Adalete Bakış
Bir aslanı gün boyu takip etseydiniz ve aslanın yaşamak için verdiği mücadeleye tanık olsaydınız günün sonunda bu aslanın bir ceylan yakalayıp yemesi sizi mutlu ederdi. Aynı hikayeyi ceylanı takip ederek başlasaydınız ve ceylanın yaşamak için verdiği mücadeleye tanık olsaydınız,günün sonunda bu ceylanın bir aslan tarafından yenmesi sizde bir öfke uyandırırdı. Yani başlangıç noktasını farklı seçersen aynı olay kişide iki farklı yargı oluşturabilir.Bu yüzden kişinin içindeki adalet duygusu, hangi hikayeyi ne kadar süreyle takip ettiğine bağlıdır.
Lacan'a göre bir dürtünün amacı tatmin olmak değildir. Kendisini yeniden üretmektir. Elde edilmiş şeyler kişide arzu uyandırmazlar. Arzuyu yeniden uyandıran şey, başkalarının ona sahip olmak istediğini görmektir.
Bir şeyin, kendi kendisini anlayabilmesi için ,kendi kendisinden daha fazla olması gerekmez mi?
Bir ideolojinin boyunduruğundan kurtulup ta başka bir ideolojinin boyunduruğu altına giren insan, bir ceylan tarafından doğurulup bir yılan tarafından yutulan canlıya benzer! Yani özgürlük dediğiniz şey, çoğu zaman bir yanılsamadır!
İki insan arasındaki mutualis bir ilişkide, dışarıdan istekmiş gibi görünen şeyler, çoğu zaman içlerinde birer reddetmek güçsüzlüğü barındır. Buna benzer bir mekanizma, bugün ikili ilişkilerde de geçerlidir. Bir taraf reddedilmediği şeyi, diğer taraf onaylama olarak algılar.
Beklentiler, dolu bir bardaktan boş bir bardağa, yün bir ipin içinde ağır ağır akan su damlaları gibidir. Bekleyen, her zaman beklenenden daha erken terk eder sahayı !
"Anahtarlar her zaman kurtuluş vadetmezler."Hatta bazen tutsaklığın hissedilirliğini daha da arttırırlar.
Herhangi bir inanç, ideoloji ya da kişilik, kendini kapsadıklarıyla değil dışladıklarıyla belli eder.
Yani dışarıdan istekmiş gibi görünen şeyler, çoğu zaman içlerinde birer reddetme güçsüzlüğü barındırır.
Eleştirmek, ceviz kırmak gibidir: Kabuğu kıracak kadar sert, içindekini ezmeyecek kadar yumuşak vuracaksın!
Yani bazen, bazı şeylere sahip olmak için, onlardan vazgeçmeyi öğrenmek gerekir!
" İnsanlar kişiliklerinde neyi bastırırlarsa, yeri geldiğinde onu kusarlar. "
Kazandığın bir şeyin kıymetini o şey uğruna kaybettiklerin belirler...
Kişi yapamadığı bir şeyi ,başkasına da yasaklamaya meyillidir.
Nietzsche, bilincin şeffaflığına dair şöyle bir benzetme yapmıştır: Kemikleri, eti, bağırsakları ve kan damarlarını kaplayan deri nasıl insan görünümünü katlanılabilir hale getiriyorsa, ruhun çalkantıları ve dürtüleri de bilinçle kaplanmıştır. O da ruhu katlanılabilir hale getiren derisidir.
Bireyin sahip olduğu şey ile sahip olmak istediği şey arasındaki uçurumu, biraz da fırsatlar ve imkanlar arasındaki çelişkide aramak lazım.
Duyarsızlaşmak, zihnin bir çeşit enerji tasarruf etme biçimidir.
Yani demem o ki kişi, kendi kişisel niteliklerine duyduğu güvensizliği, herhangi bir otoritenin arkasına sığınmakla telafi etmektedir. Ve bu anlamda bireyin gerçek kişiliği, her geçen gün kendi zihninde yaşayan Bir mülteci konumuna düşmektedir.
Herkes, bir başkasını yargılarken kullandığı kriterlerin, aslında bize kendi kalitesi hakkında bilgi vereceği gerçeğinin ne kadar farkındadır ki?
“Kırılan her şey sağlamından daha çok şey öğretir.”
Arayışlar, her zaman iyidir çünkü bir şeyin nasıl bulunacağını öğrenemeseniz bile nasıl bulunamayacağını öğrenmiş olursunuz
Elde edilmiş şeyler, kişide arzu uyandırmazlar. Arzuyu yeniden uyandıran şey, başkalarının ona sahip olmak istediğini görmektir çünkü bu sayede kişi, başkalarının arzuları üstünde otorite sahibi olduğunu düşünür
Küçük şeyler büyük değişimler yaratmazlar;sadece birikmiş olan beklentileri gün yüzüne çıkardılar.
Aşk, aynı insana dair farklı hayaller kurmaktır! Şehvet ise farklı insanlara dair aynı hayali kurmaktır!
Çünkü aptalık, bir defa talep görmeye başladıktan sonra artık aptal olmamak da bir aptalıktır.
"İnsanların geneli, reklamlarla gelip reklamlarla giden bir yaşam tarzına sahiptir."
Her insan bir yerde kendi çağının genel eğiliminin bir ürünüdür.
Yalanın insana özgü bir nitelik olduğu düşünülür. Halbuki hayvanlar bugün bunu yalanlamaktadır. Bugün deneysel ve psikolojinin gözlemlerine göre yalan söyleyen insanlar, burunlarına daha fazla dokunuyorlarmış. Belki de Pinokyo'nun yazarı Carlo Collodi Bu yüzden pinokyo'yu yalan söylediğinde burnu uzayacak şekilde kurgulamıştır. İnsan ilişkileri hassas bir denge üstüne kuruludur. yalanın fazlası bu dengeyi ne kadar bozuyorsa dürüstlüğünde fazlası bu dengeyi o kadar bozmaktadır. Yani toplum ne fazla yılana ne de fazla dürüstlüğü kabul eder. Bu yüzden kişiye aradaki ince bir çizgi üzerinde yürümek kalıyor.
Dünya sömürü günü" diye bir gün niye yok? Ya da "Dünya Pezevenkler Günü", "Dünya Kalpazanlar Günü", "Dünya Hırsızlar Günü" ya da "Dünya Gereksizler Günü" ... Bu tarz şeylere gün atfedilmemiş çünkü senenin üç yüz altmış dört günü yapılan şeyler bunlar ve geriye kalan bir günü de bunlara ayırmak yakışık almaz.
Nasıl ki tıkanan bir lagim ortaliğa pis kokular yayiyorsa , aynı bunun gibi tıkanan bir zihin de ortaliga pis kokular yayar ! Ve sürekli aynı insanları gündemde tutup da bu insanlardan farklı bir sey duymayi beklerseniz eninde sonunda bu insanlarin dışkılarıyla muhatap olursunuz ! Cunku bir kuyudan durmadan su çekmeye çalışmak belli bir süre sonra çamuru da beraberinde getirir.
Bir toplumun herhangi bir konudaki ciddiyeti o şeye ayırdığı ekonomiyle ölçülür. Bunun dışındaki her şey laf cambazlığıdır.
Yaban sığırları, üzerlerinde çoğu zaman sığırcık kuşu barındırırlar. Dışarıdan bakanlar, bu iki hayvanın aralarında mutuailist bir ilişki olduğunu düşünür, ''Sığırcık kuşları, yaban sığırların üstündeki keneleri temizler ve yaban sığırları da bu yüzden sığırcık kuşunun konaklamasına izin verir, gibi. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü sığırcık kuşları, nadiren kenelerle beslenir. Aslında onların beslendiği şey, yaban sığırlarının açıkta kalan yaralarıdır. Yaban sığırları, bu kuşu verdiği rahatsızlıktan dolayı defalarca kovar, ama sığırcık kuşu, her seferinde tekrar döner. Bu kuşu kovmaktan yorulan yaban sığırı, çareyi ona teslim olmakta bulur ve kuşa engel olmaktan vazgeçer.
Yani;
dışarıdan istekmiş gibi görünen şeyler, çoğu zaman içlerinde birer reddetme güçsüzlüğü barındırır. Buna benzer bir mekanizma, bugün ikili ilişkilerde de geçerli değil midir? Bir tarafın reddedemediği şeyi, diğer taraf onaylama olarak algılamıyor mu?
Nietzsche, hristiyanlık kişiyi bedenen zayıf düşürürken Müslümanlık ise kişiyi zihnen zayıf düşürmektedir. Nietzsche, bu tarz dinlerin sonunun nihilizmle biteceğini öngörüyor. Nihilizmden kastettiği şey, hiçbir şeye değer vermeyen bir insan değildir. Değer vermenin kendisine, yeteri kadar değer vermeyen bir insandır
Tadı kötü ama kokusu iyi olan bir şeyi, tadı iyi ama kokusu kötü olan bir şeye tercih ederiz. Bu anlamda koku dediğimiz şey, tadın en temel özelliklerinden biridir. Mesela, nezle olduğunuzda her şeyin tadı aynı gibi gelir. Bunun sebebi, canlılarda tatlı, tuzlu, acı ve ekşi olmak üzere dört tane tat duyusunun olmasıdır. Ama bu tatlar, kokularla birleşince ortaya farklı kombinasyonlar çıkar. Yani, herhangi bir şeyin tadının büyük bir kısmını, o şeyin kokusu oluşturur.
Ve koku, bu anlamda sadece beslenmede değil, eş tercihinde de önemli bir rol oynar. Örneğin, farelerle yapılan bir deneyde, farelerin eş tercihi yaparken tercih ettiği kokuların, kendi kokularına benzemeyen kokudaki fareler olduğu görülmüştür. Aynısı, insanlar için de geçerlidir. Bunun sebebi farklı kokuların, farklı bir genetiğe işaret etmesi ve bu tarz bir genetiğin canlılarda çeşitliliği arttırmasıdır.
Üstündekinin altını temizlemek, altındakinin ise üstünü kirletmek! Hiyerarşiye dair kısır döngüler...
… gerektiğinde çatışmaktan korkmayan bir insanın ,iradesini teslim alamazsın. Çünkü o, var olmamayı, istemediği bir tarzda ,var olmaya tercih eder.
Bir şeyh, herhangi bir insanın üstündeki gücünü o insanın şeyhe olan inancından alır
Dişi karadul örümcekleri, çiftleştikten sonra çiftleştiği erkeği yer. Bunun nedeni, bu canlılarda çiftleşme esnasında oluşan açlık dürtüsünün cinsellik dürtüsüne galip gelmesi ya da ona eşlik etmesidir..
Kişi , daha güvenli bir hayat icin herhangi bir sürüye dahil olur. Herhangi bir sürüye dahil olmanin bedelini ise gün bir gün istemedigi yöne kanat cirpmakla öder.
Dolaysıyla Shakespeare, "Hayat bir tiyatrodur," derken kısmen doğru ama eksik bir tespit yapmıştır. Bence hayat, bir kısa film yarışmasıdır; o donuk ve de anlamsız suratların sürekli aynı pozu vermek zorunda kaldığı bir yarışma!
Kambur bir insanı ne mutlu ederdi? Kendisininkinden daha büyük kambura sahip olan bir insan görmek!
“İnsanlar ikiye ayrılır: ‘İnsanları ikiye ayıranlar ve ayırmayanlar olmak üzere!”’
Bazı insanlar herhangi bir otorite karşısında, tıpkı bir hamam böceği gibi kafasız yaşayabiliyorlar. Yani sahip oldukları iradeyi rahatlıkla sindiriyorlar. Bu yüzden insanlar, durduramayacaklarını anladıkları her şeyin peşine takılırlar. Çünkü bu zihnin en ilkel savunma mekanizmalarından biridir.
“Doğanın temelinde kesinlik, belirsizdir. Belirsizlik ise kesindir
Geçmişten beri insanlar belirsizlikten nefret ederler. Bu yüzden her olaya yanlış da olsa bir hikaye uydururlar. Çünkü hikâyeler, zihinde bir rahatlama sağlar.
Geçmişte insanlar dinsel ayinlerde gerekli ruh hâlini veya coşkuyu yakalamak için uyuşturucu benzeri maddeler kullanıyorlarmış. Yani dinsel bir kafa, belli bir miktarda bilinç bulanıklığı ister.... Bugün bu tarz bir bilinci tarikat ve benzeri yapılarda görmek mümkündür. Aralarındaki tek fark şudur: Geçmişteki uyuşturucu, yerini kalabalığın yarattığı duygusal coşkunluğa bırakmıştır.Ve Kant (!) " İnsan, insanın kurdudur, " diyordu.
İnsan beyni, günde elli binden fazla düşünce üretmek zorundayken piyasada niçin bu kadar aptal var? Çünkü, beynin sana "Eli binden daha fazla düşünce üretmek zorundasın," demiş ama "Aynı düşünceyi tekrar tekrar üretmek yasaktır," dememiş. Yani burada kişiyi vasat kılan şey, tekrarın sayısıdır.
Rekabet, bilinçsiz bir organizmanın temel reflekslerinden biridir.
İnsan ömrünün artmasıyla birlikte, çocukluk yaşantılarının insan üzerindeki etkisi de artmıştır. Yani çocukluk yaşantıları belirli bir yaştan sonra daha belirgin hale gelmiştir. Freud, “Bir insanın kişiliğini, çocukluk yaşantıları belirler,” der. Bence Freud'un bu tespiti, insan ömrünün artmasıyla birlikte geçerlilik kazanmıştır.
Çünkü otuzuna gelmemiş bir insan; yaşayacaklarına, yaşadıklarından daha çok değer verir. Otuzunu geçmiş insanlar ise yaşadıklarını, yaşayacaklarından daha çok anımsarlar. Yani anılar, belli bir yaştan sonra hayallere daha baskın gelirler.
Bu yüzden çocukluk yaşantıları, insan ömrünün artmasıyla birlikte kişinin hayatında daha belirgin bir rol almaya başlamıştır. Dolayısıyla, sözü toparlayacak olursak; ben insan ömrünün artmasıyla birlikte ortaya çıkan sorunlara koltuk yarası diyorum. Bu yüzden psikanalitik de bir koltuk yarası olabilir.
Neticede zeka dediğiniz şeyin yakıtı merak, yani öğrenme hazzıdır.
Herhangi bir inanç, ideoloji ya da kişilik, kendini kapsadıklarıyla değil dışladıklarıyla belli eder.
Bir kuşu vurmak için ona taş atarsınız ve kuş, attığınız taşı görür. Taştan kaçmaya çalışır ama bu kaçış sonucu tamda yapmak istediğiniz şeye hizmet eder. Kendisini taşa vurur. Yani, kaçmasa taş ona değmeyecektir. Bunun modern psikolojideki adı, kendini gerçekleştiren kehanettir.
Kırılan her şey sağlamından daha çok şey öğretir.
Freud; "Bir insanın kişiliğini, çocukluk yaşantıları belirler," der.
Zihin bir kilit, kelimeler birer anahtar gibidir, çoğu zaman. Uyumlu kelimeler, uyumlu zihinlerde ifade bulurlar.
“Parmak, gökyüzünü gösterirken sadece aptallar parmağa bakar.
…insanları ayıran bir doğruya mı daha çok değer vermeli yoksa insanları birleştiren bir yalana mı?
Mutluluk , kendi basina bir amaç degildir ; mutluluk , amaca giden yolda istemsizce ortaya cikan bir yan üründür.
Kişi kendisini iyi hissetmek için gözlerini, kendisinden daha kötü olan bir insana çevirmemelidir. Çünkü olayın derine indiğinizde bu aslında başkasının acısından haz alma gibi, sadist bir eğilimden başka bir şey değildir. Bu yüzden kişi, içindeki bu tarz eylemleri bastıracak kadar büyük değilse bile, yaptığı şeyi kavramlarla mantığa bürüyecek kadar küçülmemelidir.
Gerçekliği, beğeninin kıskacından kurtarabilmek! Bunu kaç kişi başarabiliyor dersiniz?
Düzenli aralıklarla kendisini tekrarlayan düzensizlik, kişide bir düzen algısı oluşturabilir.
Bir uyarıcıya uzun süre maruz kalmak, çeşitli tahribatlara yol açabilir. Mesela aynı koltuğun üstünde uzun süre oturan bir insan, belli bir vakitten sonra koltuğa temas eden yerlerinde yaralar görecektir. İşte Pandora'nın Kutusu burada açılmaktadır. Yani ilk insandan ömrü modern insanların ömründen daha azdır. Bu yüzden 40 yaşından sonraki halleri, her zaman kendileri için bir muamma olarak kalmıştır. Herhangi bir kişinin genetiğinde kırkından sonra meydana gelecek değişimler, rastgeleliğin insafına kalmıştır. Bir insanın kişiliğini, çocuk yaşantıları belir fakat kırkından sonra Pandora'nın Kutusunu görür.
Tarihte bütün filozoflar yaşamın anlamını farklı bir davranış biçiminde bulmuşlardır. Mesela, bir Buda yaşamın anlamını kişinin kendi isteklerini dizginlemesinde bulurken Darwin ise üreme mücadelesinde bulmaktadır. Spinoza, yaşamın anlamını panteizmde bulurken, Herhangi bir dindar düşünür, sahip olduğu iradeyi, kendisinden öte bir varlığa teslim etmekte bulur... 20. yüzyılın enteresan düşünürlerinden Nietzsche’nin anlam arayışına yer vereceğim. Nietzsche’ye göre yaşamın anlamı, güç istencinde saklıdır. Mesela bir Darwin'e göre bütün canlılar üreyip nesillerini çoğaltmak gibi bir güdüye sahiptir. Nietzsche’ye göre ise Darwin’in bu tespiti kısmen doğrudur ama eksiktir. Çünkü Nietzsche, canlıların tek amacının üremek olmadığını düşünmektedir. Canlılar, üremek ve aynı zamanda bulundukları çevreye yayılmak, bu çevrede hükmetmek isterler.
Mesela, bir kapitalist bunu parasıyla yapmak isterken, bir dindar ise bunu inançlarıyla yapmak ister. Bir sanatçı bunu sanatıyla ya da bir bilim adamı bunu bilgisiyle yapmak ister. Yani kişi anlamı, bu yayılma isteğinde bulur.
Nietzsche’ye göre üremeden tutun da nirvanaya ermeye kadar bütün istekler, kişideki bu yayılma isteğinin bir türevidir ve canlılar, doğası gereği bu isteği yerine getirir. Nietzsche’nin yaşama dair şöyle bir sözü vardır: “Nerede bir canlı gördüysem orada kudrete yönelik bir irade gördüm ve hizmet edenin iradesinde bile efendi olma isteği gördüm.”
Bir ürünün reklamına yapılan yatırım, o ürünün kendisine yapılan yatırımdan daha fazladır. Çünkü insanlar, ürünlerin kendisine değilde bu ürün hakkında söylenen şeylere daha çok inanırlar. Eskiden , tarlasına ektiği şeyleri tüketmekten utanan insanlar vardı ve bu insanlar için fabrikadan çıkan bir şeyi tüketmek, halkın üst tabakasına ait olduklarının bir göstergesiydi. Bugün ise tarlasına ektiği şeyleri tüketmekle mutlu olabilen yeni bir "sözde "üst tabaka var. Yani insanların geneli, reklamlarla gelip reklamlarla giden bir yaşam tarzına sahiptirler. Yapay bir değişimi,doğal bir kalıcılığa tercih ederler ve bunun adına "modernizm" derler. Yanıldıkları kısım, şudur:Modernizm demek, geçmişte ki herhangi bir şeyi artık kullanmamak ,yani yerine yeni bir şey kullanmak demektir.Bugün yapılan şey ise geçmişe ait olan bir şeyin yerine yeni bir şey koymak değildir.Sadece geçmişte kullandığın bir şeye ,bugün farklı bir anlam yükleyerek onu tekrar kullanmaktır.İşte bu, modernizm değil postmodernizm 'dir.
Lacan’a göre, bebeklerde “aynalama” adında bir evre vardır. Bir bebek yaklaşık olarak bir yaşına kadar kendisini dış dünyadan ayırt edemez. Yani, dış dünyadaki her şeyi kendisinin bir uzantısı sanır. Ne zaman ki bu bebek bir aynanın karşısına geçsin, o zaman kendisini dış dünyadan ayırt etmeyi, yani bir benliği olduğunu öğrenir. Burada Lacan’ın demek istediği şeyi kabaca özetleyecek olursak bebek, kendisine dışarıdan, yani bir başkasının gözünden bakmayı öğrenir. Bu aynalama evresi yetişkinlikte kendisini gözlemcinin gözünden bakmaya bırakır.
Buradan varmak istediğim nokta şudur: Başlangıçta benliğimizin farkına varmamızı sağlayan gözlemci, ileride ise benliğimizin içinde kaybolduğu bir şey haline gelmektedir.
Mesela, buna gündelik hayattan basit bir örnek verecek olursak, insanların ikili ilişkilerde daima kendilerini izleyen bir üçüncü kişiye, yani gözlemciye ihtiyaç duyduklarını söyleyebiliriz. Aksi taktirde yaptıklarından tat alamamaktadırlar. Mesela özel günler bugün, sırf bir başkasına göstermek için fotoğraf çekilen günler haline gelmiştir. Çünkü, normalde iki kişinin kendilerini izleyen kimse yokken ilişkileri doğrultusunda yaptıkları şeyler, sığ ve komiktir. Ama ne zamanki bu şeyleri üçüncü bir kişi izler, o zaman bu tarz şeyler romantizm ve benzeri adlar altında anlam kazanmaya başlar. Tabii burada, bu tarz şeylerin kişide ifade ettiği duyguları eleştirmiyorum. Sadece bu duyguların, gözlemciye bağlı kalmasını eleştiriyorum. Yani insanlar, kendilerine sürekli bir başkasının gözünden bakmaktan kendi gözlerinden dışarı bakmayı unuttular. Artık, çift kişilik muhabbetlerde bile, sanki ortamda üçüncü bir kişiye konuşuyormuşçasına şekillenmiş bir dil ortaya çıktı. Bu yüzden, uzun sözün kısası, başkalarıyla gelen bir anlam başkalarıyla gidecektir ve kişiye de o tuhaf alışkanlıkları miras kalacaktır. (Dipnot: Lacanın ''Öteki,'' kavramının yerine burada kafa karıştırmamak için gözlemci kavramı kullanılmıştır)
Doksanlı yıllarda, tıp sınavında başarısız olan Romans, bunu ailesine itiraf etmeye korkar ve ailesine sınavı kazandığını, gerekli eğitimi aldığını söyler. Her türlü mali hileye başvurup ailesinin bakımını üstlenen Romans, belli bir süre sonra yaşadığı duruma tahammül edemez ve bu yalana inanan herkesi yani, ailesini katleder.
İlginçtir, bir tek metresini katletmez! Çünkü o gerçeği, yani Romans’ın tıp okumadığını biliyordur. Sosyolog Baudrillard, bu olayı, imkânsız takas temelinde değerlendirir ancak bence bu olay, kurgusal temelli bir mantıkla değerlendirilmeye daha uygundur.
Yani herhangi bir kurgunun, onu kurgulayanla ilişkisine dair güzel bir özettir. Çünkü bir kurgunun derinliği arttıkça kişi kurguladığı şeye değil, kurguladığı şey, kişiye sahip olur. Söz konusu kişi, bu kurguya dâhil olan herkesi birer müritmiş gibi, yani kurgunun yaşaması pahasına feda edilebilecek birer piyonmuş gibi görür. Bu olay sadece Romans vakası için geçerli değildir.
Mesela İskandinavlardan tutun Yahudilere kadar hepsinde bir insan kurban etme geleneği vardır. Sebebi ise çok basittir: Tanrılara minnet göstergesi! Dolayısıyla bu tarz olaylar bize şunu gösteriyor: Herhangi bir kurgunun inananı arttıkça, gücü de artmaktadır ve gerçeklik ikinci plana atılmaktadır.
Bu tarz olayları mantıkla açıklayamazsınız çünkü her kurgunun kendine göre bir mantığı vardır ve hepsi de kendi içinde tutarlıdır. Dolayısıyla mantık dediğimiz şeyin aslında, işleyişinin mantıksızlığa borçlu olduğunu görürüz.
Çünkü mantık dediğimiz şey, varlığını düşünceler arasındaki tutarlılığa borçludur, doğruluğa değil. Bu yüzden kurgu dediğimiz şeyler, aslında gerçekliğinde kurgu olduğunu düşünmemeniz için icat edilmiş birer tampondur!
Kişi, bazen tutkunun kendisine tutkun olabilir. Bu tarz olayların yansımalarına gündelik hayatta ya da edebiyat dünyasında rastlayabiliriz. Yüzüklerin Efendisi'ndeki Gollum karakteri bu tarz bir olayın vücut bulmuş hali gibidir. Gollum yüzüğe sahip olmak için elinden geleni yapar ama yüzükle yapmak istediği hiç bir şey yoktur. Yüzüğe sahip olduktan sonra gidip bir dağ başına inzivaya çekilir. Yani gücü elde etmek ister ama elde ettiği güçle hiç bir şey yapmak istemez.
Kitabın yazarı Tolkien, Gollum karakterini oluştururken belki de çevresindeki ihtiyarlardan esinlenmiştir. Benzer şekilde ihtiyarlarda belli bir vakitten sonra sürekli para kazanmak isterler ama kazandıkları parayla yapacak hiç bir şeyleri yoktur. Öte taraftan Gollum Sendromuna,Lacanci dürtü kavramıyla da yaklaşmak mümkündür. Lacan'a göre, bir dürtünün amacı tatmin olmak değildir. Kendisini yeniden üretmektir.
Her döngüyü düzen sandın Düzen böyle bir şey değil... Güneşli ve rüzgârlı bir sonbahar sabahında, kuşlar havada sürü halinde uçuyorlardı.Sağa, sola rastgele uçuşan kuşların bulunduğu sürüde çok geçmeden bir aksilik meydana geldi.Sürünün ortasındaki bir kuş istemsizce yanlış şekilde kanat çırptı. Bu kuşun yanındaki başka bir kuş, dengeyi bozmamak için yanlış kanat çırpan kuşun yaptığı şeyi taklit etti.Başka bir kuş da yine dengeyi bozmamak için bu iki kuşun yaptığı gibi yanlış kanat çırptı.Böylelikle, bu istemsizce çırpılan yanlış kanat çırpma durumu bütün sürüye yayılıverdi. Dışarıdan bakanlar kuşların ahenkle bir o yana bir bu yana dans ettiklerini düşünüyorlardı ama içeridekiler için durum farklıydı. Çünkü içeridekiler, kuşların dengeyi bozmamak için yanlış bir kanadı taklit ettiklerini biliyorlardı...
Herhangi bir davranış üzerinde kısa aralıklarla verilen küçük cezaların etkisi, uzun aralıklarla verilen büyük cezaların etkisinden daha fazladır. Ekonomik anlamda insanlar şimdiki küçük bir kaybı, ilerideki büyük bir kayıptan daha çok önemserler. Çünkü İnsan zekası, enerjisini uzun vadeli programları harcayarak doğrultuda evrimleşmedi. Bizler daha çok kısa vadeli ödül veya cezaları önemseriz. O kadar çok yakın sorun varken, kişinin küresel ısınma gibi uzaktaki bir sorunu takıntı haline getirmesi hiç de akılcı değildir. İnsanlar yerel sorunlarından kaçmak için küresel sorunlara sığınırlar. Çünkü bu tarz soruları sahiplenmenin bir maliyeti yoktur.
Nietzsche, Hristiyanlığın bir çöküş dini olduğunu düşünür. Nietzsche’ye göre, “İnsanın kudretini arttıran her şey iyidir ve zayıflıktan doğan her şey kötüdür.” Bu anlamda İbrani dinler yani Hristiyanlık, Müslümanlık veya Yahudilik birer çöküş metafiziğidirler..
Nietzsche’nin söyledikleri, aynı zamanda bu tarz dinlerin sonunun nihilizmle biteceğini öngörüyor. Bu arada nihilizmden kastettiği şey, hiçbir şeye değer vermeyen bir insan değildir. Değer vermenin kendisine, yeteri kadar değer vermeyen bir insandır.
Denizhıyarlarının ilginç bir özelliği vardır. Bu canlılar, hayatlarına bir hayvan olarak başlarlar ama hayatlarının ilerleyen dönemlerinde tutunacak bir kaya bulduklarında, kendi sinir sistemlerini sindirerek bir bitkiye dönüşürler. Bugün bazı biyologlar, bu canlıyı oturduğu koltuğa kök salan politikacılara benzetirler. Tabi bu sadece bir nüktedir ama insandaki eğilimlere dair doğru bir yere işaret etmektedir.
Aynı şeylere uzun süre maruz kalmak, kişiyi hareketsiz kılmaktadır. Bu anlamda bir insanı, hayvandan ya da bir bitkiden ayıran şeyin ölçüsünü uyarıcılara verdiği tepki çeşitliliğinde arayabiliriz. Mesela insan beyni günde elli binden fazla düşünce üretmek zorundayken piyasada niçin bu kadar çok aptal var. Çünkü beynin sana ''elli binden daha fazla düşünce üretmek yasaktır'' dememiş. Yani kişiyi burada vasat kılan şey tekrarın sayısıdır.
Çünkü sürekli aynı ritüellere maruz kalmak, zihnin gelişimini durdurmaktadır. Bir nöronun gelişimi, kurduğu bağlantı sayısıyla orantılıdır. Bağlantı sayısı azaldıkça nöronlarının gelişimi durmaktadır. Bu yüzden herhangi bir zihnin, gelişimi için farklı uyarıcılara ya da yaşantılara maruz kalması şarttır. Aksi takdirde kendi içine çökmek zorundadır.
Herhangi bir şeyin değerini, çoğu zaman onu elde etmek için sarf ettiğiniz çaba belirler. Bu yüzden aynı şey, elde edilme biçiminin şekline göre farklı kişilerde farklı anlamlar kazanabilmektedir. Yani çoğu zaman sürecin kendisi de değerin bir parçası olarak görülür ama bu tarz bir algı insan ilişkilerinde "sömürüyü mantığa bürümek" gibi bir yan ürünü de ortaya çıkarmaktadır. "Kazandığın bir şeyin kıymetini o şey uğruna kaybettiklerin bilirler" denir.
Bu,herhangi bir şeyi idealleştirmekten doğan tipik bir romantizm yanılgısıdır. Örneğin; dünyanın en güzel şeyini kazanmak için ellerini kaybetmek, kazandığın şeyin değerini arttırır mı? Elde tutamadığım bir şeyi, elde etmekle alınmak biraz absürt değil midir? Öte yandan sömürünün bir diğer biçimi de çalışmayı veya alın terini kutsamaktır. Bu tarz algılar kapatalizmin yükselişi ile birlikte papazların halka empoze ettiği şeylerdir.
Anahtarlar her zaman kurtuluş vadetmezler. Bilincin gelişmesiyle birlikte, canlıların haz duyguları ne kadar artmışsa çektikleri acıda o kadar artmıştır. Mesela bir hayvanın yaşadığı herhangi bir tahribatın sadece fiziksel acısını çekerken insan ise hem fiziksel hem de zihinsel acısını çekmektedir.
Belki de bilinç, bu tarz bir zihinsel acının üstesinden gelebilmek için umut kavramını icat etmiştir. Yani nasıl beyin fiziksel acıyı azaltmak için çeşitli maddeler salgılıyorsa, aynı bunun gibi umut da beynin zihinsel bir acıyı azaltmak için ürettiği bir düşünce olabilir.
Tabi her yeni icadın artıları olduğu gibi eksileri de vardır. Mesela yapılan bir araştırmada insanlara şöyle bir soru sorulmuş. ''Birinci durumda patronunuz size 1000 dolar ikramiye vereceğini söylüyor ama beş yüz dolar veriyor. İkinci durumda ise patronunuz size sene sonunda sürpriz yaparak yüz dolar ikramiye veriyor. Hangisini isterdiniz?'' Bu araştırmada insanların çoğu ikinci durumda daha az para almalarına rağmen, onu tercih etmişlerdir.
Yani birinci durumu, rahatsız edici hale getiren şey, beklentinin farklı olmasıdır. İşte, umudun bu tarz bir dezavantajı vardır. Umut insanları yanlış bir beklenti içine koyarak işkenceyi uzatabilir. Sözü açılış cümlesiye kapatmak istiyorum. ''Anahtarlar her zaman kurtuluş vaat etmezler. Hatta bazen tutsaklığın hissedilirliğini daha da arttırırlar.
Türkiye'de Yaşayan Zenciler
Bu konu nette dolaşan bir video ile aklıma takıldı. O video da zenci bir asker komutanına nereli olduğunun tekmilini veriyor ve "Çorum'luyum" diyordu. Tabi ki o kişi Çorumlu bir zenci değil başka bir ülkeden eğitim için gelen subay adayıymış. Biraz arastırınca aslında ulkemizdede bizim gibi konuşan bizimle aynı kültürü senelerdir paylaşan siyah vatandaşlarımızın oldugunu öğrendim. Mesela İzmirde zenci köyü olan iki yer var. Birisi Bayındır'a bağlı Hasköy diğeri Torbalı ya bağlı subaşı semti. Bu yörelerde yaşıyan zenci vatandaşlarımız yöre insanı gibi giyinir aynı adetleri uygular. Özellikle hasköy de yoldan geçerken şalvarlı bir zenci bayanla karşılaşmak olasıdır. Türk insanının ne kadar medeni olduğuda esasında bu zenci türklerle davranışımızdan ortaya çıkıyor. Amerika da hala 2. sınıf insan sayılırken bu yörelerde onlar ile diğer insanlar arasında hiç fark güdülmüyor. Herkes bir arada yaşayıp gidiyor. Belkide bu vatandaşlarımız en büyük kabulu Adana'da ...
Yorumlar
Yorum Gönder