deneme 223


Köy Enstitüleri Nedir, Ne Amaçla Açılmıştır, Neden Kapanmıştır?

Kurtuluş Savaşı üzerinden yaklaşık 15 yıl geçmişti ama ülke hâlâ yoksulluktan ve cehaletten kurtulamamıştı. Dil devrimi de okuma yazma seferberliği de köyün gelişmesine yetmemişti. 16 milyonun sadece 2.5 milyonu okur yazardı. 6-7 kişiden sadece biri okuma yazma biliyordu. Nüfusun %80’i köylerde yaşıyordu ve devrimler henüz 40 bin köyün sınırları içine girememişti.

Mustafa Kemal askerliğini çavuş olarak yapmış, okuma yazma bilen gençleri kendi köylerinde “eğitmen” olarak görevlendirmeye karar verdi. Projenin başına İsmail Hakkı Tonguç getirildi. Tonguç, özellikle köyde eğitim konusunda araştırma ve çeviriler yapmıştı. Orduda çavuş ve onbaşı olarak askerlik yapmış 85 kişi köylerinden çağrılıp Eskişehir Çifteler’de eğitime alındı. 6 ay eğitim gördüler, köylerine dönüp çocuklara eğitim vereceklerdi. Ayrılırken, kendi yaptıkları bavullarla fotoğraf çektirdiler.



Köy Enstitüleri’nin 60. Yıldönümünde, göreve çağrılan 85 eğitmenden hayatta kalan tek insan Ali Osman Yıldızhan anlatıyor:

6 ay vakit geçirdik ama hep ders de görmedik. Bina yapılsın diye 40 bin kerpiç kestik. Bir yağış oldu onlar da dağıldı. Fakirlik. Bize ayrıca 2 lira harçlık verdiler. Az.

O zaman okuryazar yok. Mektup gelir, kimse okuyamaz. Zaten benim gayem köye okuma yazmanın girmesi. Parasında değilim. Sabahtan 4 dersimiz vardı. Hayat Bilgisi, Türkçe, Matematik, Ziraat… 4 saatti dersimiz. Ondan sonra işimizin başına.

Eğitmenler, köyün çocuklarına okuma yazma öğretmekle kalmadılar, aynı zamanda köyün yetişkinleri için gece kursları açtılar. Bir yıl sonra çavuşlarla bu işin uzun süre yürüyemeyeceği anlaşıldı ve köylere öğretmen yetiştirmek üzere bi okul kurulması kararlaştırıldı. İlk eğitmen kursunun açıldığı Çifteler, bu okul için de merkez olarak seçildi. 40 öğrenci bu iklim içinde okullarına geldi. Beş yıl orada okuyacak, öğrenecek ve köylerine öğretmen olarak geri döneceklerdi. 1937 yılıydı. Yoksulluk diz boyuydu.

Siyah dar paçalı, arkası bohçalı, donlu çarık giymişlerdi. Ben nahiyeden gittiğim için daha bol paçalı pantolonum vardı ama arkadaşlarımın çoğu, bu dediğim kıyafetteydi. Çoğunun ceketi yok, sıkma dediğimiz yakasız gömlek, şimdi hâkim yaka diyorlar moda oldu. O, yokluktan öyle dikilirdi tabii.

İhsan Güvenç
(Çifteler Köy Enstitüsü ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü öğrencisi)

Akşam çorba verdiler. Ben böyle çorba görmemiştim. Pirinç çorbasıymış. Demir kaşık verdiler. Biz tahta kaşığa alışmıştık. Demir kaşıkla adamın ağzına bir şey gitmiyor. O zaman bazı arkadaşlar birbirlerine gülüyorlar. Ankaralı arkadaşlar varmış. “Yavaş ye.” diyorlar. “Dün birisi damağına sapladı çatalı.” diye takılıyorlar. Kaşık, çatal tutmasını kimse bilmiyor.

Abdullah Özkucur
(Çifteler Köy Enstitüsü öğrencisi)

İkinci yıl gelen öğrenciler ise kayıt oldukları gün, projenin fikir babası ve en büyük destekçisinden gelen bir haberle sarsıldılar.

Okulun kampanası çaldı. Okulun önünde topladılar. 10 Kasım 1938. Genç adam merdivene çıktı, biz öğrencilere bir konuşma yaptı. O zaman dondum kaldım. Atatürk’ün öldüğünü haber verdiler. Yani en sevinçli günümde arkasından bütük bir üzüntü. Önce ne yapacağımızı bilemedik. Fakat bizden önceki sınıftaki abiler, ağlamaya başladılar. Abi dediğim, onlar da 12-13 yaşında çocuklar. Biz de başladık ağlamaya. Böyle büyük bir üzüntü oldu.

Talip Apaydın
(Çifteler Köy Enstitüsü ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü öğrencisi)

Atatürk’ten sonra köyde eğitim projesini sürdürme görevi İsmet İnönü’ye düşecekti. İnönü, cumhurbaşkanı seçilince Milli Eğitim Bakanlığına Hasan Ali Yücel getirildi. Yücel, hayatını eğitime adamış bir felsefe hocasıydı. Dünya klasiklerinin çevrilmesi için bir tercüme bürosu kurdurarak 500’den fazla eserin Türkçeye kazandırılmasını sağlamıştı.

Bir yasa tasarısı hazırlatarak ülkeyi, tarım koşullarına göre her biri 3-4 ili kapsayan 21 bölgeye ayırdı. Bu 21 bölgeye birer Köy Enstitüsü kurulacaktı. Enstitüler şehirden uzakta olacak ama mümkünse tren istasyonuna yakın bir yerde olacaktı. Öğretmenler köylüye modern tarım tekniklerinden marangozluğa, müzikten hasta tedavisine kadar her konuda eğitim verecekti. Yerel önder aydınlar yetiştirilerek köylerin kalkınmasının sorumluluğu o bölgenin içinden yetişmiş aydın köylülere emanet edilecekti. Okullara “enstitü” adı verildi, çünkü bilgiyi iş haline getirerek uygulayan bir eğitim sistemi öngörülüyordu.

Yücel, İsmail Hakkı Tonguç’u vekaleten yürüttüğü göreve asli olarak atayarak bu seferberlikteki yol arkadaşını seçti. Tonguç’u ülke çapında bir keşif gezisi yapıp rapor hazırlamakla görevlendirdi. Tonguç, yaptığı gezilerle durumu saptadı. Enstitülerin yerleri belirlendi ve 1940 yılında yasa meclise geldi. Yücel’in cesurca savunduğu yasa, mecliste eleştirilere muhatap oldu. Kâzım Karabekir, “enstitülerin köy şehir uçurumunu hepten derinleştireceğini ve bu iki kesim arasında bir ayrım yaratacağını” öne sürdü. Yücel zaten asıl amacın bu ayrımı ortadan kaldırmak olduğunu söylüyordu. Mecliste ret oyu çıkmadı ama 38 kişi oylamaya katılmadı. O gün oylamaya katılmayanlar arasında ileride Demokrat Parti’yi kuracak olan Celal Bayar, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü de vardı.

Toprak sahipleri, enstitülerin köylüyü uyandıracağından endişeleniyorlardı ve tasarıya muhalefet ediyorlardı.

İmama Karşı Öğretmen

Biz köylere, İstiklâl Mücadelesi’nden itibaren sosyal hayatımızda yaptığımız büyük devrimleri götürecek adam yetiştirmek isteriz. Çünkü ümmet devrimin böyle bir adamı vardır. Bu imamdır. İmam, çocuk doğduğu vakit kulağına ezan okuyarak, büyüyüp ihtiyarlayıp vefat ettiği vakit mezarının başında telkin verip bağırarak doğumdan ölümüne kadar bu cemiyetin manen hâkimidir. Bu manevi hâkimiyet maddi tarafa da intikal ediyordu; çünkü hasta olduğu vakit de sual mercii o oluyordu. Ona cevap veriyordu. Biz bunun yerine devrimci düşünce adamını köye göndermeyi isteriz. İmam nasıl doğarken ezan, vefatında telkin ile doğuştan ölümüne kadar elinde tuttuğu küçük toplumun hâkimi ise, önderi ise, bizim de bir taraftan maddi, diğer taraftan manevi köyün imamı olsun. Ve imam nasıl onun çocuğunu okutuyorsa (Elif be’den başlayıp Amme Tebareke’ye kadar) bizimki de onun çocuğunu okutsun. Çocuğunu okuyması için bu otoriteyi elde etmesi lazımdır. Düşüncemiz bu idi

Hasan Ali Yücel


Türkiye’nin çeşitli bölgelerine dağıtılmış 21 Köy Enstitüsü
Eğitim hamlesi başlayacağı sırada Avrupa’da savaş patlamış ve Naziler Trakya’ya yaklaşmaya başlamıştı. Hükumet, Trakya’nın boşaltılmasına karar verdi. Göçecekler arasında Kepirtepe Köy Enstitüsü öğrencileri de vardı.

Bir gün, duyuru tahtamızda bir ilan gördük. “Herkes, iki tabak, çatal kaşık, bir battaniye, bir sırt çantası hazırlayacak kendisine ve Anadolu’ya yolculuğa çıkacak. Bu yolculuk bir tür gezi niteliğinde olacak. Belki gittiğimiz yerlerde ders de yapacağız. Uzunca da kalabiliriz.” deniliyordu.

Mehmet Başaran
(Kepirtepe Köy Enstitüsü ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü öğrencisi)

Trakya çocukları 1941 Nisan’ında trenden indiler, oradan yürüyerek Ankara’ya 35 kilometre uzaklıktaki Hasanoğlan köyüne geldiler. Bu uçsuz bucaksız bozkırda kendi okullarını kuracak ve çölde bir vaha yeşerticeklerdi.

Kalacak yer yoktu, köy camiisinde kaldı bir bölümümüz. Bir bölümümüz köy okulunda kaldı. Sığmayanlar da çadırlara yerleştirildi. Üçe ayrılmıştık. Yıl 1941. Hiçbir şey yok, savaş önlemleri alınmış; gaz yok, ekmek yok, 350 gram ekmek yiyoruz. Işık için lüks lambası yakıyoruz.

Mehmet Başaran

Temel atma törenine, daha önce kurulan 14 Köy Enstitüsü’nden öğrenci geldi. Ve 1 Temmuz günü Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün temeli atıldı.

Ortada sadece bir tabela ve arkada bozkırda otlayan koyunlar vardı. Az sonra kız ve erkek öğrenciler “Ziraat Marşı”nı söyleyerek geldiler. O andan sonra Anadolu’nun dört bir yanından gelmiş yüzlerce öğrenci, hocalarıyla el el verip örneği görülmemiş bir çalışmaya başladılar. Önce yan yana dizilip kilometrelerce uzanan bir insan hattı üzerinde elden ele taş taşıdılar. Yıllardır deşilmemiş toprağa kazma vurdular.



Harç kardılar, tuğla dizdiler. O gün orada taş kıran öğrenciler arasında Pazarören Köy Enstitüsü’nden Turgut Kavraal da vardı.

Çiçekler de sert çiçeklerdi. Pazarören’den gelen ekip için grizetten iş elbisesi dikilmişti. Bacaklarımız çıplaktı. Oradaki dikenler batıyordu. Ben köşe taşı yaparken, ilk öğretim genel müdürü fark ettirmeden fotoğrafımı çekmiş.



Bu benzersiz dayanışma kısa sürede sonuç verdi. Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde 6 ay gibi kısa bir sürede 20 bina bitmişti.

Bozkır ortasında bir vaha vardı artık. İnönü dahil herkes, o vahadan yayılacak ışığın yakında bütün ülkeyi aydınlatacağı umudu içindeydi. Milli Şef, “Köy Enstitüleri’ni cumhuriyetin eserleri içinde en kıymetlisi ve en sevgilisi saydığını” kendi el yazısıyla belirtmişti.

Öğrenciler her sabah erkenden kalkıp okulun önünde toplanıyor ve güne sabah sporu niyetine halk oyunları oynayarak başlıyorlardı. Sabah yedi buçuktan sonra da serbest okuma saati başlıyordu. Her enstitünün büyük bir kütüphanesi vardı. Hasan Ali Yücel’in çevirisini yaptırdığı klasikler burada bulunabiliyordu. Her öğrenci bir yıl içinde 25 klasik okumak zorundaydı. Bu serbest okuma saatinde isteyen öğrencilere müzik öğretmenleri tarafından mandolin, keman, akordeon, bağlama dersleri de veriliyordu. Hatta bağlama dersini kimi zaman enstitüleri birer birer gezen Aşık Veysel veriyordu. 

Aşık Veysel, Köy Enstitüleri’ni gezer, saz hevesi vermek için enstitülerde belli bir süre dururdu. Bir gün başka bir yere gitmeden önce, “Çevreyi gezelim” dediler. Mualla Eyüboğlu var, Ferit Oğuzbayır var, epeyce kalabalığız. Bir gün önceden erzak hazırlandı, söğüşler yapıldı, kumanyalar alındı, arabaya dolduruldu. Ertesi sabah Aşık Veysel’le Küçük Veysel, erzak arabasına bindiler, dağın eteğinden gidecekler; biz İdris Dağı’nın yamaçlarından gideceğiz. Böyle yola çıktık. Çok kalabalıktık. Mualla Hanım’ın yanından hiç ayrılmadığım için biliyorum, karlara basarak gidiyoruz. Dağı aştık, Dereşik köyüne vardık, Dereşik köyünde hafif bir yamaç var, ondan sonra köy görünüyor. Oraya vardık. Tonguç da var başımızda. Yaya yürüyor. İşte köyü gezdi arkadaşlarımız, öğlen oldu, yemek zamanı geldi fakat erzak arabası gelmedi. Bekliyoruz, gelmez. Bir de haber geldi ki arabanın dingili kırılmış, araba devrilmiş, erzaklar etrafa saçılmış. Aşık Veysel yaralanmış, sazı kırılmış. Hemen bir ekip çıktı, Aşık’ı aldılar, getirdiler. Ama Aşık Veysel’in suratı asık, sanki yağmur yağacak gibi, bulutlar aşağı inmiş hava kararmış gibi, canı sıkılıyor. Epeyce dinlendikten sonra Aşık, yanındaki Hidayet Gülen’e “Eline kâğıdı kalemi al” dedi. Kalemi kâğıdı aldı, “Yaz bakayım” dedi. “Ben gidersem, sazım sen kal dünyada / gizli sırlarımı aşikar etme / olsun dillerin söyletme yâre” diyerek “Sazım” türküsünü yazdırdı.

Abdullah Özkucur

Öğrenciler dinlediklerinden, okuduklarından etkileniyor, Türkiye’nin geleceğine damgasını vuracak bir köylü aydınlar kuşağı yetişiyordu. Anadolu bin yıllık uykusundan uyanmaya başlamıştı. Bu uyanışın en güzel örneğini İnönü’ye 1942 yılında ziyaret ettiği Savaştepe Köy Enstitüsü’nde konuştuğu bir kız öğrenci yaşattı.

Paşa sokuluyor kızın yanına, “Kızım çantanda ne var görebilir miyiz?” diyor. “Görebilirsiniz paşam” diyor kız. Çantasından bir çeyrek ekmek köfte ve bir de Antigone adlı, klasiklerden yeni çıkmış bir kitap çıkarıyor. İnönü yanındakilere dönüyor, “Görüyor musunuz?” diyor, “Köy Enstitüleri’nde kitap, ekmekle bir tutuluyor. Ne zaman Türkiye’de erinden generaline, sade vatandaşından cumhurbaşkanına kadar herkes ekmekle kitabı azıyla bir araya getirebilirse Türkiye’nin kalkınması daha gerçekçi olacak. Tam bağımsızlık o zaman gerçekleşmiş olacak.” İşte Köy Enstitüleri bunun önünü açıyor.

Mehmet Başaran

Okuma saatinin ardından eğitim başlıyordu. Eğitimin yüzde 50’si normal orta öğretim derslerinden oluşuyordu. Ancak enstitülerin özelliği bununla yetinilmemesi ve iş eğitimine de aynı önemin verilmesiydi. Derslerin %25’ini tarım dersleri kapsıyordu. Tarım saati geldiğinde öğrenciler kazmaları kürekleri sırtlayıp enstitünün tarlalarına gidiyorlar ve modern zirai teknikleri öğreniyorlardı. Üstelik bu gerçek anlamda “verimli” bir ders oluyor, ekilen tarlaların mahsulü, daha sonra sofralarda yiyecek olarak değerlendiriliyordu. Pedagogların yıllardır tartıştığı “iş içinde eğıtim” enstitülerde gündelik hayatın bir parçasıydı. Öğrenci yaşayarak öğreniyordu. 

Demircilik derslerinde, marangozluk derslerinde, duvar derslerinde, tarım derslerinde, kültür derslerinde öğrendiklerimizi uygulardık. Örneğin, Pisagor davası vardır: Giküçgen. İşte biz Pisagor’dan yararlanarak yaptığımız binaların temelini kazardık. Onur uygulardık. Kültür derslerinde öğrendiğimiz, makaralar dediğimiz prangalar vardı, çok hareketli makaralar, işte o makaraları binaları yaparken tuğlaları, kiremitleri, o harcı yükseğe çıkarmak için kullanırdık. Analiz dediğimizi de kireçleri söndürerek öğrenirdik. Yani Köy Enstitüleri’nde kültür dersleri ile iş, iç içe girmişti, birbirini tamamlardı.

Emin Güney

Yani siz tarımı bugün okulların çoğunda yapıldığı gibi, saksıda çiçek yetiştirmek, saksıda buğday yetiştirmek şeklinde yaptığınız zaman onu öğretemezsiniz. Bu ezbere bir şey olur. Benim torunlarım öyle yapıyorlar. Bir tohumu alıyorlar, pamuklu bardağa koyuyorlar, orada yetiştiriyorlar. Bu tarım öğretimi değildir.

Mustafa Aydoğan
(Çifteler Köy Enstitüsü ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü öğrencisi)

Erkek öğrenciler yapıcılık, demircilik, marangozluk öğreniyordu. Kızlar elişi, biçki, dikiş gibi iş kollarından birinde eğitim görüyorlardı. Enstitüler, zirai teknikleri ve kooperatifçiliği bilen, yapı işlerini beceren, hayvancılıkta en iyi verimi alan aydın öncüler hazırlıyordu.

Enstitüyü Işığa Boğduk

Bir metre boruya ihtiyacımız olurdu; çatı yapacağız, kapı yapacağız, telden yapılmış çiviler vardı, bir vurursun ikiye bölünür, katlanır. Ne ararsan bulunmaz. Çok zorluklar çektik. Okulumuz yapıldığı zaman Hamidiye’ye göçtük, Mahmudiye’de Seydi suyunun yanına bir kuyu kazdık, okulumuzun arkasında bir tepe var; onun arkasına da bir su deposu yaptık. Suyu çıkarmak için çark koyduk, o çarkı kendi atımızla döndürerek santral gücü yapar gibi, depoya çektik suyu. Depodan aşağı indirdik. Buranın borularını da işte İhsan Güvenç gibi nice arkadaşlar döşedi. Biz betonlarını, künklerini yaptık, su bile yoktu. Sonradan bir motor bulduk, o da yetmedi, köyün bir değirmeni vardı; onu satın aldık, enstitü çok ucuza satın aldı, yıktık o değirmeni, üç-dört kilometre uzunluğunda suyun geldiği yer vardı. Kestirmeden yeni bir kanal açmaya başladık. Yukarısı beş metre derinliğinde, tabanı iki metre ters yamuk gibi bir kanal açtık, üç-dört kilometre. Suyu akıp gittiği yerden çevirdik, bent yaptık, onunla yeni yaptığımız yere bir tirbün oturttuk. Enstitüyü ışığa boğduk. Birçok yerde gazyağı bile bulunamazken biz tuttuk elektrik santrali yaptık. Başımızda Gaspar adında bir elektrik mühendisi vardı. Şili Layoş diye bir inşaat mühendisi vardı. Biz bunları yaptık. Masrafımızı bir kuruşa düşürdük. Tonlarca sebze yetiştirdik. Meyve yetiştirdik. Buğday yetiştirdik. Böylece idare ettik gittik.

Abdullah Özkucur

Bütün faaliyetler Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı’nda kurulan bir karargahta İsmail Hakkı Tonguç tarafından yönetiliyordu. O, öğrencilerin “Tonguç Baba”sıydı. Tonguç, 21 enstitüyle de ayrı ayrı ilgileniyor, sık sık gidip denetliyordu.

Tonguç’ta, bir pedagogda bulunması gereken en önemli şey vardı: Siz zannedersiniz ki en çok beni seviyor, en çok bana ilgi gösteriyor; öbürü zanneder ki en çok beni seviyor. Tonguç, öyle bir pedagogdu. Hepimizi çok sever, hepimize ilgi gösterirdi. İsmen herkesi tanırdı. Çocuklar, diye hitap etmez, adıyla hitap ederdi herkese.

Pakize Türkoğlu

Tonguç, enstitülerin nasıl yönetilmesi gerektiğini, sorunların nasıl çözülebileceğini bütün enstitülere gönderdiği genelgelerle açıklıyordu.

Diyor ki genelgenin başında, “Bu, bütün öğretmen ve öğrencilerin bulunduğu kurulda okunacak. Üç defa. Üç ayrı gün okunacak. Herkes bunu dinleyecek. Öğretmen, öğrenci, aşçı, neyse işte gece bekçisi, enstitünün mensupları önünde…” Orada diyor ki, “Hiçbir öğretmen hiçbir öğrenciye el kaldıramaz. Kötü söz söyleyemez. Küfredemez. Dayak atamaz. Eğer bu dediklerimi yaparsa, öğrencinin de aynı şekilde mukabele etmek hakkıdır.” Okuyorlar hepimize. Öğrencilere okuyorlar. Öğretmenlerin birçoğu tedirgin oldu.

Talip Apaydın

Bu tedirginlik yaygınlaşmakta gecikmedi. Köy Enstitüleri çeşitli yönlerden eleştirilmeye başlandı. En yaygın eleştiri konularından biri, kızlarla erkeklerin birlikte eğitim yapmalarıydı. Gerçi diğer okullarda da karma eğitim yapılıyordu. Ancak enstitüler yatılıydı. Ve kız öğrencilerle erkeklerin aynı kampüs içinde kalıyor olmaları söylentilere yol açıyordu. Enstitü müdürleri, kız öğrencileri okula kaydettirebilmek için çok uğraşmış, kızların kaderini değiştirebilmek uğruna seferber olmuşlardı. Lakin başlık parasından olacağını anlayan aileler “kızınız orada ahlaksız olur” söylentilerine daha kolay inanmaya başladılar.

“11 yaşındaki kız çocuğu yatılı okula gönderilir mi? Nasıl gönderebiliyorsunuz? Olmaz.” diyerek, dedem ninem köyden karşı çıkıyorlardı. Annem de karşı çıkıyordu. Yalnız babam, “Okusun.” diyordu.

Halise Apaydın
(Cılavuz Köy Enstitüsü ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü öğrencisi)

Sanki biz köyde erkeklerle ayrı yaşıyormuşuz da, enstitüler gelince birlikte yaşamaya başlamışız gibi. Hayır, köylerde de biz, yaylaya ya da köyde uzaktaki ağıllara, ekeneklere gitmek için, uzaktaki meyveleri toplamak için kız erkek çocuklar birlikte giderdik.

Pakize Türkoğlu
(Aksu Köy Enstitüsü ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü öğrencisi)

Eleştiriler burada kalmadı. Peşinden “enstitülerin yeterince milliyetçi olmadığı” eleştirisi geldi.

“Ey milli dost, milli dost, 72 milli dost” diye bir türkü söylerdik, halk türküsü, bunu şikayet etmişler. “Mil” toprak demek. Bu halk türküsü, yani bizim uydurduğumu bir türkü değil. “Milli olanı 72 dilli” diyor diye, böyle bir kampanya açtılar. Yani biz milliyetçi değiliz, onlar milliyetçi.

Talip Apaydın

Eleştiriler yoğunlaşırken, enstitülerde ilk kriz de bu “milliyetçilik-solculuk” tartışmasından patlak verdi. Çifteler Köy Enstitüsü‘ne atanan Asiye Eliçin adlı bir öğretmenin öğrencilere tavsiye ettiği kitaplar, bir ihbar sonucu emniyete bildirildi. 

“Burada bir bayan öğretmen solculuk aşılıyor” diye, polis geldi aradı bizi, sınıfta dolaplarımıza baktılar, defterlerimize baktılar, tabii bunlar çocukça şeylerdi, bir şey bulunamadı. İlk solculuk hikayesi oradan çıktı.

Talip Apaydın

İşin ilginç yanı, sağcılar tarafından solculukla suçlanan enstitüler, solcular tarafından da bir başka açıdan eleştiri konusu olacaktı. Enstitü yapımında öğrencilerin yer alması ve mezun olduktan sonra zorunlu hizmet olması soldan bazı aydınların tepkisini çekti. Özellikle Kemal Tahir Bozkırdaki Çekirdek adlı romanında bunu eleştirdi. Ona göre enstitüler birer eğitim kurumundan çok, kölelik kurumuydu.

Gerçekten çok çalıştık, itiraf ederim. Ama köyde olsak çalışmayacak mıydık sanki? Hiç değilse biz Köy Enstitüleri’nde başkasına ırgatlık yapmadık, kendimiz için çalıştık. Kendi yaptığımız binalarda okuduk, kendi diktiğimiz fidanların meyvesini, kendi yetiştirdiğimiz sebzeleri yedik, başkasının değil. Yani bunu bir ırgat gibi, başkalarına hizmet eder gibi çalışmak anlamadık hiçbir zaman. Öyle görmedik.

Talip Apaydın

1942 yılı geldiğinde, enstitüler ilk mezunlarını verdi. Artık 20 Köy Enstitüsü’nde toplam 12 bin öğrenci vardı ve hızla yenileri geliyordu. İlk 103 mezun Türkiye’nin en büyük eğitim hamlesinin ilk meyveleri olarak Yüksek Köy Enstitüsü’ne gönderildiler. Enstitüler, bütün ülkeye köy öğretmeni yetiştirmeye başlamıştı. Ancak yetiştirilen köy öğretmenlerini eğitecek öğretmen bulunamaz olmuştu. Bunun üzerine Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü açıldı. Sadece köylü çocuklarının gideceği okul Türkiye’nin ilk “köy üniversitesi” olacaktı. Köy Enstitüleri’ni bitiren öğrencilerin en iyileri, merkezi bir sınavla seçilmiş ve Hasanoğlan’a çağrıl

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye'de Yaşayan Zenciler

Müşür Nedir, Ne İşe Yarar?

Hükümetler Tarafından Gerçekleştirilen Tarihin En Büyük Altın Soygunları