütüphanesi'nden alınıp İslam Kongresi'ne teslim edilmesi de Rus politikasının değiştiğini zannedenleri iknaya yetiyordu.
Müslümanları kendi davalarına kazanmak isteyen komünistlerin bu oyunlarının Müslümanların büyük çoğunluğu, Lenin'in bütün milletlerin kendi geleceklerini tayin hakkına sahip olduğunu kabul ettiğini, bundan sonra sömürmek yerine sömürgelere yardım edileceği, Stalin'in başında bulunduğu Milletlerin Halk Komiserliği Örgütü'ndeki Turar Resulov, Feyzullah Hocayev, Mollanur Vahidov, Mir Said Sultan Galiyev, Neriman Nerimov ve Halimcan İbrahimov'un Müslümanlann ezilmesine engel olacaklannı zannediyorlardı. Halbuki zamanla bu isimler birer birer ortadan kaldırılmıştır
TÜRKİSTAN-BERLİN HATTI VE ÖTESİ
Ne ümitlerle, ne hayallerle gelmiştik Hepsi bir illüzyon veya ütopya miydi? Biz Türkistan ihtilalcileri neredeyiz ve ne yapıyoruz?
Öğrenci, Ahmet Naim. 1929
1920'li yıllar Türkistan'daki Sovyet hâkimiyetinin giderek pekiştiği yıllardır. ilk dönemlerde Sovyet yönetimi, devam eden iç savaşın oluşturduğu kaos ortamı ve karşı karşıya kaldığı ekonomik problemlerin yoğunluğu gibi nedenlerle, çevre cumhuriyetlerdeki yerli yönetici kadroların görünüşte sosyalist fakat, özde milliyetçi yapılanmalar oluşturma çabalarına kısmen göz yummuştur. Özellikle yeni kurulan Buhara Cumhuriyeti'ni yöneten cedit kadroları ürkütmemek ve Sovyetler Birliği'ndeki istikrar sağlanıncaya kadar zaman kazanmak gerekiyordu. Zira Fergana'da başlayan Basmacılık hareketi hızla büyümüş ve bütün Türkistan’a yayılmıştı. Sovyet yönetimi, bölgede tam olarak kontrolü sağlayıncaya kadar ılımlı bir politika izlemenin yararlı olacağını görmüştü. Nitekim, 1921 yılının 26 Mayıs'ında, Lenin ve Çiçerin imzalı bir belge ile Buhara Cumhuriyeti'ne, bazı yabancı ülkelerle doğrudan iktisadi ve kültürel ilişkiler kurma hakkı tanındı. Bu imkândan yararlanan Buhara Cumhuriyeti yöneticileri, 1921-1922 yılları boyunca, özellikle Almanya ile iktisadi ve kültürel ilişkiler kurma çabası içerisinde olmuşlardır." İşte bu siyasi ortam içerisinde, yerli cedit kadrolar tarafından gerçekleştirilen önemli işlerden birisi de, dış ülkelere öğrenci gönderme projesidir. Moskova’nın tüm isteksizliğine rağmen, Buhara Halk Cumhuriyeti ve Türkistan ASSR'den 70 kadar öğrenciyi Avrupa'ya gönderebilmek için hazırlıklara başlandı. Eğitim için seçilen ülke Almanya idi. Dünya harbinden yenik çıkmasına ve içinde bulunduğu zor koşullara rağmen Almanya, hâlâ bir bilim ve teknoloji merkeziydi. Versay Antlaşması’nın getirdiği yükümlülükler nedeniyle, başta İngiltere olmak üzere, bütün diğer kapitalist ülkelerle ciddi sorunları vardı ve bu nedenle de çoğu uluslararası konuda Sovyet Rusya ile aynı cephede hareket etmek zorunda kalıyordu. Diğer taraftan, giderek artan ekonomik zorluklar sonucu toplum yapısında kutuplaşmalar ortaya çıkmıştı ve sosyalist hareketlerin gücü ve etkinlik alanı hızla genişlemekteydi. Bu gelişmelere paralel olarak, Alman siyasi kadroları içerisindeki sosyalistlerin sayısı da giderek artmaktaydı. Dolayısıyla, başta Lenin olmak üzere birçok Bolşevik yönetici, Avrupa'daki sosyalist devrimin ilk olarak bu ülkede başlayacağına inanmaktaydılar. Sonuç olarak Moskova, gerek kendi iç şartları ve gerekse geleceğe yönelik beklentileri sebebiyle, Türkistan'daki yönetici Ceditlerin Almanya ile ilişki kurmak ve bu ülkeye öğrenci göndermek yönündeki uygulamalarına göz yummuştur. Buhara Cumhuriyeti ve Türkistan ASSR tarafından başlatılan bu hareket, çocuklarını dış ülkelerde eğitime göndermek yönündeki toplumsal istekleri de körüklemiş ve çok sayıda öğrenci, kendi imkânlarıyla okumak üzere, dış ülkelere yönelmişlerdir. Tercih edilen ülkelerin başında Türkiye vardır. İkinci sırayı ise yine Almanya almaktadır. 1922-23 yıllarında başlatılan bu öğrenci hareketi, daha sonraki yıllarda, hariçte yürütülen Türkistan Milli Mücadelesinin kadrolarını oluşturmak bakımından büyük önem taşımaktadır. 1922 yıl başlarında, Türkistan'da yayınlanan Kızıl Bayrak gazetesinde, “Almanya'da Okuyan Müslümanlar” başlıklı bir makale çıkmıştı. Alman resmî makamlarından alınan verilere dayandırılarak yazılan bu makale, Müslüman ülkelerin eğitim açısından Almanya'yı tercih derecelerini göstermesi bakımından bir hayli ilginçtir. Makalede yansıtılan verilere göre Almanya’da, Osmanlı Türklerinden, çoğu kendi imkânlarıyla gelmiş olan bin kadar öğrenci, Arap ülkelerinden ise dört yüz civarında öğrenci mevcuttur. Aynı tarihlerde Kazan'dan kırk (26'sı özel, 12'si devlet burslusu), Azerbaycan'dan yetmiş bir, Kırım'dan iki, Kuzey Kafkas bölgesinden ise altı öğrenci vardır. Buna karşın Türkistan'dan kendi imkânlanıyla gelmiş tek bir öğrenci bulunmaktadır. Ziraat akademisinde okuvan bu öğrencinin adı Abdulvahap Muradi'dir. Osmanlı Türkleriyle, Kazan bölgesinden gelen Tatar Türkleri dışında hiçbir kavimden kız öğrenci olmayışı, vazar tarafından özellikle vurgulanmaktadır. Cedidizm hareketinin erken başladığı Kazan, Kırım ve Azerbaycan gibi Türk bölgelerinin Batı dünyasıyla olan bilimsel etkileşimleri, bu akımla ancak 1900'lerde tanışabilen Türkistan bölgesine göre çok daha ileri durumdaydı. Türkiye Türklerinde ise tartışmasız bir üstünlük görülmekteydi. Aynı yazar tarafından yayınlanan ikinci bir makalede, çeşitli Türk bölgelerinden Avrupa'ya gönderilecek öğrenciler hakkında bilgi verilmektedir. Buna göre 1922 yılında Buhara Halk Cumhuriyeti'nden 46, Hive Halk Cumhuriyeti'nden 5, Kazakistan'dan 15, Başkurdistan'dan 10 ve Tataristan'dan 10 öğrenci gönderilecektir. Türkistan ASSR'den gönderilecek öğrencilerin sayısı, çoğunluğu Taşkent şehrinden ve genellikle kendi imkânlarıyla olmak üzere, 19 kişi olarak belirtilmektedir Buhara Cumhuriyeti'nden gönderilecek öğrencilerin gözetim ve denetim görevi, cumhuriyet yönetiminin Harici Kültürel İlişkiler Bölümü Başkanı Abdulvahid Burhanof'a (Munzim) verilmiştir. Avrupa'ya öğrenci gönderme seferberliğinin Türkistan ASSR'de, Halk Komiserleri Sovyeti Reisi Turar Riskulof, Buhara'da ise Buhara Halk Şuraları Cumhuriyeti Hükümeti Reisi Feyzullah Hocayef tarafından şekillendirildiği bilinmektedir. Buhara Cumhuriyeti'nde, öğrenci göndermek ve eğitimi düzenlemek amacıyla Tatar eğitimci Alimcan İdrisi, Buhara Merkezi İcra Komitesi üyesi Burhanof ve elçilik görevlisi Keminski'den oluşan bir komisyon kurulmuştu. Türkistan ASSR'de ise, dış memleketlere gidecek öğrencilerin her türlü işlemleri, maarif nezareti bünyesinde oluşturulan bir bilim heyeti tarafından yürütülmekteydi. Almanya'ya gidecek öğrenciler, bu kuruluşun da yardımıyla, 1922 Ağustos'unda, kendi aralarında Kömek adıyla bir cemiyet kurdular. Taşkent'te kurulan bu cemiyetin başkanlığına Said Ali Hoca isimli bir öğrenci getirilmişti. Her iki cumhuriyetin yöneticileri tarafından başlatılan bu hareketin, halk arasında büyük bir heyecanla desteklendiği görülmektedir. Özellikle aydınlar, Türkistanlı gençlerin Avrupa ülkelerinde eğitilmesinin Türkistan'ın geleceğine çok önemli katkılar sağlayacağının bilincindeydiler. Meşhur Şair Abdülhamit Süleyman Çolpan, “İstikbal İçin Küreş”? başlıklı makalesinde şunları yazmaktaydı: Biz son zamanlarda gençlerimizin uzak memleketlere gidip bilim öğrenmek için çok hevesli olduklarını görüyor ve seviniyoruz. Bu gençlerin kendi başlarına ayrı ayrı hareket etmeyip “kömek”leştiklerinin de farkındayız. Çar Hükümeti döneminde iç Rusya Müslümanlarını Hristiyanlaştırmak meselesinde büyük çabalar göstermiş, meşhur İlminski siyasetinin önde gelenlerinden olan Popedovna, yazdığı bir mektupta, “yerli halk arasında (Müslüman-Türkler kastediliyor Y.N.) bizim için faydalı, en azından zararsız olacak insanlar, Rus dilini utanarak ve çok rahat konuşamayan, yazısında birçok hatalar bulunan, bizim genel valimiz bir yana, en küçük memurumuzdan korkan kişilerdir” diyordu. Buna karşı biz Rus diliyle değil, ileri Avrupa memleketlerinin dili ve bilimi ile cevap versek belki insan gibi yaşamaya hak kazanabiliriz. 1917 İhtilâli'nden 5 yıl sonra, 1922 yılında yazdığı bu makalenin satır aralarında Çolpan, Türkistan'a medeniyetin Ruslar tarafından getirildiği iddiasını çarlık dönemindekine benzer şekilde sürdüren komünist yönetimi de eleştirmekte; Türkistan'a göre çok gelişmiş olan Rus bilim ve teknolojisinin Avrupa bilim ve teknolojisi sayesinde yenilebileceği ümidini dile getirmektedir. Yurt dışına gönderilen öğrencilerin eğitim harcamalarının karşılanabilmesi ve yeni öğrenciler gönderilebilmesi için yalnızca devlet imkânlarıyla yetinilmemiş, çeşitli kültür, sanat ve spor faaliyetlerinden sağlanan gelirlerin bir kısmının aktarılmasıyla, ilave fonlar oluşturulmuştu. 18 Aralık 1922 tarihli Türkistan gazetesinin verdiği bilgiye göre, yurt dışında eğitim gören gençler için halk arasında büyük çaplı bir kampanya başlatılmıştı. Kampanyayı düzenleyenler arasında Nasir Mircelalov, Abdulhamit Süleyman Çolpan, Münevver Karı, Abdurreşidhanov ve Şakircan Hamidi gibi meşhur isimler vardı. 2 Aralık 1922'de, Taşkent’te, aydınlar tarafından bir edebiyat gecesi düzenlenmiş ve gecede toplanan 7500 som bu fona aktarılmıştı.
"Hatıraları ben 30 yıllık bir hasretle kucakladım ve onu büyük bir zevkle, heyecanla, ibretle, sevinçle ümitle, öfkeyle okudum. Hatıralar, 628 sayfalık büyük boy bir kitap. "Hatıralar"ın 288. sayfasında Ord. Prof. Zeki Velidi Togan çok önemli bir belgeden bahsediyor. Diyor ki:
"Biz Moskova'dan ayrıldıktan sonra toplanan Komintern Kongresinde (komintern: komünist enternasyonal demektir) Rus hariciyesinin ve Kominternin Yakın Şark mütehassıslarından Pavloviç, Yakın Şark'ta ve Orta Asya'da çalışacak olan arkadaşlarına, teksir edilmiş bir yazı vermiş. Fakat bunu Müslüman komünistlere vermemiş. Mamafih, Turar gibi, benim de tanıdığım bir Lehli komünist, o yazının bir kopyasını Turar'a gizlice vermiş. Sonra, 1923'te Tatar aydınlarından Osman Tokumbet, bunu Berlin'e getirebilmiş. Bu yazıda Yakın Şark mütehassısı Pavloviç şöyle diyor:
1. Yakın Şark'ın, Arap-Türk-İranlı-Afganlı gibi milletlerinde, kapitalizm ve sınıf farkı inkişaf etmemiş olduğundan, bunun yerini tutacak olan mezhep ve tarikat ihtilafları-ayrılıkları yaşatılmalıdır.
2. Şahsî entrikalarla tüccarlar ve şeyhler arasındaki geçimsizlikten ve rekabetten istifade edilmelidir.
3. Bu milletlerin dilleri, imlâları istikrarlı olmadığından, aralarında kuvvetli-edebî dillerin meydana gelmemesine çalışılmalıdır.
4. Halka yanaşılmalı, mevcut diller parçalanmalıdır.
5. Bu milletlerde kültür işleri ve fikir adamları pek ince bir tabaka teşkil ettiğinden bunlar kolayca bölünmeli ve kırılmalıdırlar."
Sovyetlerdeki Pavloviç'ler, 1926 yılında Azerbaycan'da ve Türkistan'da Lâtin alfabesine geçtiler. Maksatları Türkiye ile Türkistan arasındaki kültür beraberliğini bozmaktı. Pavloviç'ler sadece Türk topluluklarının alfabelerini değiştirdiler. Sovyetlerde yaşayan Ermenilerin, Yahudilerin, Gürcülerin... alfabelerine dokunmadılar. Sadece Türk topluluklarının ortak alfabelerini ortadan kaldırdılar. Onlardan 2 yıl sonra 1928 yılında, biz de Lâtin alfabesine geçtik. Bu defa Pavloviç'ler, Türk Cumhuriyetlerine Kiril alfabesini getirdiler. Her cumhuriyete ayrı bir alfabe verdiler. Pavloviç'lerin vazifesi katiyen bitmedi. Şimdi bizim bin yıllık kelimelerimizi dilimizden çıkarıp atanlar, Pavloviç'leri hatırlatıyorlar. Veya Pavloviç'lerin emriyle hareket ediyorlar. Yani bütün Türk dünyasında ortak olan kelimeleri birer ikişer tırpanlayarak "dilde, fikirde, işte birlik" davamızı yok etmeye çalışıyorlar. Türkiyeli Pavloviç'lerin dil ihanetlerine dikkat etmeliyiz. Dilimizi ve imlâmızı biteviye bozanlar acaba kime hizmet ediyorlar dersiniz? Dünyada her milletin bir alfabesi var. İngiliz'in, Fransız'ın, Rus'un, Yahudi'nin, Alman'ın bir alfabesi var. Dünyada yirmi dokuz alfabeyle okuyup yazan, yani alfabesi yirmi dokuz farklılık gösteren tek millet biziz. Niçin acaba?
Laiklik nedir diye soranlara :
"Laiklik inandığı dinlerde, tek başına şahitliği bile kabul edilmeyen insanların hakimlik, savcılık, avukatlık yapabildiği düzendir. "
Laiklik Fransız icadı değil Türk'tür
Bu kavram Türk anayasasına 1937 de Fransa anayasasına ise 1946 girmiştir,o halde laikliği kim kimden almıştır?
1924 Anayasasında yapılan değişiklikle laiklik ilkesi 05.02.1937 tarihinde Anayasamıza girmiştir. Kabulünün 87.yıldönümü kutlu olsun.
Laiklik Türk icadıdır.
Laiklik dünyada ilk kez 1050'lerde Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey tarafından gerçekleştirilmiştir.
Halife el-Kaaim'in dünyevi ve idari yetkileri kısıtlanmıştır.
Tuğrul Bey’in devrimi sadece Atatürk’ün laiklik devrimine değil, Fransız Devrimi’ne de örnek olmuştur.
LAİK YÖNETİM'in ilk kez 1050'lerde SELÇUKLU SULTANI TUĞRUL tarafından uygulandığı bilgisi FRANSIZ DEVRİMİ'NDEN ÖNCE; DE GUIGNES VE VOLTAİRE TARAFINDAN FRANSA'DA YAYILMIŞTIR.
Fransızlar dahi Tuğrul Beyi örnek aldıklarını kabul etmektedir. Laiklik Türk Anayasasına 1937'de Fransız Anayasasına 1946'da girmiştir. Kim kimden laikliği almış oluyor.!
Laiklik ilkesi özgürlüktür .Türkiye Cumhuriyeti'nin temel harcı laikliktir.
İlk bulunan maden nedir?
Maden Devri'nde insanlar bakırdan silah, kap, kacak yapımında yararlandılar. Özellikle bu madenin dayanıksız olması yaygın olarak kullanılmasını engellemiştir. Maden Devri'nde ilkdefa işlenen ve kullanılan madenler bakırın yanında altın ve gümüş olmuştur.
Tarihte kullanılan ilk maden bakırdır
Sakarya Meydan Muharebesi, Atatürk tarafından çok büyük ve kanlı savaş anlamına gelen Melhame-i Kübra ifadesi ile anılan sakarya nehrinin doğusunda Ankara’da Polatlı Haymana hattında yapılmıştır Sakarya’da değil
Sakarya Meydan Muharebesi, Kurtuluş Savaşı'nın dönüm noktası sayılır.İsmail Habip Sevük, Sakarya Meydan Muharebesi'nin önemini, "13 Eylül 1683 günü Viyana'da başlayan çekilme, 238 sene sonra Sakarya'da durdurulmuştur." sözüyle tasvir etmiştir.
Bir zarafet merkezi Yenişehir Fener
Osmanlı döneminin parlayan yıldızı Yenişehir Fener, benzer Balkan şehirleri gibi, Türk yönetimi sonrası çok renkli ve ışıltılı konumunu kaybetti. Yine benzer örnekler gibi başta mimari olmak üzere Osmanlı dönemine ait neredeyse her şey hoyratça ortadan kaldırıldı.
Mustafa İsen / Yazar
Geçmişte şehir tarihimizin çok önemli bazı merkezleri vardır ki bugün hafızamızdan kayıp gitmiştir. Ancak sınırlı sayıda uzmanın belleğinde yaşayan bu tür şehir örneklerinden biri de Yenişehir Fener'dir. Bugün Larissa adıyla bilinen Yenişehir, Yunanistan'da Tesalya ovasında yer alır. Aynı adı taşıyan başka şehirlerle karıştırılmaması için Osmanlılar zamanında Yenişehr-i Fener olarak adlandırılmıştır. Şehir Osmanlı döneminde Vardar Yenicesi, Vidin ve benzeri konumdaki bazı şehirler gibi bir akıncı merkezi idi. Osmanlı döneminde (1386-1881) elliden fazla camii, önemli medreseleri ve pek çok tekkesiyle imparatorluğun Avrupa'daki en büyük şehirleri arasında bulunuyordu. Yerleşik tarihi eski çağlara kadar iner. Yunanistan'ın en önemli ekonomik eksenini oluşturan Selanik-Atina yolunun (günümüzde otoyol) buradan geçmesi önemini arttırır.
Yenişehir'in de dâhil Doğu Tesalya, 1386'da bölge fatihi Gazi Evrenos Bey tarafından feth edildi. Onun, Batı Anadolu'dan getirdiği Türkleri, boş, ancak verimli olan topraklara yerleştirdiği bilinmektedir. 1420'den itibaren öne çıkan Rumeli akıncılarından Turahanoğulları ailesi Yenişehir'i ve bütün Tesalya'yı 100 yıldan fazla bir süre yönetti. Aile bölgeye cami, okul, hamam, kervansaray, köprü, tekke gibi elliden fazla büyük bina yaptırdı; beldeyi yeniden imar etti. Bölgedeki akıncı beylerine sağlanan olağanüstü yetki ve vakıf imkânlarıyla başka örnekler gibi Yenişehir de kısa sürede çok önemli bir askerî, ticarî aynı zamanda kültürel merkeze dönüştü. Daha 1446 yılında Turahan Bey vakfiyesine göre Yenişehir'de bir cuma camii, bir medrese, bir zaviye, bir hamam, büyük bir boyahâne, pirinççi, sabuncu, helvacı ve kasap dükkânları, Köstem Nehri üzerinde su değirmenleri ve bunların yanında çok sayıda bahçe mevcuttu.
50 bin kişilik namazgah
Evliyâ Çelebi yetmiş bir mescidden ve 50 bin kişiyi içine alabilecek bir namazgâhtan söz eder. Şehrin on hankahı ve tekkesi yanında ancak önemli şehirlerde karşımıza çıkan âsitane konumunda bir de Mevlevîhânesi bulunmaktaydı. Kısacası bir akıncı merkezi olmanın şehre sağladığı bütün avantajlara Yenişehir de sahipti. Bu yüzden müstesna bir şehir olarak ortaya çıktı. Bu özel durumu nedeniyle hem avlanmak hem de o sıralarda kuşatma altında bulunan Girit'teki gelişmeleri yakından takip etmek için IV. Mehmed (d.1642- ö.1693) bazı yıllar burada kalmıştı.
Balkanlarda bir Osmanlı medeniyetinden bahsedilmesine imkân veren asıl unsur Rumeli şehirleridir. Osmanlı Devleti, günümüzde önemli şehirler olarak bilinen pek çok yerleşim merkezinin büyük bir kısmını ilk defa kurduğu gibi var olanları da kendi şehir mimarisi tarzına dönüştürdü. 15. yüzyıldan itibaren fethedilen bu topraklarda iç karışıklıklar dolayısı ile büyük ölçüde tahrip edilmiş mekânlar, önce Balkanlar tarihinde görülen en uzun süreli güvenlik şemsiyesi altına alındı. Ardından Balkan coğrafyasının zor yol imkânları, var olanların iyileştirilmesi, olmayanlar için ilk defa inşası ile ulaşıma açıldı. Geçişe imkân vermeyen dağlar aşıldı, nehirler, pek çoğu bugün de ayakta olan abidevî köprülerle ulaşımın bir parçası haline geldi. Bu yolla beşerî ilişkiler gelişti, farklı kültürler birbirini tanımaya başladı. İşte bu imkânlarla Osmanlılar Anadolu'da gelişmiş bulunan şehir birikimini güncelleyerek bölgeye taşıdı. Sanayi devrimi öncesi üretimin başlıca merkezi olan zanaatçılığı ve bunların pazarlamasını yapan esnafı şehrin ana unsuru haline getirdi. Böylece Balkan yarımadasında çok sayıda yeni kasaba ve şehir camileriyle, mektep ve medreseleriyle, tekke, han ve hamamlarıyla, şark tipi çarşıları ve yeni zanaatlarıyla ortaya çıktı. Bu şehirler bir ihtiyaç analizi ile ortaya çıktığı için hemen tamamı önemli yol güzergâhlarında ve stratejik mevkilerde kuruldu. Osmanlılar, kendi memurlarını, askerî birliklerini, göçmen ve zanaatçılarını beraberinde getirip bu şehirlere yerleştirdi. Onlar için gerekli olan maddî ve manevî yapılar oluşturuldu. Yenişehir bu çerçevenin karakteristik örneklerinden biridir. Zengin Teselya ovasında ilk kez kurulduğu için adı Yenişehir'dir. Osmanlı şehirlerinin pek çoğu gibi merkezinde kurucuları olan Turahanoğulları'nın kurduğu çarşı camii bulunur. Bunun etrafında çeşitli zanaatçılardan müteşekkil çarşılar, dükkânlar, kavşaklar ve muhtelif din ve mezheplerin mensuplarının ayrı ayrı oturdukları mahalleler yer alır. Camilerin etrafında medreseler, kütüphâneler, hanlar, hamamlar, imarethâne ve diğer idarî binalar bulunur. Bunlar güçlü vakıflarla desteklenir. Bu yapının tamamlayıcı unsuru tekkelerdir. Buralarda dervişler toplanır, kendi usullerine göre eğitilir, şeyhin yönetimi altında dinî ve sosyal hayatın düzenlenmesinde rol üstlenirler.
Yumuşak güç olarak tasavvuf
Bu şehirlerde bir anlamda toplumun akli tarafını medreseler, irfani ve kalbi tarafını da tekkeler oluşturur. Bu kurumların şehir içindeki rollerine göre de bazen medreseler ve bilginler ağırlıklı yer tutarken bazılarında da irfani tarafın temsilcileri olan dervişler o yörenin gidişatında etkin olurlar. Yenişehir ikinci gurup içinde değerlendirilmesi gereken yerleşim yerlerindendir. Tasavvuf bu bölgelerde farklı kültürler arasında iletişimi sağlayan çok önemli bir yumuşak güç olduğu gibi Müslüman kesimler arasında sosyal dayanışmayı, kültürel gelişmeyi sağlayan önemli bir etkendi. Yenişehir'de etkin olan tarikat Mevlevîliktir. Osmanlı coğrafyasında Mevlevîhâneler, zaman içinde yayılmıştır. Yenişehir'de Mevlevîhâne 17. yüzyılda kuruldu. Genel olarak Mevlevîhâneler, iki şekilde kurumlaşmıştır. Bunlardan ilki 1001 günlük eğitim ile çile çıkarılıp "dede" olunabilen ve âsitâne olarak isimlendirilen Mevlevî tekkeleridir. Diğeri ise daha çok bir misafirhâne statüsünde olan küçük Mevlevî zaviyeleridir. Yenişehir Mevlevîhânesi Balkanlardaki tek âsitanedir. Bu konumuyla da bu şehirde bulunan pek çok ismin yetişmesine imkân hazırlamıştır. Balkanlardaki tasavvufî hareketlerin genelinde olduğu gibi Yenişehir Mevlevîhânesi'nde de Melamî neşe ön plandadır. Yenişehirli herkesi tesiri altına alıp onlara temel tasavvufî bilgileri vererek belli bir şekle sokan gelenek, oradan yetişen aydınların hemen tümünde görülen ortak özellikleri de onlara kazandıran ocak olmuştur. Buradan yetişen çoğu şair Yenişehirli kadro, tam da Yenişehir tarzıdiyebileceğimiz şekle ait titizlikten âzâde tavırları, samimi ve derinliği olan ruh halleri, hep yükseklerde gezen kayıt tanımayan aldırmaz edaları ile dikkat çekerler. Yenişehir'de çerçevesi çizilen bu rint tipinin en karakteristik temsilcisi Yenişehirli Avnî Bey ile onu yetiştiren Hasan Nazif Dede'dir (d. 1794 - ö. 1860).
Şems kolu müntesipleri
Mora Yenişehiri'nin Oganlı kasabasında doğan Nazif Dede, iyi bir öğrenim görüp müderris oldu. Fakat küçük yaşlardan itibaren ilgi duyduğu Mevlevîliğe yönelip şeyhliğe kadar yükseldi. Önce Yenişehir Fener'de sonra Beşiktaş Mevlevîhâne'sinde şeyhlik yaptı. Yenişehirli Avnî'nin kayınpederi, Fahrî mahlasıyla şiirler kaleme alan Hüseyin Fahreddin Dede'nin (ö.1911) babasıdır. Mevlevîlikte sözleri ve fiilleri daha coşkun olan kimseler Şems kolu müntesipleri olarak değerlendirilmiştir. Hasan Nazif Dede bu geleneğe mensup kabul edilebilir. Bu yüzden onun Ehlibeyt sevgisi hakkındaki tutumu ve vahdet-i vücûd çizgisindeki coşkulu ifadeleri, kendi devrindeki bazı Mevlevîler tarafından dahi imtina ile karşılanmıştır.
Yenişehirli Avnî Bey'in (d. 1826 - ö. 1883) asıl adı Hüseyin olup babası Ebu Bekir Sıdkı Paşa'dır. İyi bir öğrenim görerek yetişti. Avnî Bey farklı mizaçta, dikkate değer yeteneklerden biriydi. Bu konumdaki insanlar bir yere yerleşip kalamayan, çevreleriyle uyum içinde olamayan özellikler gösterirler. Tekdüze hayat onlar için bir azap vesilesidir. Çoğu kez bu huzursuzluktan kurtulmak için içkiye sığınırlar. Böyle bir yaşantı da onları çevrelerinden koparır. Avnî Bey içki dışında bu gerilimden tasavvufa sığınarak kurtulmaya çalıştı. Samimi bir Mevlevî ve Mevlanâ hayranı olana Avnî'de tasavvuf deyimleri şiirin iç ve dış âhengini sağlayan estetik unsurlar halindedir. Türk şiirinin gelenekle ilişkilerinin tartışıldığı bir dönemde yaşamış olan Avnî Bey, asırlar boyunca yavaş yavaş oluşmuş bir şiir estetiğine zarar vermeden yenileşmeyi denemek isteyenlerdendir.
Mevlevilik yanında bölgede fetih aşamasından itibaren kendini gösteren Bektaşî kültürü de Yenişehir'deki insan yetiştirme merkezlerinden biridir. Bu kurumlar aynı zamanda bölgedeki Türk şiirinin de üretim merkezleridir. Mahzunî Muharrem Baba (ö. /1867/1869?), Fennî (ö. 1888) ve Hadice Bacı (d. 1865 / ö. 1936) bu geleneğin yetiştirdiği isimlerdendir.
Yenişehir sahip olduğu bu kültürel atmosferiyle bura doğumlu isimler yanında şehre görevle gelenleri de etkilemiş önemli merkezlerdendi. Burası benzer Rumeli şehirleri gibi Türk, Rum, Bulgar, Makedon, Ulah, Arnavut, Müslüman, Hristiyan, Yahudi gibi farklı ırk ve dinlerin bir arada yaşadığı gerçek anlamda çok kültürlü bir yapı gösteriyordu. Yenişehirli Avnî Bey'in şahsında görülen ve Rumeli üslubu diyebileceğimiz Melamî neşveye sahip eda, rintçe tavırlar, tasavvufî tevekkülün doğurduğu dünyaya aldırmama, az veya çok bu şehirde yaşayanların ortak özelliğidir. Nitekim Vahid Mahtumî (ö. 1733) ve Muallim Nacî (d.1850- ö.1893) gibi bu şehirde doğmamış olmakla birlikte bu üslup ve atmosfere yatkın isimlerin de Yenişehir'deki görevleri esnasında hem buradaki ortamdan etkilenmeleri hem de buraya artı değer katarak olumlu çabalarda bulunmaları ilginçtir. Kadı ve müderris gibi çok sayıda aydın görevlinin de aynı şekilde bu havadan etkilendikleri gibi buraya değer kattıklarını kaynaklar bize göstermektedir.
Bu önemli konumuyla Yenişehir pek çok Osmanlı mimari eserinin vücut bulduğu, tasavvuf ve edebiyat tarihi temsilcisinin, bilim insanının, plastik sanat mensuplarının ve musiki üstadının doğduğu, yaşadığı ya da hizmet verdiği yerdir. Bunların edebiyat boyutunu sayıyla ifade etmek gerekirse bura doğumlu 32 şair/yazar karşımıza çıkar Ayrıca Muallim Nacî ve Vahid Mahtumî gibi 39 ilginç ismin burada görev yapmış olması da dikkat çekicidir. Bu tabloyla şehir Osmanlı Rumelisi'nin gerçekten en önemli zerafet merkezlerinden biriydi.
Üzülerek belirtmek gerekir ki Osmanlı döneminin parlayan yıldızı Yenişehir Fener, benzer Balkan şehirleri gibi, Türk yönetimi sonrası bu çok renkli ve ışıltılı konumunu kaybetti. Yine benzer örnekler gibi başta mimari olmak üzere Osmanlı dönemine ait neredeyse her şey hoyratça ortadan kaldırıldı
Yorumlar
Yorum Gönder