Efsane Polis Frank Serpico

Ali Murat GÜVEN'in
"ROZETİNİ SATMAYAN AYNASIZ" kitabından. .

Yirmi yıllık bekleyişten sonra gelen tanışma... 1980'li yılların ortalarında, bir pazar günüydü. Dönemin- o tarih itibarıyla henüz rakipsiz konumda bulunan ve yayınları yeni yeni renklenen- devlet televizyonu TRT, akşam üzeri kuşağında polisiye türde bir film yayımladı. Başrolünü ünlü aktör Al Pacino'nun üstlendiği bu Amerikan yapımı film, büyük bir heyecan ve idealizmle bünyesine katıldığı New York Emniyet Müdürlüğü'nde gözlemlediği ahlâkî çürüme karşısında dehşete düşen ve giderek meslektaşlarıyla çatışmaya başlayan "namuslu" bir polis memurunun öyküsünü anlatıyordu.

İşte, bendeniz de "Frank Serpico" adını, bundan ilk kez yirmi yıl önce bir tatil günü izlediğim o muhteşem film sayesinde duymuş oldum. Kimi zaman hüzünlenip kimi zaman da öfkelenerek, ama iki saat boyunca âdeta ekrana çivilenerek izlediğim bu unutulmaz filmden, sonraki yıllarda aklımda bir sürü kilit sahne kalacaktı. Sözgelimi, Serpico'nun -rüşvet yemediği için- kendisinden ölesiye nefret eden Narkotik Şube mensubu meslektaşlarınca Brooklyn semtindeki izbe bir apartmanda yanağından vurulmuş durumdayken ölüme terkediliş sahnesi gibi... Ya da mesleğe başladığı ilk günlerde kıdemli bir polisin ona "Al Frank, bu da senin payına düşen kısım" diyerek rüşvet zarfı uzattığı, onun da içinden çıkan 200 doları dumur olmuş bir vaziyette uzun uzadıya incelediği anlar... 

Dediğim gibi, Al Pacino'nun oyunculuğuyla iyice alıp başını giden bu başyapıttan birçok sahne, izledikten sonraki yıllarda bir daha hiç çıkmamacasına belleğime kazındı. Ancak, en çok da filmin son sahnesinde ekranda beliren bir açıklama yazısından etkilenmiştim. Aşağı yukarı şöyle diyordu o yazı: "Dedektif Frank Serpico, yaşadığı trajik olaylardan sonra polislikten istifa etti ve ABD'yi terkederek Avrupa'ya yerleşti. Kendisi, halen İsviçre'de bir yerlerde yaşıyor." “Meslektaşları onu ‘yaşayan en tehlikeli adam’ olarak nitelendiriyordu. O ise yalnızca dürüst bir polisti.” Bu cümle, Al Pacino’nun unutulmaz oyunculuğuyla sinema tarihine geçen ‘Serpico’ filminin ünlü sloganıydı. Araştırmacı gazeteci Peter Maas'ın Frank Serpico'nun hayatını anlatan kitabı...

Böylelikle, Hollywood'un polisiye türünde ustalaşmış yönetmenlerinden Sydney Lumet'in imzasını taşıyan "Serpico" filminin finalinde yer alan bu kısa açıklama sayesinde, mücadelesini ilgiyle izlediğim o aynasızın aslında bir hayâl kahramanı olmadığını da öğrenmiş oluyordum. Nitekim, filmle ilgili olarak sonradan yaptığım araştırmada 1973 yılı yapımı "Serpico"nun, ABD'de bu tarihten yalnızca bir yıl önce piyasaya çıkmış olan aynı adlı biyografik bir kitaptan uyarlandığını öğrendim.

 Ve New York caddelerindeki lâkabı "Paco" olan bu deli dolu adama duyduğum muhabbet de işte böylelikle başlamış oldu.

 Sonraki yıllarda ülkemizde TRT'nin yanısıra daha yığınla televizyon kanalı kuruldu ve bunlar günde neredeyse onar tane sinema filmi gösterir duruma geldiler. Ancak, zamanla birer "niteliksiz film çöplüğü"ne dönüşen bu kanallarda "Serpico"nun ikinci bir kez daha yayımlandığına hiç tanık olmadım. Dolayısıyla, bu mağrur memurun Amerikan polis teşkilâtı içinde verdiği onur mücadelesi, sinemayı çok yakından takip eden bir avuç titiz izleyici haricinde, Türkiye'de geniş kitleler tarafından ne yazık ki hiç öğrenilemedi. Özellikle de 1980'li ve 90'lı yıllarda teşkilâta katılan genç Türk polisleri, kendilerine çok şey katabilecek olan bu müthiş filmden mahrum kaldılar. Gerçi Serpico'nun hayatını anlatan kitap yıllar önce Türkçeye çevrilmiş ve Milliyet yayınları tarafından yayımlanmıştı. Ancak, o da yeni baskıları yapılmadığı için genç kuşaklara ikinci bir kez daha ulaşma şansı bulamadı.

 Ben ise sonraki yıllarda, elim kolum yurt dışına biraz daha rahat uzanır olduğunda, hem filmin yeni bir DVD kopyasına, hem de kitabının orijinal Amerikan baskısına ulaştım. Ve filmi her izleyişimde ya da kitaba her göz attığımda, modern toplumlarda suç örgütleri ile yargı arasında kurulan ahlâkdışı ilişkilere hayatı pahasına tepki vermesiyle, Serpico'nun aslında ne denli önemli bir manifestoya imza attığına her seferinde tekrar tekrar tanık oldum.

 Ve onun beyazperdede kült aktör Al Pacino tarafından büyük bir fiziksel benzerlikle canlandırılan öyküsünü her izleyişimde kendisini daha da çok sevdim; kitabındaki ayrıntıları okudukça yaptığı işe daha bir hayran oldum. Hattâ, bundan tam on yıl önce, o günlerde yayın hayatına yeni başlayan gazetem Yeni Şafak'ta suç örgütleri üzerine hazırladığım bir yazı dizisinde (1995) Serpico'ya ve onun ABD polis sistemi içinde verdiği destansı mücadeleye özetle değindiğimi de hatırlıyorum. Filmi ilk izleyişimin üzerinden neredeyse yirmi yıl gibi uzun bir zaman geçtikten sonra, şu günlerde habercilik hayatımdaki en ütopik hedeflerimden birine daha ulaşmış olmanın benzersiz keyfini yaşamaktayım. Evet, filmin sonunda "İsviçre'ye göç etti" ibaresiyle simgelenen yeni hayatındaki akıbetini yıllar yılı hep merak ettiğim Frank Serpico'yu en sonunda bulmayı başardım. Ama İsviçre'de değil, yine yıllar önce terkettiği New York'un kırsal kesimindeki bir çiftlik evinde ulaştım kendisine! "Paco", 1970'lerde İsviçre'ye göç etmiş, on yılı aşkın bir süre orada yaşamış, ancak 1980'lerde ABD'deki insan hakları savunucularından gelen bitmez tükenmez ricalar, yani bir anlamda "umumi istek" üzerine ülkesine geri dönmüştü. Ama bu kez polis dedektifi olarak değil, bir sivil toplum örgütçüsü olarak... Okuyacağınız bu dizi-röportaj, geçtiğimiz ay İstanbul-New York arasında gerçekleştirilen bir dizi telefon ve elektronik posta görüşmesi yoluyla yapıldı. Şu anda 69 yaşında bir "ihtiyar delikanlı" görünümünde olan Serpico, zaman zaman davet edildiği konferans ve paneller haricinde New York'a hemen hiç inmeyerek vaktini bütünüyle küçük dağ evinde geçiriyor. Ona ulaşmamı sağlayan kişi ise kendisinin basınla -iyice sınırlandırdığı- ilişkilerini organize eden yeğeni Vincent Serpico oldu. Kendisini uzun uzadıya anlatmaktan pek hoşlanmayan ve bir süredir bilgisayarla da bağını tamamen koparıp tüm zamanını okumaya vermiş olan Frank, bir Türk gazetecisiyle yapacağı bu söyleşi vesilesiyle geçici bir süre için de olsa klavyesinin başına döndü ve bana kişisel arşivinden harika fotoğraflar, meslek yaşamına ilişkin bir çok belge ve bilgi gönderdi. Bunu da yıllar önce vurulduğunda hastanede onu kurtaran kişinin bir Türk doktoru (Sıkı durun, o kişi ünlü komedyenimiz Nejat Uygur'un 1960'lardan bu yana ABD'de yaşayan ağabeyi Dr. Zeki Ayhan Uygur'dur) olmasından dolayı büyük bir zevkle yaptığını vurgulayarak... Bu müthiş öyküde, beyin ve sinir cerrahisi alanında dünyaca ünlü gurur kaynaklarımızdan biri olan Dr. Uygur'un kritik rolünü ise yazı dizimizin ilerleyen bölümlerinde geniş biçimde okuma fırsatı bulacaksınız. Her toplumun yakın tarihinde, çeşitli alanlarda ön plana çıkmış çağdaş kahramanlara rastlanabilir. Ancak bu tür kahramanlar, yapıp ettikleriyle genelde yalnızca kendi toplumlarının mensuplarına bir anlam ifade ederler. Oysa, Serpico bu açıdan bütünüyle farklı biri. O, yalnızca ve yalnızca "namuslu polis" olmaya çalışmasından dolayı ölümle yüzyüze gelişinin 34'üncü yılında, örnek yaşamıyla hâlâ yeryüzünün bütün polislerine son derece önemli mesajlar veriyor. Bu yazı dizisinde, her toplumsal kesimden okurumuz, içinden rahatlıkla çekip çıkarabileceği evrensel mesajlar bulabilecektir. Sisteme aynen uyumlanması durumunda, bir avuç yakını dışında adını hiç kimsenin bilmeyeceği, New York'un banliyölerinden birinde emekli bir memur olarak ömrünü tamamlaması elzem olan bu ufak tefek adamın, bolca hakarete uğramak, dostları ve meslektaşları tarafından yalnız bırakılmak, elmacık kemiğinde asla haketmediği bir mermi çekirdeğiyle dolaşmak ve sol kulağını kaybetmek karşılığında çağdaş dünyanın en saygın ahlâk ikonlarından birine dönüşmesinden hepimizin çıkartabileceği pratik sonuçlar var çünkü... Ancak, itiraf etmeliyim ki benim öncelikli hedef kitlem, kendilerine canımızı, malımızı ve namusumuzu teslim ettiğimiz fedakâr Türk polisleri... Onların bu diziye ayrıcalıklı bir önem vermelerini, yalnızca okumakla kalmayıp diğer meslektaşlarına da okutmalarını ve nihayetinde dünyanın gelmiş geçmiş en ünlü, en karizmatik polisinin benim aracılığımla kendilerine ilettiği kimi dostâne mesajlar üzerinde bir an için olsun durup düşünmelerini diliyorum. Bugünlerde bir banka reklâmının çok güzel bir biçimde sloganlaştırdığı gibi, kötüler ne denli güçlü olursa olsun, iyiler günü geldiğinde mutlaka kazanacaktır. * * * 'Bütün Türkiye'ye 'selamünaleyküm!" 1980’li yılların başlarında insan hakları savunucularının ısrarlarına dayanamayarak ülkesine geri dönen Serpico, son derece saygı duyulan bir toplumsal figür olarak sık sık yurttaşlık hakları konulu konferanslara davet ediliyor. - İyi günler Frank. Ben İstanbul'dan, Yeni Şafak gazetesinden Ali Murat Güven... Hakkında aylardır yaptığım ön araştırmalardan, Amerikan toplumunda çoktandır bir saygınlık anıtına dönüştüğünü, ama buna karşılık medyada boy göstermeyi ise hiç sevmediğini gayet iyi biliyorum. O yüzden sana ulaşmak bir hayli zamanımı aldı; özellikle de yeğenin Vincent'ı bu söyleşiye aracılık etmesi için epeyce bunalttım. Sonuçta, benimle görüşmeyi kabul ettiğin için çok teşekkür ederim. - Selamünaleyküm Ali... Toplumdaki konumumla ilgili zarif iltifatına teşekkür ederim. Senin kişiliğinde bütün Türkiye'ye ve sevgili Türk polis kardeşlerime de gönülden bir 'Selamünaleyküm" diyorum. Hiç ziyaret etmemiş olmama karşın, yine de çok sevdiğim ve iyi tanıdığım bir ülkedir Türkiye... - Frank kulaklarım beni yanılttı mı bilemiyorum, ama bana "Selamünaleyküm" dedin galiba... Eğer doğruysa, Müslümanlara özgü bu selam cümlesini nereden ve nasıl öğrendiğini sorabilir miyim? - İslâm kültürünü iyi bilirim. Kur'an-ı Kerim'i ve daha bir dizi İslâmî kaynağı dikkatle okudum. Şimdiye kadar pek çok Müslüman arkadaşım oldu ve onlar bana -yaşadığım sıkıntılar karşısında teselli bulabilmem için- başta Kur'an olmak üzere bir sürü değerli dinî kitaplar armağan ettiler. Öyle ki Kur'an, şu anda bile başucumda duran ve zaman zaman göz attığım bir kutsal kitaptır. - İnanmıyorum, daha doğrusu kulaklarıma inanamıyorum. Yirmi yıldır tanıdığım, sevdiğim ve günün birinde görüşüp kendisine saygılarımı iletmeyi hayâl ettiğim Frank Serpico, en sonunda Kur'an'ı baştan sona okumuş biri olarak karşıma çıkıyor. Pekiyi, nereden doğdu bu ilgi Frank? Frank Serpico’nun 1959 yılında New York Emniyet Müdürlüğü’nde göreve başladığı günkü fotoğrafı... - Gençliğimden beri metafiziğe ve inanç konularına meraklı bir adamdım ben... Dinler arasında hiçbir ayrım yapmam; benim bakış açıma göre hepsi tek bir Allah'tan geldi ve bütünüyle ortak mesajlar içeriyorlar. Ama sonradan insanlar onları kendi işlerine geldiği gibi yorumladılar. Yalnızca kutsal kitapları değil, gelmiş geçmiş bütün peygamberleri de hak yolun elçileri olarak görürüm. Zaten İslâm'ın şu ünlü tanıklık cümlesi de benim bu düşüncemi doğruluyor: "Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden rasulullah!" Nasıl, doğru telaffuz edebildim mi bari? - Bu söyleşiden son derece hoş ayrıntılar çıkacağını biliyordum. ama daha ilk dakikalardan itibaren bu şekilde hayretler içinde kalacağımı doğrusu gerçekten tahmin edemezdim. Bu tür bir bakış açısı, polisliğin küresel tarihinde sarsılmaz bir "dürüstlük simgesi"ne dönüşmeni de yeterince açıklıyor aslında. Pekiyi, kendini inanç anlamında şu anda nasıl konumlandırıyorsun? Hâlâ Katolik bir Hıristiyansın sanırım... - Dediğim gibi, Allah'ın varlığına ve birliğine inanıyorum. Kitaplarına, peygamberlerine, meleklerine, ahıret gününe ve cennet ile cehenneme de... İnançlarım bana ömrüm boyunca kötüler ve kötülüklerle savaşmak için güç vermiştir. Ama şu anda çok kesin bir Hıristiyanım ya da Müslümanım diyemem. Ben dogmalara değil, insanları iyiliğe, güzelliğe ve doğru yola sevkeden mesajlara inanırım. O yüzden bütün dinlere eşit mesafedeyim. İslâm kültüründe benim gibilere sanırım "hanif" deniliyor. "Polis yozlaşırsa, bütün toplum yozlaşır" "Rüşvet sorunu sadece Türkiye'de ve ABD'de değil, bütün dünyada hüküm sürüyor. Çünkü onuruyla çalışan, bu yolda hayatını ortaya koyan bir adam ya da kadın, hele de onun için en büyük baskı unsurunu oluşturan bir aileye sahipse, buna karşılık yaptığının gerçek karşılığını almadığını düşünüyorsa, o durumda aradaki farkı birşeylerden tazmin etmenin yollarını araştırmaya başlayacaktır. Dünyadaki bütün polis organizasyonlarında yaşanan budur. Yoksa, hiç kimse bu dünyaya onursuz olarak gelmez. " * * * - Türk polis teşkilâtında, göreve yeni atanan bir polis memuru aylık ortalama 700 ABD Doları civarında bir maaş almaya başlıyor. Bu ise ülkemizin koşulları içinde, yaşanabilir nitelikte bir apartman dairesinin kirasından biraz daha fazlası anlamına gelmekte. Eğer bir aileye de sahipse, genç bir polisin çalışma koşullarının zorluğunu sen de tahmin edebilirsin Frank. Bu da açıkça rüşvete davetiye çıkartan bir durum... GERÇEK SERPICO VE PERDEDEKİ İKİZİ Aktör Al Pacino, Frank Serpico rolünün hakkını verebilmek için gerçek Serpico ile haftalarca birlikte çalışıp onun sokaklardaki çalışma stilini en ince ayrıntısına kadar öğrenmişti. Sivil narkotikçi olarak görev yapan Frank Serpico'nun 1970'deki görünümü. Ekonomik sıkıntı içindeki ülkelerde, polisler için belirlenen düşük gelir düzeyinin getirdiği zorluklar ile meslek onuru arasındaki dengeyi kurabilecek sihirli bir formül biliyor musun acaba? - Tek kelimeyle gülünç bir durum. Ama sanmayın ki sırf Türkiye'ye özgü bir sorun bu. Daha geçenlerde New York polislerinin maaşlarında yeni bir ayarlamaya gidildi ve zaten düşük olan aylık ücretler biraz daha düşürüldü. Türk polisleri için İstanbul'da 700 Dolarla yaşamak her ne ise, bizim polisler için de New York'ta 2500 Dolar gelirle yaşamak aynı şey. Şu temel ahlâkî kuralı en baştan koymamız gerekiyor. Hiçbir şey, kamu düzenini korumakla görevli ve bu uğurda yemin etmiş olan bir insanın kişisel yozlaşmasının mazereti olamaz. O yüzden, salt ekonomik gerekçelerin ardına sığınarak rüşveti ve yolsuzluğu mazur görecek ya da gösterecek değilim. Ama öte yandan, sistemin bu insanları ne kadar sıkıştırdığını da görmezden gelemeyiz. New York caddelerinde sivil narkotikçi olarak görev yaparken, birlikte baskına gittiğim, her gün toplum için hayatlarını tehlikeye atan bir sürü mesai arkadaşımın, "Paco, daha kiramı ödeyemedim. Okullar başlıyor, çocuklara kırtasiye malzemesi ve elbise lâzım. Karım hasta, onu iyi bir doktora götüremiyorum" diyerek sinir krizleri geçirdiğini bilirim. Bunların bazılarının dört-beş çocuğu vardı. Adamın içinde bulunduğu psikolojiyi anlayabiliyor musun? Birkaç dakika sonra bir uyuşturucu çetesiyle kanlı bir çatışmaya girecek, ama biliyor ki o öldüğünde eşi ve çocuklarının sığınacak bir evi bile olmayacak. Polisin hikâyesi, gelir paylaşımında âdil olabilmeyi başarmış az sayıdaki ülke haricinde, dünyanın pek çok yerinde aynıdır. Ben, 1960'lı yıllarda New York'ta Türk polisleriyle de çalıştım. Karşılıklı işbirliği programları çerçevesinde hizmet içi eğitim için ABD'ye gelenler oldu. Onlarla birlikte sokaklarda devriye attık ve pek çok güzel hatırayı paylaştık. O yüzden, Türk meslektaşlarımın sorunlarına kesinlikle yabancı değilim. Yöneticilerin kafasındaki polis prototipi aynen şudur: Toplarsın piyasadan gencecik çocukları, yetersiz bir eğitimden sonra üzerlerine birer üniforma, ellerine de birer silah verirsin ve dersin ki: "Sen bir süpermensin oğlum, kanının son damlasına kadar koru bu toplumu." Ama o Süpermen'in bir hamburgeri bile köşedeki büfecinin lütfuna ihtiyaç hissetmeden kendi parasıyla yiyebilecek imkânı yoktur. Rüşvet sorunu sadece Türkiye'de ve ABD'de değil, bütün dünyada hüküm sürüyor. Çünkü onuruyla çalışan, bu yolda hayatını ortaya koyan bir adam ya da kadın, hele de onun için en büyük baskı unsurunu oluşturan bir aileye sahipse, buna karşılık yaptığının gerçek karşılığını almadığını düşünüyorsa, o durumda aradaki farkı birşeylerden tazmin etmenin yollarını araştırmaya başlayacaktır. Dünyadaki bütün polis organizasyonlarında yaşanan budur. Yoksa, hiç kimse bu dünyaya onursuz olarak gelmez. Pek çok kıdemli polis, 1970'lerde beni, rüşvet ve yolsuzluğa karşı verdiğim mücadeleden dolayı oyunbozan olarak görüp protesto etti; ben ise onları daima anlamaya çalıştım. Polis örgütlenmesi içindeki gedikleri ve yanlışlıkları doğru teşhis edebilmek adına bir ömür verdim bu sisteme. Artık bütün sorunları biliyorum. Çözümlerini de… - Bunlar, tarihe geçecek sözler Paco… Ve aynı zamanda da yaralayıcı… - Bunlar gerçek sözler… Hükûmetler akıllarını başlarına devşirmeli ve varlıklarını borçlu oldukları, kamu düzenini emanet ettikleri bu insanları toplumdaki en yüksek sosyo-ekonomik standartlara çıkartmalılar. Polislik, çaresizlikten dolayı değil, gençler tarafından ihtirasla seçilen, herkesin teşkilâta kabul edilebilmek için can attığı seçkin bir meslek olmalı. Gerekirse zenginlerden çok daha fazla vergi alınmalı, önceliği olmayan başka yatırımlardan kısılmalı ve oluşturulan bu kaynak polislere, savcılara, hakimlere aktarılmalı. Çünkü saydığım insanlar kamu düzeninin belkemiğini oluşturuyorlar. Hiç kimseyle tartışmayacağım bir gerçek var ortada. Polis yozlaşırsa, tüm bir sistem yozlaşır. Sonuçta ortaya çıkacak olan kaosu da hiçbir hükûmet toparlayamaz. - Türkiye'de polislerin sendika kurmaları yasak. Türk devleti, "Buna gerek yok. Polis bu tür organizasyonların çatısı altında siyasallaşmamalı ve para işlerine bulaşmamalı. Biz polisin özlük haklarını her türlü sendikadan daha iyi koruruz" diyor. Polisin sendikal haklara sahip olduğu bir ülkenin vatandaşı olarak, sen bu konuda ne düşünüyorsun? Daha başarılı bir polis teşkilâtlanması için sendika mutlaka gerekli mi? Yoksa bizim sistemimiz mi doğru? - Poliste sendikal örgütlenmenin hem iyi, hem de kötü yönleri var. O yüzden Türk devleti bu tür korkularında bütünüyle haksız sayılmaz. Gerçekten de para işlerine bulaşmaktan kaynaklanan bazı suistimaller ve siyasal kamplaşmalar yaşanabiliyor sendikal ortamda. Ama bu da disiplinli bir idarî yapıyla çözülemeyecek sorun değil. Öte yandan, iktidar böyle bir örgütlenme için izin vermiyorsa, o durumda polislere de kendilerini temsil edebilecekleri çok daha kaliteli bir alternatif önermek durumunda. Yoksa, polisin ağzına bant yapıştırmak bir marifet değil. Bu insanlara öylesine sağlam örgütlenmiş bir özlük hakları modeli sunmalısınız ki kendini hem bugün, hem de emeklilik günleri için güvende hissedebilsin. İnanın, böyle bir durumda istisnasız her polis kendisini ölümün önüne gözünü bile kırpmadan atar. Ayrıca, memurlar sorunlarını anlatmaya kalktıklarında âmirlerince susturulmamalı. Biliyorsun, ben geçmişte çok susturuldum. Sonunda da kendi teşkilâtımın mekanizmalarından ümidi kesip basına konuştuğum için "istenmeyen adam" ilan edildim. Hükûmet, ister sendika, ister dernek, isterse de bağımsız bir "polis konseyi" kimliğinde olsun, bir biçimde bazı demokratik platformlar oluşturmalı ve oralarda her düzeyden güvenlik görevlileri sorunlarını hem kamuya hem de devlete aktarıp eteklerindeki taşı dökmeliler. Bunun hem pratik hem de psikolojik anlamda çok olumlu sonuçları görülecektir. 'İmkânım olsa ABD'yi terkedeceğim' Irak savaşının en kararlı muhaliflerinden biri olan Frank Serpico, ABD'de bu amaçla düzenlenen pek çok etkinlikte onur konuğu olarak yer alıyor. "Başkan George W. Bush'un iktidarı, ülkem adına çok büyük bir talihsizliktir. Ben artık bir Amerikan vatandaşı olarak sokakta yürürken kendi devletimden korkar oldum. Beyaz Saray'daki bugünkü hükûmete kesinlikle güvenmiyorum." - Frank, hayatını anlatan ünlü filmi izleyen pek çok kişi, o filmin bitiş yazılarındaki açıklamadan dolayı senin hâlâ İsviçre'de yaşadığını sanıyor. Oysa, on yıllık bir gurbetlikten sonra, 1980'lerde yeniden anavatanına döndün. Neydi onca trajik deneyimden sonra seni New York'a tekrar çeken? Vatan hasreti mi? Yoksa Avrupa'da daha büyük bir hayâl kırıklığına mı uğradın? - Ben, "vatan hasreti" kavramına pek fazla inanmam. Çünkü polislikten istifa ettikten sonra Avrupa'da bir sürü ülke gezdim ve gittiğim her ülke beni anavatanımdan daha fazla bağrına bastı. O gün bugündür de dünyanın her köşesini evim olarak kabul ediyorum. Parayı hiç sevmeyen, azla yetinmesini bilen bir adamım. Yarın atlayıp Türkiye'ye gelsem, ülkenizde de mutlu olacağıma adım gibi eminim. Bu yüzden, doğduğum yerden uzak kalmayı kafamda artık öyle çok fazla abartmıyorum. Ülkeyi terkedişim, bütün olumsuzluklara rağmen ABD'de insan haklarını, hukuk devletini ve demokrasi ruhunu ayakta tutmaya çabalayan çevreleri üzmüştü. Bir dizi sivil toplum örgütü, kamu yararına çalışan vakıflar, dernekler, insan hakları savunucuları ve mesleğini doğru düzgün yapmaya çalışan namuslu polisler bana geri dönmem için yıllarca mesajlar gönderdiler. Hattâ kimilerinden, "Bizi buradaki yoz düzenle savaşırken yapayalnız bıraktın. Oysa buna hiç hakkın yoktu, çünkü sen artık Amerikan toplumunda bir simgesin" gibilerinden, beni can evimden vuran eleştirel mesajlar da aldım. Bildiğin gibi, 1971'deki çatışmada yüzümden çok ciddi biçimde yaralanmıştım ve kendimi idare edecek kadar iyileşmem oldukça uzun zamanımı aldı. 1981 yılında bir gün, bütün o iyi kalpli insanların ısrarlarına dayanamayarak tası tarağı topladım, yeminimi çiğneyerek İsviçre'den tekrar ABD'ye döndüm. Ama bu kararımdan dolayı şu anda çok pişman olduğumu da bilmelisin. - Nasıl yani? İnternette seninle ilgili haber ve yorumları inceleyebildiğim kadarıyla, ABD'de en az bir film yıldızı kadar popülersin. Dahası, kamuoyu seni, devlet mekanizmalarının her kademesinde görmeyi özlediği türden bir "model insan" olarak baştacı yapmış durumda. Bütün bunlara karşılık, pişmanlık niye? -Sorun kamuoyu değil ki… Ben de halkımı çok seviyorum. Amerikan halkı hatalar yapmış ve yapmakta olabilir, ama özünde bütün toplumlar gibi masumdur. Bu kocaman ülkede yaşayan yaklaşık üç yüz milyon insan, devletin medya yoluyla yaydığı binlerce yanlış enformasyonun birer kurbanı durumunda. Halkımdan asla nefret etmiyorum, aksine onlara acıyorum. Öfkemin nedeni kesinlikle kamuoyu değil, benim derdim Beyaz Saray ve onun dehşet verici uygulamalarıyla… Başkan George W. Bush'un iktidarı, ülkem adına çok büyük bir talihsizliktir. Ben artık bir Amerikan vatandaşı olarak sokakta yürürken kendi devletimden korkar oldum. Beyaz Saray'daki bugünkü hükûmete kesinlikle güvenmiyorum. Amerikan yönetimlerinde dış dünyaya karşı saldırgan eğilimler, demokrasi ve insan haklarına ilişkin pürüzler hep vardı. Aktif polislik dönemlerimde de aynı tesbitleri yapıyordum. O yıllarda defalarca teşkilâtı bırakmayı aklımdan geçirdim. Ama sonraları, "Pes etme oğlum" dedim kendi kendime, 'Eğer ki o yoldan ilerleyemiyorsan, dön başka bir yoldan ilerle. Ama asla pes etme. Senin gibiler pes ederse meydan tamamen insanlık düşmanlarına kalacak. O zaman bu ülkenin hâli nice olur?" İşte, bu motivasyonla defalarca polisliğe devam kararı aldım. - Frank, bu tutumun bana ünlü bir Türk devlet adamının sözünü hatırlattı. Ülkemizin ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü vaktiyle şöyle demişti: "Bir ülkede namuslular da namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o ülkede hiçbir atılım gerçekleştirilemez." - Altına hemen imzamı atabileceğim bir söz… İşte ben de sıkıntılara aynen o mantıkla dayandım. Ama 2000'li yıllarda, yani Cumhuriyetçi iktidar işbaşına geldiğinden bu yana ülkemin çivisi tamamen çıktı. Dünyanın dört bir tarafında yarattığımız her türlü ahlâksızlığa, onursuzluğa ve sebep olduğumuz vahşetlere şimdiye dek hiç duyulmamış yepyeni tanımlar getirmeye başladık. Bir Amerikalı olarak, bugün yerkürenin dört bir köşesindeki berbat imajımızdan tek kelimeyle utanıyorum. Bush iktidarı, işkencenin bile tanımını değiştirdi. Irak'ta, Afganistan'da olup bitenlere bir bakın hele. Guantanamo'nun, havada dolaşan sorgu uçaklarının, üçüncü dünya ülkelerindeki gizli hapishanelerin, CIA'in suikast ve komplolarının, iki asırdır dünyaya örnek oluşturan Amerikan Anayasası ve özgürlükçü toplum geleneğimizde hiçbir karşılığı yok. Üstelik bu süreçten zerrece utanmayan bir kitle de oluştu. Orduda, yönetimde, medyada ve halkta… Yani, herşey giderek daha kötü bir noktaya doğru ilerliyor. Yozlaşma ve hukuksuzluk hakkında konuştuğunda, eskisinden çok daha kolay bir biçimde hedefe dönüşüyorsun. FBI, şahin politikacılar ve onlara iyice bağımlı hâle gelmiş köşe yazarları seni hemen suçlamaya girişiyor. İnsan haklarını savunan kişilere "vatan haini" yaftası yapıştırmak o kadar kolay ki. O yüzden, son yıllarda gördüklerim karşısında artık yüreğim sıkışıyor ve buralardan çekip gitmek istiyorum. - Pekiyi, nereye Frank? Dünyada bizler gibi insanlar için kaçabilecek bir yer var mı? - Nereye olursa olsun! Gideceğim yerin ekonomik standartlarının hiçbir önemi yok. Yeter ki insan haklarına saygılı, doğru düzgün yönetilen bir ülke olsun. Son nefesimi işte böyle bir ülkede vermek istiyorum. - Amerikan devleti seni izliyor mu? - Evet. Davet edildiğim her konferansta mutlaka FBI ajanları da oluyor. Tabiî, eski bir polis olarak ben onları göz bebeklerinden tanıyorum. Özellikle de Bush iktidarı aleyhinde söylemlere sahne olan bazı toplantıları, tahrik edici sorular sorarak ya da salonda durduk yere sorun çıkararak provoke ediyorlar. Ben, 1970'lerde basına yaptığım açıklamalarla sistemi salladığımda bile bu kadar yoğun izlenmemiştim. Şimdi ise artık pek çok demokratik hakkımız askıya alınmış durumda.





hala polis rozeti ve silahını üzerinde bulundurmaktadir. 73 yaşına göre de hayli karizmatiktir. Sıradan bir insanken insanlığın onur piramidine büyük bir taş eklemiş biridir Serpico . 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye'de Yaşayan Zenciler

Müşür Nedir, Ne İşe Yarar?

Hükümetler Tarafından Gerçekleştirilen Tarihin En Büyük Altın Soygunları