deneme 228
Alman Gizli Polis Teşkilatı anlamına gelen ve Almanca’da “Gheime Staatspolizei” olarak bilinen bu teşkilat, Adolf Hitler’in iktidara gelerek, Nazi ideolojisini uygulamaya koymasından sonra Nazi Almanya’sının işgal ettiği bütün topraklarda görev yapmış bir polis teşkilatıdır.
Nazi Almanya'sının en kuvvetli polis teşkilatı olan SA örgütünün üst düzey yetkilileri Adolf Hitler’in emriyle uzun bıçaklar gecesinde katledilmiştir. Bu olayın sonucunda SA örgütü yok edilmiş, Heinrich Himmler Alman Polis Teşkilatı'nın başına geçmiştir. Bu terfiden hemen sonra Hitler'in emri üzerne Gestapo da Heinrich Himmler komutasına katılmış ve ayrı bir statü kazanmıştır.
Gestapo’nun yaptıkları operasyonlar ve uyguladıkları işkenceler savaş sonunda duruşmalara da konu olmuştur. Politik muhaliflerin ve Yahudilerin takibi ve toplanmasından sorumlu olan bu gizli polisler, 1946 Nürnberg Duruşmalarında da, Gestapo teşkilatı olarak suçlu bulunmuş ve kanun dışı ilan edilmiştir.
Hesaplaşma
Gestapo Nasıl Kuruldu?
Nazi Almanya’sı kurulduğunda, polis teşkilatının çoğu Weimar Cumhuriyeti’nin polis teşkilatının devamı şeklinde olmuştur ve bu standart polis teşkilatları Hitler’in istediği bir oluşum değildir.
Hitler, uyguladığı Nazi rejiminde kendisine mutlak sadakatle hizmet edecek birlikler istemiştir ve bunun üzerine SS ve Gestapo kurulmuştur. Gestapo, öylesine güçlenmiştir ki mahkemelerin dahi bu polis teşkilatına sözü geçmez olmuştur.
Hermann Goering
Her ne kadar Gestapo’nun kurucusu, bu gizli teşkilatı yöneten Heinrich Himmler olarak bilinse de; Hitler’in en yakın arkadaşı olan Hermann Goering, Gestapo’nun gerçek kurucusudur. Goering, Adolf Hitler’in güçlenmesi ve şansölye unvanı almasından sonra Prusya vekili olmuş ve polis devletlerini örgütlemiştir. Gestapoyu kuran Goreing, bu birime çok sayıda Hitler sempatizanı kişiyi sokarak, Hitler’in görüşlerini çevresine aşılamaya başlamıştır. Çok geçmeden taraftarları artan Hitler’in düşünceleriyle Goering, karşıt görüşlü muhaliflere baskı uygulamaya başlamıştır. Önceleri Hitler için kurulan ve Goering komutasında olan Gestapo, zamanla dikkatleri üzerine çekince Hitler bu polis teşkilatını kullanmak için 1934 yılında Gestapo’nun başına Heinrich Himmler’i tayin etmiştir.
Himmler, komutayı devraldıktan sonra Gestapo’nun kontrolü ve devamlılığı için dinamik ve atılgan SS komutanlarından biri olan Reinhard Heydrich’i başa getirmişir. Kısa zamanda gelişen Gestapo, muazzam bir haberleşme ağı ve detaylı bir bilgi envanterine sahip olmuştur. Ayrıca tamamen gizlenme yeteneği olan bu birlikler, büyük bir gizlilik içinde operasyonlarını sürdürmüşlerdir. Bu gizli ajanlar sıradan bir polis birliği gibi gözükseler de tutuklama, yargılama, infaz gibi sınırsız yetkilere sahiptiler. Yapılan bu uygulamalar neticesinde her ne kadar gizlilik sürdürülse de adı geçen polis teşkilatının kirli yüzü Alman halkını tedirgin etmiştir.
Uzun Bıçaklar Gecesi ve Gestapo’nun Himmler Himayesine Geçmesi
Hitler ve hemen arkasında ortada yürüyen Ernst Rohm;
Hitler, uzun bıçaklar gecesinde
SA örgütünün kurucusu ve komutanı
Ernst Röhm'ü de yakalatmış ve öldürtmüştür.
İlk başlarda Adolf Hitler’in etkinliği arttıran ve büyük bir askeri güç olan SA gün geçtikçe isteklerini artırıyor ve iktidarda bulunan Hitler üzerinde baskı kuruyordu. SA birlikleri artık başına buyruk hareket etmeye başlamıştı ve etrafta darbe dedikoduları dönüyordu. Otoritesinin sarsılacağını ve bir darbe girişimi ihtimali olduğunu fark eden Hitler, tarihte “Uzun Bıçaklar Gecesi” olarak bilinen saldırıyı hazırladı. Bir gecede ve tek bir hamlede SA’nın hemen hemen tüm üst düzey yönetim kadrosu SS ve Gestapo subayları tarafından öldürüldü. Hazırlanan bu operasyonda Gestapo, yüzlerce SA yönetici ya da elemanı hakkında bilgi toplayarak çoğunu tutuklayıp toplama kamplarına gönderdi ya da infaz etti. Gestapo bu operasyondaki başarısıyla bir kez daha Hitler’in övgüsünü kazanmıştı. SA’nın ortadan kaldırılmasından sonra Alman halkı daha da rahatladı.
Yapılan operasyondan sonra Hitler, Heinrich Himmler’i bütün polis birliklerinin başına geçirdi ve Gestapo’yu da Himmler himayesi altına soktu. Gestapo o denli büyüdü ki, Almanya da haberinin olmadığı sokak, ev veya apartman kalmamıştı. Bu geniş haber ağında çalışan gizli polislere maaş ödenmezdi. Genellikle bu gizli elemanlar ellerinde bulunan bu yetkiden zevk aldıkları için bu işe alınmışlardı. Bir süre sonra Gestapo’ya bilgi vermek rejime olan bağlılığı ifade eder oldu ve terfilerde Gestapo önemli güç unsuru olmaya başladı.
Heinrich Himmler
Gestapo’nun kurduğu Hitler Gençlik Örgütü, gençleri kendi bünyesine topluyor ve Hitler’e mutlak sadakatle yetiştiriyordu. Gençler Hitler ve Gestapo’ya öyle bir manevi bağlılık hissediyorlardı ki bazen anne ve babasını Gestapo’ya şikayet eden gençler bile oluyordu. II. Dünya Savaşı yıllarında Gestapo ajanlarının sayısı 45 binleri bulmuştu. Gestapo birlikleri bünyesinde yer alan bu 45 bin kişi; casusluk, üst rütbelileri koruma, önemli geçitlerin korunması, kimlik kontrolü yapma, esir kampı yönetme ve daha birçok görevi üstleniyordu. Gizli faaliyetleri ile hem ülke içi hem de uluslararası alanda bilgi toplayan Gestapo, günümüzün “istihbarat teşkilatları” ile benzer bir yapıya sahipti. Ofislerine Gestapoleitstellen adı verilmişti.
İstihbarat Teşkilatlarının Temeli Gestapo
Günümüzdeki istihbarat teşkilatlarının temeli olan Gestapo, II. Dünya Savaşı sırasında önemli komutan ve generallerin korumalığını da üstlenmişti. Gestapo ajanları, savaş sırasında ülkeye sızan casusları bularak infaz etmiş ve savaş kaybedildikten sonra çoğu kaçmasına rağmen yakalananlar kurşuna dizilmiştir. II. Dünya Savaşı’nın anlatıldığı filmlerde sıkça yer verilen Gestapo ajanları, zaman zaman düşman kuvvetlerine karşı haklı da örgütlemişlerdir.
Reinhard Heydrich ve Gestapo şefi Karl Hermann Frank
Gestapo öyle gelişmiş bir muhbir ve istihbarat ağına sahipti ki, muhaliflerin ve karşıt görüşlülerin gittikleri barlara, otel odalarına mikrofonlar yerleştiriliyor ve çok önemli bilgiler elde edilerek kolayca bu kişiler tutuklanabiliyorlardı. Almanya’nın Avusturya ile olan birleşmesi herkese gönüllü bir birleşme olarak gösterilse de, Gestapo; Alman askeri birliklerinden önce Avusturya’da çalışmalara başlamış, muhalifleri sindirmiş ve karşıt görüşlerini susturmuştu, bu birleşmeyi gönüllü bir birleşme olarak lanse ettirmişti.
II. Dünya Savaşı’nın ilerleyen yıllarında savaş karşıtı eylemler giderek artmıştı. Gestapo bu eylemleri ve eylemcileri teker teker ortadan kaldırdı. Ayrıca kurulan toplama kamplarının evrak işlerini de yapan Gestapo ajanları, esirlerin üzerinden çıkan değerli eşyaların da kayıtlarını tutmakla da görevlendirilmişlerdi. Gestapo’nun Himmler’den sonra ikinci adamı olan Heydrich, Çekoslovakya’da büyük bir azimle çalışmalarına devam ediyordu. Oluşan huzur ortamıyla birlikte üstü açık bir arabayla dolaşan Heydrich, suikaste uğrayak ve hayatını kaybetti. Bu yetenekli komutanın ölümünden sonra Himmler, intikam amacıyla bölgedeki 3000 Yahudiyi toplama kamplarına sürdü.
Gestapo Dağılıyor
II. Dünya Savaşı’nın kaybedeni olan Nazi Almanya’sı yavaş yavaş Sovyetler ve diğer müttefik kuvvetlerince işgal edilirken Gestapo ajanları da yavaş yavaş askeri cepheden çekilmeye, hatta y
Hilafet İslam geldiğinden beri üzerinde en çok konuşulan fikir yurutulen konu olmuştur. Kuran'da hilafet geçmez.
Dört halifenin dördü de farklı şekillerde başa geçiyor
1256 ya kadar bütün halifeler kureyşten
Millet ve ordu, padişah ve halifenin hıyanetinden haberdar olmadığı gibi, o makama ve o makamda bulunana karşı asırların kökleştirdiği dini ve ananevi bağlarla bağlı ve sadık. Millet ve ordu kurtuluş çaresi düşünürken bu miras kalmış alışkanlığın sevkiyle kendinden evvel yüce hilafet ve saltanat makamının kurtuluşunu ve dokunulmazlığını düşünüyor. Halife ve padişahsız kurtuluşun manasını anlamak kabiliyetinde değil. Bu inanca muhalif fikir ve görüş ortaya koyacakların vay haline! Derhal dinsiz, vatansız, hain, reddolunmuş olur... Mustafa Kemal Atatürk - 1927 Atatürk, 1. Dünya Savaşı'nın bitimi ve Samsun'a çıktığı gün genel durumu anlatıyor. Nutuk Kaynak: Atatürk'ün Bütün Eserleri, 19. Cilt, s. 29
"Mustafa Kemal
O, paradoksal olarak, ortadan kaldırmak üzere bulunduğu sırada bile, Hilâfet'in prestijinden faydalandı."
2( İstanbul'u fethettiğimiz zaman ortodokslarin koruyucu unvanı aldık. Sonra Ruslara verdik
3( Ama bir de halifelik müessesesi var. Halkın gözünde o halifenin altında bir din ve teşkilatı var. Bilmiyorlar ki, Şeyhülislam fetvasıyla halifeler katledilmiş bu memlekette. Sultan Mustafa, Sultan (Genç) Osman, Sultan İbrahim, Sultan Selim katledilmiş. Bunlar hep fetva ile katledilen sultanlar, halifeler.
4( Karşılaşılan ilk sorun, saltanat ile hilafet ayrılır mı, ayrılmaz mı? Bir taraftan da şöyle bir gerçek var: Saltanat ile hilafet zaten bir değildi ki, Yavuz bu hale getirdi. Bizimkiler uzun uzun tartışıyorlar, Atatürk de dinliyor tartışmaları.
5( Saltanat ayrıldı, saltanat sülalesi İstanbul’da. Abdülmecit Efendi veliaht şehzade. Abdülmecit’e halifeliği devralması söyleniyor, kabul ediyor. Abdülmecit, o sanatkar adam, maalesef o eski şaşaayı sürdürmek istiyor. Halbuki Büyük Millet Meclisi hükumeti hilafeti de Diyanet İşleri Başkanlığı gibi görmek istiyor. Sonra İstanbul’daki paşalar halifeye padişah muamelesi yapmaya başlıyorlar. Refet Paşa da dahil. Atatürk işin kötüye gittiğini anlayınca maalesef hanedanı yurtdışına çıkartmaya karar veriyor.
6(
7(
8(
9(
10( Atatürk dogmacı bir devlet31 değil, pragmatik ve zeki biriydi. Yine onlarca tarikat mensubu ve şeyhten destek alıp 1924’te halifeliği kaldırdı. Ama biz HDP ile diyalog olsun deyince Apocu oluyoruz. Komik.
"Laikliğin tartışılmaya başlandığı 7. Cumhuriyet Halk Partisi Kongresi'nde (1947), dinin ihmal edilmiş bir toplumsal pekiştirici olduğu ilkesi çok açık olarak ortaya sürülmüştür."
"Laikliğin devamını açıklayan iki sebep daha vardır. İlki, Türkiye'de artık Islam Hukuku uzmanlarından veya bağımsız yüksek din otoritelerinden oluşan yerleşik bir topluluğun bulunmayışıdır. Bu tür resmi veya gayriresmi bir grup da yoktur, sadece, camilerdeki Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı prestijsiz din görevlileri ile il müftüleri belki böyle bir statü iddiasında bulunabilirlerdi. Ne var ki gerçekte bunlar, devlet politikası doğrultusundaki emirlere uymak zorunda olan ücretli devlet memurlarıdır. İran'daki durumu Türkiye'dekinden böylesine farklı yapan da bu noktadır. İkincisi, Türkiye'de siyasal muhalefete meşruluk sağlayabilen tek araç din değildir; siyasal hoşnutsuzluğun ifade edilebileceği başka kanallar da vardır (Türkiye bu noktada da Iran'dan farklıdır, çünkü orada kitlenin siyasal katılımı için var olan tek yol dini muhalefet idi)."
"19.yüzyıl reformcuları için en zor problem, askeri kurumları veya yönetim ağını dağıtmamaktı yani "merkezi bir değerler sistemi" yaratmaktı. Çünkü bir merkezi değerler sistemi olan Kur'an'a müracaat etmenin avantajlarına ve Osmanlı İmparatorluğu'nun gelişmiş girift yapısına rağmen Osmanlı İmparatorluğu bir "merkezi değerler sistemine" sahip değildi. Bu yoldaki başarısızlık öncelikle ekolojikti: Osmanlı İmparatorluğu "organik dayanışma" içinde bulunan bir toplum değil tersine dağınık bir yapıya sahipti."
"Türk tarih tezi
Tarih tezi, amacını sınırlı ölçüde başardı; Türkler, Türk olarak başarılarından kaynaklanan yeni bir duygu hissetmeye ve dünyaya bir Türk olarak gelmiş olmakla gurur duymaya başladılar"
"Pek çok Türk için din; babanın otoritesini, annenin yerini ve çocukların saygısını güvence altına alma aracıydı."
"Atatürk'ün ideal bir toplum peşinde gösterdiği kararlılık, zamana ayak uydurmadaki büyük yeteneği ile çelişki teşkil etmez: Onun taktik çelişkilerini anlamlı kılan nokta, üzerinde dikkatini yoğunlaştırdığı tasarıdır"
"1966'da dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, "bir kimsenin Müslüman olduğunu söylemesinin veya Tanrı'dan bahsetmesinin", dinin siyasal amaçlarla kullanılması olarak yorumlanmış olduğunu ileri sürmüştü. Ona göre, bu gibi ifadeler gericilik olarak yaftalanamazdı: "Her Müslüman Türk göğsünü gere gere Müslüman olduğunu söyleyebilir." Demirel'in İslâm'a karşı bu yumuşak ve hoşgörülü tutumu (ki o, ibadet eden bir Müslüman olarak bilinmektedir), hemen hemen bütün genel seçimlerde seçmenlerin yüzde 40'ından fazlasının desteğini almış olmakla beraber; hakiki "dinci" parti olan Milli Selamet Partisi oyların yüzde 12'den fazlasını alamamıştır."
"Başarı Allah’ın kulunu sevdiğine dair bir işaret kabul edildiği için bireyler Kalvinizmde çalışkan olmaya sevkedilmişlerdir."
"Her ne kadar İslamiyeti, biz bir din olarak tanımlama eğilimliysek de, peygamberin onu daha çok bir millet olarak tanımlamış olması muhtemeldir."
"19. yüzyılda Avrupalı büyük güçler, bir süreden beri üstlenmiş oldukları Osmanlı İmparatorluğu'ndaki çeşitli Hıristiyan halkların hamiliği rolündeki nüfuzlarını arttırdılar. Bu, "Avrupa'nın hasta adamı"nın memleketinde ayak basacak sağlam bir yer ele geçirmeyi hedef alan politik bir manevra idi."
"Ticaret yapıp da tutumları sayesinde zengin olan fakat nüfuzlu kimseler sınıfının dışında tutulması gerekenlerden başka, Türkler ancak memuriyetler sayesinde zengin olurlar. Bunları yine aynı yoldan yükselmiş bulunan Büyüklerin kayırması sayesinde elde ederler. Servetleri açgözlülüklerinin biriktirdiği, korkunun gömdüğü, tantananın çarçur ettiği,rastlantının yenilediği sermayeler halindedir.
(Baron de Tott)"
"Osmanlı romanı, Türk modernleşmesini incelemek için az yararlanılmış bir kaynaktır, oysa birçok roman yazıldıkları zamana ait İstanbul seçkin çevrelerinin durumu hakkında bize önemli bilgiler verir. Bu kaynaklar, ayrıca, Osmanlı aydınlarının sosyal değişmenin getirdiği sorunlara nasıl yaklaştıklarını da belgeler. Türk edebiyatını inceleyen bir kişinin daha önce de gösterdiği üzere, ilk Osmanlı romanlarının büyük çoğunluğu toplumsal ve siyasal değişmenin yarattığı sorunları inceleyen tezli romanlardır.
Türk kültürünü konu alan tarihçilerin belirttiği gibi, bu yazarlar en çok iki sorunun üzerinde durdular; kadının toplumdaki yeri ve üst sınıf erkeklerin Batılılaşması."
"Prangalarla devlete bağlanmış resmî İslâm, Batı etkisinden doğan problemlere hiçbir orijinal çözüm üretemezdi."
OSMANLI İMPARATORLUĞU'NUN ÇÖKÜŞÜ
Coğrafi Keşifler
1492 yılında Kristof Colomb’un Amerika kıtasını keşfiyle, başta Portekiz ve İspanya olmak üzere Avrupa devletleri için yeni bir sömürge alanı ortaya çıktı. Aynı yıllarda Vasko de Gama, Ümit Burnu’nu geçip Hindistan’a ulaşmıştı. Bu olaylar sonucunda Osmanlı Devleti’nin elinde bulundurduğu ticaret yollarının (İpek-Baharat Yolu) önemi her yüzyılda giderek azaldı.
Rönesans ve Reform
On beşinci ve on altıncı yüzyıllarda etkisini hissettiren ve ‘Aydınlanma Çağı’ olarak adlandırılan Rönesans; Avrupa’da kültürel, politik ve sanatsal alanlarda kendisini göstermiş ve yenilenmenin önünü açmıştı. Bu sayede kıtada hakim olan feodalite ve skolastik düşüncenin temelleri sarsıntıya uğramış, özgür düşünceye giden yol açılmıştı.
Reform ise, Katolik Kilisesi’nin baskın tavırları karşısında oluşan bir dini yenilenme hareketiydi. Bu hareket sayesinde kiliseler kendini düzeltmek zorunda kalmış, eğitim laikleşmiş ve dini otorite zayıflamaya başlamıştı. İslam Dünyası’nda devlet-din birliği esas alındığından ve ülke problemlerinin sebebinin dinin yeterince iyi uygulanmaması görüşü hakim olduğundan böyle bir yenileşme hareketi olmamıştı.
Şehzade Eğitimleri
Osmanlı Devleti’nin özellikle kuruluş ve yükseliş dönemlerinde, padişahlar lalalar eşliğinde kapsamlı bir eğitim alır ve sancaklara gönderilirdi. Sancaklarda bir nevi staj yapan şehzadeler, yönetim alanında yoğun bilgi edinir, devletin başına geçtiğinde nispeten tecrübeli konumda olurlardı. 17. yüzyıldan itibaren padişah adayları sancaklara gitmeyi bıraktı ve kafes sistemi olarak da bilinen sarayda eğitim görmeye başladılar. Hiç dışarısı hakkında bilgi sahibi olmayan şehzadeler ülke yönetimi konusunda daha zayıf büyümeye başladı.
Fransız İhtilali ve Milliyetçilik Akımı
Devlet-i Aliyye dünyanın en kozmopolit imparatorluklarından biriydi. Türk, Rum, Sırp, Arnavut, Ermeni, Bulgar ve daha pek çok etnisiteyi içinde barındırıyordu. Hatta Ermenilere sadık millet anlamıyla ‘Millet-i Sadıka’ denirdi. Fransız İhtilali’nin yaymış olduğu fikirlerle birlikte birçok etnisite kendi ülkesini kurma düşüncesine sahip oldu. Bu durum en çok Osmanlı Devleti ve Avusturya gibi karma topluluklara sahip devletlerin zararınaydı.
Sanayi Devrimi
On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda, buhar gücüyle çalışan makinelerin gelişmesiyle birlikte çoğu Avrupa ülkeleri seri üretime geçti ve ekonomik olarak patlamalar yaşandı. Bu sayede sömürgecilik faaliyetleri hız kazandı. Osmanlı İmparatorluğu ise, bu gelişmelere ayak uyduramadı ve ülkenin pazarlarına yurtdışı malları hakim oldu. Ekonomik anlamda İmparatorluk giderek dışa bağımlı hale geldi.
Eğitim
On beşinci yüzyılda matbaanın bulunuşuyla birlikte dünyada okuma oranları, özelikle Avrupa’da büyük ölçüde arttı. İnsanlar dünya gelişmelerini öğrenir ve yazar oldu. Bu gelişme Rönesans ve Reform hareketlerini de hızlandırmıştı. Osmanlı İmparatorluğu bu gelişmeye bir ölçüde kapalı kaldı, çünkü hem ulema kesimin engelleyici tavırları hem de halkın tabanında büyük bir istek bulunmaması devletin okuma-yazma düzeyini hep aşağıda tuttu.
Cumhuriyet’in ilk nüfus sayımında, 1927 yılında okuryazar oranı %8,61’di. Medreselerde verilen pozitif bilim dersleri yüzyıllar ilerledikçe azalmaya, din dersleri artmaya başlamıştı. Bu da yeniliklerin önünün açılmasına bir anlamda engel olmuştu.
Kapitülasyonlar (Ayrıcalıklar)
İlk olarak Kanuni Sultan Süleyman tarafından verilen ayrıcalıklar zamanla devletin içinde kanayan bir yara haline geldi. Kanuni bunu öngörmüş olacak ki, verdiği kapitülasyonu ömrüne bağlı kılmıştı.
İleriki dönemlerde sürekli hale gelen kapitülasyonlar Osmanlı İmparatorluğu’nu içerden bitirmeye başladı. Gayrimüslimlerin ayrıcalıkları neticesinde İmparatorluk açık pazar haline geldi. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk icraatlarından birisi bu ayrıcalıkları kaldırmak olmuştur.
Savaş Kayıpları ve Borçlar
Osmanlı İmparatorluğu 1699 Karlofça Antlaşması’ndan itibaren savaşlarda üst üste yenilgiler almaya başlamıştı. Avrupa’da yaşanan büyük savaşlar neticesinde (30 Yıl Savaşları gibi) Batı devletleri büyük askeri gelişim göstermişlerdi.
Osmanlı İmparatorluğu da askeri sistemini geliştirmek için Avrupa’dan askeri eğitimciler getirtti. Fakat askerlerdeki isteksizlik ve maaşlarındaki kesintiler gibi sebepler ordunun gelişmesine ket vurmaktaydı. Nitekim Kırım Savaşı’nda İngiltere’den ilk dış borcu alan imparatorluk, gittikçe büyüyen borçlarını ödeyemez duruma geldi ve Düyun-u Umumiye adında bir çeşit sömürge kurumu kurulmasına razı oldu.
Yeniçerilerin Güçlenmesi
İmparatorluğun en önemli güçlerinden olan yeniçerilerin sayıları zamanla büyük ölçüde arttı. İlk başlarda sadece devşirmeyle alınan bu askerler, ilerde Müslüman olanların arasından da seçildi. Kanuni Sultan Süleyman döneminde sayıları 12 bin civarında olan bu grup, II. Mahmut zamanında 140 bin kişilik devasa bir ordu haline gelmişti. İsteklerine ters bir durum olduğunda bir padişahı indirip yerine bir yenisini getirebiliyorlardı. Genç Osman Yeniçeri Ocağı’nı kaldırılmayı düşünmüştü, fakat bu, padişahın acı ölümüyle sonuçlanmıştı.
II. Mahmut, 16 Haziran 1826’da, ‘Vaka-i Hayriye’ adı verilen, Yeniçeri Ocağı’nın topa tutularak yok edilmesi ve sağ kalanların idam edilmesiyle sonuçlanan olayla bu askerlere son verdi.
Dini Koruyuculuk Görevinin Bitmesi ve Halifelik
Özellikle İstanbul’un fethi ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu Ortodoks halkının koruyuculuğunu üstlenmişti. Bunu Katoliklere karşı, siyasi bir malzeme olarak çoğu zaman kullanmıştı. Zamanla ekonominin zayıflaması ve kaybedilen savaşlar neticesinde bu özelliğini koruyamadı. Küçük Kaynarca Antlaşması ise atılan son gol oldu. Ruslar Osmanlı Devleti’nden muhafızlığı devralmıştı. Bunu emellerine kullanmasını çok iyi bilen Ruslar, çoğu zaman bu mezhebe bağlı toplulukları İmparatorluğa karşı kışkırtmıştı.
Yorumlar
Yorum Gönder