deneme 213


2.Abdülhamit dönemi 1897'de Dömeke savaşı zaferi sonrası  Teselya ve Girit masada kaybedildi 

Savaş, Yunanistan’ın (özellikle Girit’teki) Osmanlı vatandaşı Rumları isyana teşvik etmesi ve ayrıca Yunan çetelerin sınıra saldırması yüzünden çıktı. Edhem Paşa komutasındaki 120bin kişilik Osmanlı ordusu 75bin kişilik Yunan ordusuna üstün geldi.

Belirleyici muharebe Dömeke’de oldu.
Osmanlı ordusu 40bin Yunan askerin koruduğu Dömeke kalesini aldı. Burası Yunanistan'ın kilit noktaydı.

Zafer Osmanlı ordusuna Atina yolunu açtı!

Dömeke Zaferi tüm Osmanlı vilayetlerinde duyuruldu.
Dömeke Marşı bestelendi.
Zafere hasret kalmış Osmanlı halkına moral oldu.

Devlet asırlardır sürekli geriliyordu ve "Osmanlı bikez çıktığı yere bi daha dönemez" algısı Türklerde bile oluşmuştu.
Dömeke Zaferi bu algıyı kırıyordu!

Osmanlı’nın zaferi Avrupa’da da çok ses getirdi. Fransız yönetmen Georges Méliès, Osmanlı askerinin bir Yunan garnizonunu ele geçirişinin filmini çekti hatta:

"Tournavos'un Teslimi" adlı bu kısa film, sinema tarihinin ilk savaş sahnesi içeren filmdi yanılmıyorsam.

Sadrazam Halil Rıfat Paşa, 2. Abdülhamit’e “Atina’yı da alalım” önerisinde bulundu.
Böylece masaya güçlü oturulacaktı.

Atina geri verilse bile birçok bölge elde tutulabilecekti. Ama Abdülhamit reddetti. Rusya veya Avrupa devletlerinin müdahalesinden çekinmesi buna neden oldu. 

Oysa tarihteki birçok savaş ve barış, ordunun ilerleyebileceği yere kadar ilerlemesinin barış masasında avantaj sağladığını göstermişti.

Abdülhamit, Rusların (alamayacaklarını bile bile) İstanbul'a inip ve Ayastefanos Anlaşması ile Rumeli'yi aldıklarını kendi yaşayarak görmüştü.

Sonuçta Abdülhamit'in tercihiyle Atina'ya yürümedi Osmanlı ordusu ve ateşkes sağlandı.
Sonra İstanbul'da barış anlaşması imzalandı.

Ama Osmanlı zaferine rağmen imzalanan anlaşma tam bir faciaydı:

Osmanlı savaşta aldığı yerlerden çekiliyor, hatta Girit’i fiilen masada veriyordu!

Halka zafer haberi verdikten sonra masadaki hezimetin duyulma ihtimali Abdülhamit'i korkuttu.

Girit'in kaybedildiğinin duyulmaması için eşi benzeri görülmemiş bir sansüre başvurdu:
Zaten az sayıda ve saray güdümünde olan gazetelerde G-R-T harflerinin kullanılmasını yasaklandı!

Uzun süre halkın Girit'in kaybından haberi olmadı.
Ancak gizli saklı haber alabilen az kişinin haberi oldu ama onlar da sıkı takibat altındaydı.
Zamanla gerçek ortaya çıktı ama tepki için kamuoyu oluşmadı.

1897 Harbi cephede kazanılıp masada kaybedilen savaş olarak tarihe geçti.
Girit'in masada verilmesinin ceremesini en çok Girit'in Müslüman halkı çekti.

Osmanlı askerinin adadan ayrılmasıyla birlikte Rum çeteler (özellikle taşradaki) Müslüman köylerini bastı, halkını katletti.

1897 Savaşı'nın en acı yanı, yine masada verilen bir taviz oldu:
Osmanlı vatandaşı olup Yunanistan'a kaçarak bu savaşa Yunan tarafında katılan ve kendi ülkesine karşı savaşan Rumlar savaştan sonra geri alındı.

Balkan Savaşı'nda Türk askerini arkadan vuranların çoğu bu hainlerdi!

1897 Yunan Savaşı’nda Osmanlı kara ordusu iyi bir sınav verdi ama aynısını donanma için söylemek zor.

Yıllarca bakımsız kalan donanma, savaş başlayınca İstanbul’da gösteri yapmak istemiş ama gemilerden kimi Haliç’ten çıkamadan kazan patlatmış, kimi Marmara’da kaybolmuştu.
1897 Yunan Harbi'nin kazanılmasına rağmen Girit'in masada verilmesi Abdülhamit'in sansürü ve baskısı nedeniyle Osmanlı'da haber olmadı.

İsviçre'de basılan Beberuhi'de alttaki karikatür yayınlandı.

Yunan prens Yorgi Girit üzerine oturmuş, Girit'in altında Müslüman halk eziliyor.

1897 savaşı üzerine anekdot:
Resneli Niyazi genç yaşta bu savaşta çok sayıda Yunan askeri esir alır.
Bunları İstanbul'a getirmesi emredilir.
İstanbul'da, çocuk yaşta paşa yapılmış aşiret ağalarının oğulları esirlerin başında geçit töreni yapar.
Niyazi çok bozulur ve muhalif olur.




TR'de her dönem genç nesile 'Milliyetçilik' adı altında yutturulan ideolojik zırva, aslında milliyetçilikle alakası olmayan 'Devlettaparlık'tır.

Modern milliyetçiliğin çıkışı, 'Fransız Devrimi' devlete karşı yapılmış bi ayaklanmayken:

🟥 Ortadoğu'da devlet, tanrıdan büyüktür.

Sirkiye de, toplumsal dinamikler bakımından bir Ortadoğu ülkesi olduğu için, ülkemizde resmi ideoloji olan milliyetçilik masallarında devlete toz kondurulmuyor.

Kelime anlamı bakımından, bir milletin bağımsızlığını ve çıkarlarını temel alan bu ideolojiye göre milliyetiçilerin, günümüzdeki hâlini almış ve hükûmetleşmiş Sirkiye devletine karşı en sertinden bir aksiyon alması zaruridir.

Günümüz sosyal medya akışındaki 'Kanzi Tarikatı' Atatürk'ün Bursa Nutku'na benzer bir metni görse hemen paylaşan kişiyi "terörö" olarak nitelendirecek kadar milliyetçiliğin doğasından sapmıştır ve bu gençlerin beyni devlet tarafından yıkanmıştır.

Şaşırmamak lazım çünkü bu çocuklardan, teknolojik gelişmelerin getirdiği kazanımları ve internet çağı sayesinde öğrendikleri şeyleri alırsanız tam olarak aileleriyle aynı kafa yapısına sahip olduklarını görürsünüz.

Profilinde, Talat, Enver Paşa falan bulunup "tehcir" tweeti atan Efe Can'ın, WhatsApp hikâyeler kısmında Ebu Ubeyde sözleri paylaşan babasının, ittihatçı editleri izleyip gaza gelmemesindeki tek sebep yaş farkıdır.

İkisi de kendisini milliyetçi olarak tanımlar fakat ikisi de aslında devlettapardır. Tek fark birisi daha muhafazakâr bir yaşam tarzını benimsemişken diğeri nispeten sekülerdir.

Bu gençler, ittihatçıların temelde devlete karşı olan bir oluşum olduğundan bile bi haberlerdir.

Bunların ara sıra sosyal medyadan gaza geldiklerine, "şöyle silahlanırız, öyle yakarız, böyle yıkarız" falan dediklerine de aldanmayın.

Ülkedeki en etkisiz ve pasif kitle bunlardır. Yapabilecekleri en uçuk şey, atılmış bir sinkaflı tweete 40-50 bin favlık etkileşim vermek veya 2 milyon izlenecek bir CapCut editiyle milliyetiçilik mastürbasyonu ayini yapmaktan ibarettir.

Bugün mevcut rejim Anıtkabir'i yıkıp yerine cami yapsa, buna karşı ayaklanan halkın arasına iki renkli bayraklı, iki de Kürtçü slogancıyı koysanız, bu Kanzi Tarikatı hemen başlayacaktır:

• devlet ayrı hükümet ayrı
• polisimin yanındayım
• terörö...

O yüzden artık bu kitleyi kaale almayı bırakıp sosyal medyadan yapay gündem belirlemelerinin önüne geçmeniz, zamanınızın verimli kullanılması ve mental sağlığınızın ziyana uğramaması adına iyi olacaktır.

"1889 - Paris'te, 1789 Fransız Devrimi'nin 100. yıl dönümü için, Gustave Eiffel tarafından yapılan Eiffel Kulesi açıldı."

"18. yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanmasını Fransız Devrimi'nin getirdiği milliyetçilik fikrine bağlayarak açıklamak oldukça yetersizdir. Çünkü imparatorluğun parçalanmasında etkin olan milliyetçilik, 15. yüzyıldan beri Balkan milletlerinin bir ürünüdür. Fransız Devrimi, kraliyetle birlikte kiliseye karşı yapılmıştır. Balkan milliyetçiliğinin ise temel mihrakı kilisedir

Helmuth Von Moltke Ve Türkiye Mektupları (1) 
1835-39 yılları arasında Osmanlı’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılıp yeni bir ordunun kurulması esnasında İstanbul’a kısa bir gezi için gelen genç Alman subayı Helmuth von Moltke, Osmanlı ordusunun şekillenmesinde görev almıştı. 28 ay kaldığı Osmanlı devletinde birçok şehri gezen ve buralarda edindiği sosyal ve toplumsal izlenimleri aile bireylerine yazdığı mektuplarda anlatır. İlk bakışta mektuplarını klasik bir Avrupalı gibi kaleme almadığını düşündüğünüz Moltke’nin satırlarını dikkatle okuduğunuzda aslında standart bir şarkiyatçı ile karşı karşıya olduğunuzu fark edersiniz. Belli noktalarda Osmanlı ve Türk toplumu için müsbet tespitlerde bulunsa da Batılı ve medeni dünyanın bir vatandaşı olduğu ön kabulüyle karşısındakini “Öteki” ve “Doğulu” olarak tanımladıktan sonra yukarıdan bakan bir bakışla yazılarını kaleme alır. İlk yazımızda Almanların bu büyük generali Feldmareşal Helmuth von Moltke’yi ve mektuplarının ana temasını ele alacağız.


Doğu ile Batı dünyasının yaklaşık 11 asır geriye giden ilk kitlesel karşılaşmaları Haçlı Savaşları ile olmuştur. Bu ilk karşılaşmadan sonra iki farklı medeniyet savaş meydanlarında sıklıkla karşı karşıya gelirken tarihçiler de bu savaşların sebep ve sonuçları üzerine uzun uzun metinler kaleme aldı. Tarihçilerin ardından zamanla işin içine dahil olan seyyahlar da iki farklı medeniyeti yazmaya koyuldu. Ancak tarihî süreçte seyyah olarak karşımıza çıkan birçok isim aslında “öteki” olarak konumladığı medeniyeti sosyolojik olarak çözmeye çalışan, kendi ülkesine ve ordusuna yeni bilgiler ve belgeler ulaştırmak isteyen gönüllü sivil askerlerdir diyebiliriz. Elbette tarihî süreç içerisinde karşılaştığımız her seyyah için bu tanımlamayı yapamayız. Ancak bugünden geriye doğru dönüp baktığımızda gördüğümüz manzara genel hatlarıyla bahsettiğimiz meyanda cereyan etmiştir.


Özellikle Osmanlı devleti zamanında Batılı yazarların kaleme aldığı gezi, seyahat notları, mektuplar ve dinî metinler oryantalist bir bakış açısıyla yazılmıştır. Filhelenizm etkisi altında kalmış olan Batı medeniyeti bu hastalıklı fikir nedeniyle muhatabına objektif bakamamış, kaleme aldığı metinlerde gerçeğin, hakikatin peşine düşememiştir. Hatta bu ana ilkelerin aksine, seyahate çıkmadan, kendisinden önce oryantalist mantıkla yazılmış seyahatnameleri okuyup zihninde belli bir “Doğu, Doğulu, barbar, vahşi, öteki, İslâm, Müslüman, Türk” imajları oluşturuyordu. Bu seyyahların çoğu devlet görevlisi çoğu zaman da asker oluyordu. Bu noktada da metinlerin içeriği değişirken verilen bilgiler de farklılaşıyordu.


Filhelenizm: Yunanperverlik olarak da adlandırılan ve özellikle 19. yüzyılın sonlarında yaygınlaşan, Eski Yunan kültürü sevgisini yansıtan bir akımdır. Filhelenizm, bir terim olarak İngiliz şair ve romantizm akımının öncülerinden olan Lord Byron gibi, Greklerin Osmanlı’ya karşı bağımsızlık savaşını destekleyen Avrupalıların görüşlerinin tanımlamak için kullanılır.


Osmanlı coğrafyasında görevli bulundukları dönemde mektuplar yazan, raporlar tutan Batılı bürokratlar, konsolosluk görevlileri, misyonerler Anadolu coğrafyasına geldikleri zaman zihinlerinde hazır bir “öteki” şablonu taşıyorlardı. Gezilerinde sadece bu şablonun içini dolduruyorlar ve Batı’da bu metinleri okuyacak okuyucunun isteklerini de bildikleri için kalemlerinin istikametlerini de buna göre belirliyorlardı. Çoğu seyyah ya da gezgin, seyahati bittikten yıllar sonra gezi yazılarını, günlüklerini ya da notalarını kitaplaştırıyordu. Aradan geçen zaman hakikatin eğilip bükülmesine neden olsa da onlar meselenin bu tarafına çok ehemmiyet vermiyorlardı. Esasında bu tek taraflı bakış açısı ve peşin hükümlerle hareket Batıdaki dinî metinlerde hem daha çok hem de daha sert olarak karşımıza çıkıyor.

Almanların en büyük generallerinden biri olarak gösterilen Feldmareşal Helmuth von Moltke de Osmanlı topraklarında 28 ay bulunmuş, bu arada bazı mektuplar yazmıştır. Klasik oryantalist bakış açısından dışarı çıkmayan Moltke ve kaleme aldığı mektupları bazı açılardan yazıldığı dönemin sosyal ve askerî şartları hakkında bize “dışarıdan bakan bir gözün” gördüğünü göstermesi açısından elbette önemlidir. Hatta bu mektuplarda satır aralarında yer alan övgüler ilk bakışta tarafsızlık intibası da veriyor. Ancak metnin tamamını okuduğunuz zaman yazılanlar arasında en insaflı metinlerden birisi olarak gösterilen Moltke’nin mektuplarının aslında diğer mektuplardan, seyahat notalarından pek de farklı olmadığını görebilirsiniz.

General Moltke’nin mektupları, kısa bir seyahat için geldiği İstanbul’da 28 ay kalması üzerine ailesine yazıp gönderdiği metinlerden oluşuyor. Moltke, çok da istemeden kabul ettiği görevi esnasında önce annesine, onun vefatının üzerine eski bir asker olan babasına mektuplar gönderiyor. Mektuplar ortalama 18 günde Almanya’ya ulaşıyor ve geri gelen cevabı da hesaba katarsak bir mektubun gidip cevabın geri gelmesi ortalama 40 günü geçiyor. Bu arada mektupların 1835-1839 yılları arasında yazıldığını da hemen belirtelim. Bu tarihte Osmanlı tahtında Sultan II. Mahmud vardır ve 1839 yılında vefat edecektir.

İçindekiler:

1 Sıra Dışı Bir General
2 Askerî Yetenekleri
3 Osmanlı İzlenimleri
4 Sultan II. Mahmud’un verdiği pırlantalı iftihar nişanı.
5 General Moltke ve Türkiye Mektupları
6 Anlattığı Mekan ve Olaylar
Sıra Dışı Bir General
Almanlar açısından çok önemli bir isim olan Feldmareşal Helmuth von Moltke, 26 Ekim 1800 yılında Almanya’da Danimarkalı bir general ile Prusyalı bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Danimarka’da aldığı askerî eğitimin ardından 1819 yılında subay olarak mezun olur ve 1822 yılında Prusya hizmetinde göreve başlar. 1835-1839 yılları arasında Osmanlı devletinde görevde bulunur ve ilk ciddi savaş deneyimini burada edinir. Moltke, daha sonraki askerî hayatı üzerinde bu tecrübenin birçok olumlu etkilerini görecektir. Osmanlı’daki görevinden sonra ülkesine döndüğünde kurmay olarak hızlı bir yükselişe geçer ve 1848 yılında Magdeburg’daki Dördüncü Ordu’nun kurmay başkanlığına getirilir. 1855 yılında veliaht prensin yaveri, üç sene sonra ise genelkurmay başkanı olur. 1866’da Avusturya, 1870-71’de Fransa’ya karşı yapılan savaşta genel kurmay başkanı olarak üstün hizmetlerde bulunur. Ölümüne kadar askerî görevlerde yer alan Moltke, parlamentoda da muhafazakâr kanadı temsil ediyordu. 24 Nisan 1891 yılında Berlin’de öldüğünde Almanlar için çoktan efsane bir isme dönmüştü.

Askerî Yetenekleri
General Moltke’nin hayatına ve hakkında yazılanlara baktığımız zaman karşımıza askerî dehası derin bir tarih bilgisiyle desteklenmiş bir kişilik çıkar. Moltke, sıradan bir asker değildi, belki de onu bu sıradanlıktan kurtaran şey derinlemesine vakıf olduğu bu tarih bilgisidir. Kendi kişisel stratejisini belirlerken en başta Napolyon savaşları olmak üzere Avrupa’daki tüm önemli harpleri derin ve detaylı olarak incelemişti. Böylece harp sahasına çıktığında kendi stratejisini önceden zaten hazırladığı için nerede ne zaman ne yapması gerektiğini de biliyordu.

Moltke’nin en önemli askerî stratejisi ise savunma ile ilgili sorunları saldırıyla çözmekti. Onu farklı kılan özelliği ayrı yönlerden hareket eden kuvvetlerin birleşip düşmanı vurması ve savaşın başlarında elde edilen kazanımların öncelikle sağlama alınması gerektiğiydi. Bunun yanında kumandanlara kendi inisiyatiflerini kullanma özgürlüğü tanınması gibi hususlar da Alman birliğinin kurulmasıyla sonuçlanacak büyük savaşlarda uyguladığı stratejiler arasındaydı. Osmanlı’da bulunduğu sırada Hafız Paşa kumandasındaki ordunun Nizip Savaşı’nda yenilmesinin nedenini kumandanların inisiyatif almaması olarak görmüştü. İşte orada gördüğü bu eksikliği ya da hatayı kendi yönetimindeki ordularda yapmamaya özen gösteriyordu.

Osmanlı İzlenimleri
Moltke, işe can alıcı noktasından yakalayarak girişme becerisinin kurmay eğitimin önüne geçebilecek derecede önemli olduğunu, Osmanlı’daki durumla ilgili izlenimlerinde, iyi eğitim görmemiş olmakla beraber en isabetli askerî tedbiri almasını bilen bazı subaylar hakkındaki gözlemlerinde dile getirir. Askerî başarılarının ve yeteneklerinin dışında kaleminin de iyi olduğunu bildiğimiz Moltke, o dönemde pek çok subayda olan bu özelliği gayet iyi geliştirmiş bir kişiydi. Bu özelliği sayesinde de birçok eser vermeyi başarmış, 91 yıllık ömründe saygı ve itibar görmüştür. Hatta 90’ıncı yaş günü nedeniyle tertip edilen kutlamalara devrin padişahı Sultan II. Abdülhamid Han da yolladığı bir telgraf ile bizzat tebrik etmiştir. Bu telgrafta Abdülhamid Han, dedesi zamanında yerine getirdiği yüksek hizmeti takdirle anmış ve generali en üst derecede onurlandırmıştır.

Sultan II. Mahmud’un verdiği pırlantalı iftihar nişanı.
Osmanlı’da bulunduğu hizmet yılları içerisinde görevine sadık bir asker izlenimi veren general, Ocak 1837 yılında Sultan II. Mahmud’un verdiği pırlantalı iftihar nişanının beratını aldı. 27 Aralık 1839’da zor bir yolculuğa eşlik eden ağır bir humma hastalığından sonra ancak Berlin’e varabilmiştir. Mektuplarını incelediğimizde de görüleceği üzere Moltke, Osmanlı hakkındaki izlenimlerini kaleme alırken dağılmakta olan bir imparatorluğun izlerini bizlere gösterir. Yeniçeri Ocağı’nın kapatılıp yerine yeni ordunun kurulduğu bir dönemde bu ordunun yetersizliğini bizzat görmüş birisi olarak eğitimsizlikten bahseder. Moltke, bunlara ek olarak memleketin halinin de perişan olduğunu tespit eder. Moltke ve beraberinde bulunan silah arkadaşlarının Osmanlı’daki varlığı ve askerî olarak verdikleri hizmetlere bakıldığında dönemin şartları ve siyasi nedenlerden dolayı kalıcı bir fayda sağladıklarını buna bağlı olarak da Osmanlı’da belli bir iz bıraktıklarını söylemek maalesef zordur.

General Moltke ve Türkiye Mektupları
Genç bir subay olduğu dönemde İstanbul’a gezi amacıyla gelen Helmuth von Moltke, Osmanlı’da yeni kurulan ordu sisteminin danışmanı olarak görevlendirilir. Bu dönem Osmanlı’da; gözlerin Batı’ya çevrildiği, askerî ve siyasi sistemin “Batılılaşma” olarak tanımlandığı sosyal dönüşümlere sahne oluyordu. Sultan II. Mahmud döneminde İstanbul’da bulunan ve görevi gereği Anadolu’yu da gezen ve gözlemlerde bulunan Moltke hem bu gözlemlerini hem de dönemin toplumsal yapısını aile fertlerine gönderdiği mektuplarda ayrıntılı bir biçimde yazıyordu. Moltke hem İstanbul’da hem de Anadolu’da ziyaret ettiği sarayları, konakları, yalı ve hamam gibi yapıları planlarıyla tanımlıyor, dekorasyon özelliklerini dikkatle tasvir ediyordu. Mektuplarında, Osmanlı coğrafyasında yer alan şehirler, anıtlar, sokaklar, Homeros’tan alıntılarla bahsi edilen antik kalıntılar onun askerî disiplininden kaynaklanan sistemli ama mümkün olduğunca akıcı ve canlı anlatılıyor. Bu mektuplar ilk olarak 1841 yılında Almanca yayımlanmış daha sonra farklı dillere de çevrildi.

Anlattığı Mekan ve Olaylar
Moltke’nin ilk mektubu 25 Ekim 1835 tarihlidir. Eflak ile Bükreş yolculuklarının anlatımıyla başlar. Balkanlardaki Osmanlı şehirleri, evler ve çarşılar; Han’da konaklama, Edirne, İstanbul’a giriş; İstanbul’un güzellikleri, Boğaziçi, Tophane semti sırasıyla anlatılır. İstanbul üzerine yazılan mektuplarda camileri ve Topkapı Sarayını görürüz. Türk üniformaları, kadın giyim kuşamı, yemekler, Anadolu ve Rumeli Hisarları, Boğaziçi kahvehaneleri, saltanat kayıklarını anlatan Moltke Çanakkale ve çevresindeki antik yerleşim yerlerinin anlatımını Homeros’tan alıntılarla yapar. Bursa’ya geçen Moltke, burada Uludağ, camiler, hanlar, kebapçılar, hamamlardan bahseder ve sonrasında İznik ile tarihi yapıları mektubuna taşır. Çanakkale Boğazı, Kuzey Ege, Adalar, İzmir panoraması, Büyükdere, Galata Köprüsü, Çırağan Sarayı, Boğaz kıyıları, ev mimarileri, ahşap evler, yangınlar, sefarethaneler, yangın ölümleri, ısınma adetleri, evlerin düzeni, sofra adabı, hayvanseverlik, mezarlar, mezarlıklar, eski ve yeni teşrifat kuralları, has oda ve padişahın giyinişi yine Moltke’nin mektuplarında işlediği konulardır. Edirne, Edirne Sarayı, Yıldırım İmareti, Selimiye ve devamında Beylerbeyi Sarayı, Galata Kulesi, Ayasofya ve At meydanı ile İstanbul’daki Bizans eserleri, surlar ve saraylar mektuplara konu olur.

Moltke’nin tam güzergâhı ise Romanya-Bükreş, Bulgaristan-Yerköy ve Rusçuk-Şumnu üzerinden Edirne-İstanbul, Çanakkale-İzmir, Samsun-Amasya-Tokat ve Sivas-Malatya-Maraş-Urfa ve tüm Güneydoğu Anadolu ile Konya ve Kayseri şeklindedir. Aslında bu güzergâh Kanuni döneminde Osmanlı’da Alman İmparatoru’nun elçisi sıfatıyla görev yapan Baron de Busbecq’in güzergâhı ile ortak noktalar taşır.

Baron de Busbecq / Ogier Ghiselin de Busbecq 1522-1592 yılları arasında yaşamış olan ve Avusturya Monarşisi için görev alan Flemenk diplomat. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Alman İmparatoru’nun elçisi olarak 1554-1562 yıllarında 8 yıl İstanbul’da görev yapmıştır. 16. yüzyıl İstanbul’u hakkında yetkin kaynaklardan biri olarak kabul edilen “Türk Mektupları” adlı eseri kaleme almış ve bu sayede edebiyatta gezi mektupları türünün öncülerinden biri olmuştur. De Busbecq’in bir diğer özelliği de Türk lalesini Avrupa’ya tanıtan kişi olarak tanınmasıdır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye'de Yaşayan Zenciler

Müşür Nedir, Ne İşe Yarar?

Hükümetler Tarafından Gerçekleştirilen Tarihin En Büyük Altın Soygunları