deneme 216
Cemaat ve tarikatlar dış görünümü dini,insani amaçlı sivil toplum örgütü gibi davranırken.Esasta çıkar amaçlı kurulmuş çete ve mafya sistematiği ile çalışır
Adalet,dürüstlük,doğruluk, şeffaflık,liyakat esasları geçersizdir.Kendi güç ve kalabalıklarını idame etmek için vardırlar.
"Ecdadımız Osmanlı" diyenler, Osmanlı'nın BİLE çok daha gerisinde bugün.
Bunlar kasabalı görgüsüzler oldukları gizlemek için Osmanlı'nın arkasına sığınanlar sadece.
Osmanlı bunlara yetki vermeyi bırak, bunları İstanbul'a sokmuyordu.
Hüsrev Paşa
T.C. Eyüpsultan Belediyesi
Hüsrev Mehmed Paşa aslen Abazadır. Koca Hüsrev Paşa diye meşhurdur. Çavuşbaşı Said Efendi’nin kölesi olup Enderunı Hümayun’dan yetişti. Buradan ayrıldıktan sonra Küçük Hüseyin Paşa’nın kaptanıderyalığı sırasında onun mühürdarı ve sonra kethüdası oldu. Kethüdalığı sırasında Mısır hadiseleri kendisinin birdenbire meşhur olmasına imkân verdi. 1801 Martında Kaptanıderya Küçük Hüseyin Paşa, idaresindeki donanma ile Mısır’ı Fransızlardan kurtarmak üzere, girişilen harekata katıldığı zaman, evvela karaya çıkardığı 6 bin kişilik kuvvetin başına Kethüdası Hüsrev Ağa’yı tayin etti. Hüsrev Ağa, bir miktar İngiliz askeri ile birlikte, Reşid şehrini zapta muvaffak oldu. Bu mühim başarı ile Osmanlı İngiliz kuvvetlerinin Mısır’ın içerisine doğru ilerleyebilmesi için, yollar açılmış ve Fransız kuvvetleri esir alınmıştı. Hüsrev Ağa’nın bu başarısı İstanbul’da takdir olunarak, kendisine vezirlik rütbesi verildi.
Hüsrev Paşa’yı Enderunı Hümayun’a yerleştiren ve onu himaye eden Said M. Efendi 6 Zilhicce 1197’de (1 Kasım 1783) vefat etti. Kabri Eyüpsultan’da Tokmaktepe Mezarlığı’nda idi. 1215’de (1801) rütbesi miri miranlığa terfi ettirilerek Afyonkarahisar mutasarrıfı ve sonra Mısırİskenderiye muhafızı ve 1216 Muharreminde (Mayıs 1801) vezaretle İzmit valisi ve o sene Cemaziyelevvelde (Eylül 1801) Mısır valisi, 1218 Muharreminde (Nisan 1803) Diyarbakır valisi olup kısa bir zamanda azlolundu. Mısır valisi olduğunda savaş dolayısıyla Rumeli’den Mısır’a gelen ve çoğu Arnavut olan başıbozuk askerler 1802 Mayısında Mısır defterdarı Recai Efendi’nin maaşları ödemesi gecikince isyan ettiler. Hüsrev Paşa Nizamı Cedid askerine güvenerek asileri topa tuttu. Fakat ertesi gün asilerin üzerine gönderdiği kuvvetler yenildi. Hüsrev Paşa, Kahire’de Elfî Mehmed Bey’in konağında oturmakta iken konağının asi askerlerce yakılması üzerine aile efradı ile beraber Cidde’ye çekildi.
1219’da (1804) Selanik, 1221’de (1806) Bosna, 1223’de (1808) İbrail ilhakıyla ikinci defa Selânik valisi oldu. Ve Şabanında (Eylül) azl ve Afyon ve Bolu valisi olup 1224 Muharreminde (Şubat 1809) Silistre eyaleti ilâvesiyle Afyon ve İzmit valisi ve 1226 Zilhiccesinde (Aralık 1811) kaptanıderya oldu. Hüsrev Paşa bu görevde 6 seneden fazla bulundu.
23 Rebiyülahir 1233’de (2 Mart 1818) meşhur Halet Efendi’nin tesiriyle azledilerek Trabzon eyaletine tayin edildi. Daha sonra Erzurum valiliğine atandı. Burada Kürt kabilelerinin sebep olduğu hudut kargaşalıklarının Osmanlı Devleti’nin ilişkilerini bozacak mahiyet alması üzerine Hüsrev Paşa’ya Ekim 1820’de Şark seraskerliği tevcih olundu. Fakat bu işte de başarılı olamadı.
Bu sırada büyük Mora İsyanı patlak verdi. Kaptanıderya olan paşa, isyanı Ege adalarına yaymaya çalışan Rum asilerle denizde başedemiyordu. Hüsrev Paşa cesurluğu ve deniz işlerindeki bilgisi gözönüne alınarak 24 Rebiyülevvel 1238’de (9 Aralık 1822) ikinci defa kaptanıderyalığa atandı.
Hüsrev Paşa kudret ve nüfuzunun en parlak noktasına vardığı anda, 9 Ocak 1837 tarihinde birdenbire askerlikten azledildi. Bu değişikliği onun nimeti ile yetişmiş, iki yeni damad Halil Rıfat Paşa ile Said Paşa hazırlamıştır. Halil Rıfat Paşa, Hüsrev Paşa’ya halef olarak seraskerliğe, hassa ve mansure müşirlikleri de birleştirilerek Anadolu seraskerliği unvanı ile Damadı Şehriyarî Said Paşa’ya tevcih olundu.
İhtiyar Hüsrev Paşa sürgündeki sahilsarayında Mansure hazinesinden bağlanan 60 bin kuruş emekli maaşı ile oturmakta iken 23 Mart 1838 tarihinde Meclisi Vâlâ reisliğine getirildi.
Fakat devlet, Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın kazandığı zaferler üzerine müthiş bir buhran içine düştü. Bu arada Sultan II. Mahmud Haziran 1839’da vefat etti. Hüsrev Paşa, cenaze kaldırılırken yağmur yağdığı için Divanyolu’nda II. Mahmud türbesi karşısındaki Köprülü Kütüphanesi’ne sığınan Sadrazam Rauf Paşa’dan mührü alıp, sadrazamlığı kendisine tevcih ettirdi. Hüsrev Paşa’nın sadarete geçmesi üzerine onun düşmanı Firarî Ahmed Paşa Osmanlı donanması ile beraber Mısır’da Mehmed Ali Paşa’ya iltica etti ve devleti donanmasız bıraktı.
Hüsrev Paşa’nın sadrazamlığı döneminde Mustafa Reşid Paşa, Sultan Abdülmecid’i ikna ederek Gülhane’de meşhur hattı hümayunu okuyarak Tanzimat devrini açtı. Ve Hüsrev Paşa’nın adamı olan Halil Rıfat Paşa’yı birdenbire seraskerlikten azlettirerek ona büyük bir darbe vurdu. Bir ay sonra Paşa ihtiyarlığı öne sürülerek 8 Haziran 1840’da sadaretten azledilerek yerine rakibi Rauf Paşa üçüncü defa sadrazam oldu.
Hüsrev Paşa azilden sonra, şimdi Sakıp Sabancı’nın yalısı olarak bilinen yalının yerindeki sahilsarayında ikamete zorlandı, etraf ile ilişkisi kesildi. Bu arada vezirlik rütbesi geri alındı ve iki yıl müddetle gözetim altında olarak 1840 Temmuzunda Tekirdağ’a sürüldü ve kendisine bağlanan 60 bin kuruş maaşı da kesildi. Fakat padişah, bir sene sonra onun ihtiyarlığını gözönüne alarak 1841 Kasımında İstanbul’a dönmesine izin verdi ve onu Meclisi Hassi Vükelâ’ya memur eyledi. Birkaç gün sonra da 29 Ocak 1846’da serasker oldu. Hüsrev Paşa seraskerliği, Üsküdar Selimiye’den tekrar eski yerine Beyazıt’ta Eski Saray’a naklettirdi ve hassa müşirliği seraskerlik ile birleştirdi. Onun bu sırada yaptığı en hayırlı iş, Taksim’deki Harbiye Mektebi’ni açmak oldu.
Nihayet 3 Mart 1855‘de yaşı 90’ı geçtiği halde Emirgan’daki sahil sarayında vefat etti. Eyüp Sultan’da, Bostan İskelesi’nde, kütüphanesi karşısında yaptırmış olduğu türbeye gömüldü.
OSMANLI TARİHİNİN BİLİNMEYENLERİ.
MUTLAKA SABIRLA SONUNA KADAR OKUYUN.! 🧠*
Osmanlıyı 1299 yılında Oğuz Türklerinin Kayı Boyu kurmuştur.
Osmanlı imparatorluğu;
- 1299 da kurulmuş, 1579'a kadar 3 asır YÜKSELMİŞ....
- 1579 dan 1699 kadar,
1 Asır DURAKLAMIŞ.
- 1699 dan 1919 kadar.
GERİLEMİŞ VE YIKILMIŞTIR.
Gerçekte iki farklı Osmanlı vardı;
- Halifeliğe kadar olan Osmanlı... (1299-1517) Nam-ı diğer Türk İmparatorluğu
- 1517 tarihinde Halifeliğin alınmasından sonraki Araplaşan Osmanlı İmparatorluğumuz… Ve Araplaştıkça daha çok batan koca Osmanlı İmparatorluğumuz…
Aslında Türkler için her şey güzel gidiyordu...
Ta ki Halifelik sevdasına düşülene kadar…
O günkü şartlarda halifeliği olmazsa olmaz gören Yavuz Sultan Selim ile akıl hocası Şeyh İdris-i Bitlis-i ve diğerleri Memlüklülerin elinden Abbasi halifeliğini almak için Mercidabık ve Ridaniye savaşlarını tertip ederler...
Bu savaşların sonunda, kılıç zoruyla artık halifelik Türklerdedir. (1517)
Ama çok büyük bir sorun çıkar, çünkü Arap dünyası halifeliğin kendilerinden alınmasına şiddetle karşı çıkar ve Türk halifeye biat etmek istemezler...
İşte bu sorunu çözmek, Arapları, Türk halifeye bağlamak için Arapların da kabul edeceği bir orta yol bulunur.
Bu yol Mısır’dan ve Arap diyarlarından seçilecek iki bin civarında ulemanın, Mollanın, Ebussuud Efendilerin İstanbul’a davet edilerek, para, mal, mülk, arazi de verilerek kalıcı olarak yerleşmeleri sağlanır...
İmparatorluğu Araplaştırmak, diğer bir deyişle; Türk İslam’ının terk edilerek, Arap İslam’ına doğru evrilmesini sağlamak konusunda anlaşırlar.
Bu projeyi Araplar da destekleyince proje hayata geçer ve maalesef bundan sonra artık imparatorlukta “bugün de kısmen olduğu gibi” Türk kelimesi yasaklanır, “Türk’üm!”, “Türkmen’im!” diyen Kızılbaş diye aşağılanır, dışlanır, kafası kesilir.
Bu dönem sadece Kuyucu Murat Paşanın “Türk’üm!", “Türkmen’im!” dedikleri için kafasını kestirip, kuyulara doldurduğu insan sayısı 158 bindir.
Maalesef Osmanlının son 350 yılı ilk 250 yılın aksine, Türklere zulümle geçer, sıkı bir Arap tandanslı mezhepçilik kurulur...
1603 yılına gelindiğinde artık Ehl-i Beyt Türk Tekkeleri yasaklanır, kapatılır; yerine Halidî, Nakşî, Kürdî Tekkeler kurulur.
Yine bu dönem Kürtlere sayısız imtiyazlar verilir,
1839 birinci Tanzimat Fermanına kadar Kürtler askerlikten bile muaf tutulurlar. (Kürtlere Şah İsmail diyeti ödenir…)
Yine bu dönem Türkler, saraydan, ordudan ve müesses nizamdan tasfiye edilirler…
Türklerin askeri ve siyasi gücünü kırmak için bu Arap mollaların fetvalarıyla, serdengeçti birlikleri sadece Türklerden oluşturulur ve en ön safta savaştırılır, böylece kırdırılırlar, ganimet bile toplatmazlar…
Ganimeti de saraylardaki Arap mollalar ile işbirliği yapan yeniçeriler kendi aralarında paylaşırlar…
Ordudan, saraydan ve müesses nizamdan yavaş yavaş tasfiye edilen, kafası kesilen, sürgün edilen Türklerin bir kısmı bu mollalara kızar ve canını kurtarmak için de Kürtleşmeyi ana stratejik hedef olarak seçerler.
Bu aşiretler ve boyların en büyükleri Avşarlardır, Halaçlardır, Mukri, Bayat, Beğdili, Evya, Yıvadır… Buna tarihimizde “Ekrad (kürtleşmiş) Türkmanlar” denir…
Yine Kelkit’ten Hakkâri’ye kadar olan bölgede yaşayan Akkoyunluların büyük bir kısmı İran’a gider. (Bugün dünyanın en büyük Türk nüfusunun yaşadığı başkent Tahran’dır…)
Böylece yüzyıllarca başımızı ağrıtacak Kürt sorunu ve bu politikalar sonucu gelişir ve büyür.
Osmanlı öyle bir açmaza düşmüştür ki, ne halifelikten vazgeçebilir, artık ne de imparatorluğun kan kaybetmesini durdurabilir... Çünkü imparatorluğu kuran asli unsur Türkmenler dışlanmış, mezhepçiliğe kurban edilmiştir…
Mollalar, başta matbaa olmak üzere bir sürü saçma sapan fetva verirler…
Ve sonuçta Osmanlı’ya Rönesans’ı ıskalatırlar, Rönesans’ı İngiltere kapar…
Matbaa Osmanlı’ya ilk kez 1480’de Yahudiler ile gelir, sonra 1527’de Ermeniler matbaaya kavuşur. 1563’te ise Rumların matbaası vardır.
Bu meşhur mollalarımız her seferinde yeni bir fetva ile bizimkilerin matbaaya kavuşmasını engellerler, ta ki Batı Rönesans’ı ve aydınlanmayı yakaladıktan, yani 240 yıl sonra, 1727’de İbrahim Müteferrika’nın çabaları ile matbaaya kavuşuruz; ama bilgiye sahip olmak için artık çok geçtir…
Şimdi açıkça şu soru sorulmalıdır:
1299’dan 1683 Viyana Bozgunu’na kadar savaştığı tüm savaşları kazanan bir Türk imparatorluğu (Osmanlı) varken; neden son 250 yılda girdiği tüm savaşları kaybedip, bir de Kurtuluş savaşı yapmak zorunda kalmıştır?
Osmanlı bu dönemde; yani yaklaşık son 250 sene, 1683 Viyana Bozgunu’ndan, nihayet 1922’de Ankara, Haymana Ovası’nda yapılan Sakarya Savaşını kazanana kadar tüm savaşları kaybetmiştir.
Acaba; Halifelik ve akabinde yürütülen Türk düşmanı, Arap tipi mezhepçi politikalara dönülmeseydi; koca bir imparatorluk batar mıydı?
Ve yine; Yunus Emre'lerin, Hacı Bektaş'ların, Seyit Gazi'lerin, Ahmet Yesevi'lerin İslam’ı, İslam değil miydi?
Osmanlıyı kuran Şeyh Edebali'lerin İslam’ı, Akşemseddin'lerin İslam’ı İslam değil miydi de, Ebussuud'lara teslim edip batırdık koca imparatorluğu…
Bugün de aynı sürecin devam etmesi tarihten hiç ders almadığımızı göstermektedir.
Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi der ki:
*“Din bir seçimdir, ama Türklük kaderdir!”*
İşte bu yüzden "Arap sevici, mezhepçi" değil, Cumhuriyetçiyiz, Türk'üz, Atatürkçüyüz...
Ne Mutlu Türküm diyene...!!!
________________________________________________
Kazıklı Voyvoda olarak bilinen III. Vlad, tüm zamanların en korkunç insanlarından biridir. Osmanlı Sarayı’nda yetişmiş fakat bir Drakula’ya dönüşmüştür. Dünya onu ‘’Vampir Prens’’ olarak tanımaktadır. Hatta Drakula efsanesi, Kazıklı Voyvoda’dan esinlenerek ortaya çıkmıştır. On binlerce Türk’ü kazığa oturtarak ‘’kazıklı’’ unvanını alan vahşetin temsilcisidir. Onun yaptığı acımasızlıklar, Türkler tarafından kellesi alınana kadar devam etmiştir.
Kazıklı Voyvoda’nın Osmanlı Sarayına Gelişi
1400’lü yıllarda Osmanlı Devleti, Balkan topraklarına aralıksız akınlar düzenlemiştir. Türk akınlarına karşı mücadele etmek için ‘’ejderha kardeşliği’’ isminde gizli bir tarikat kurulmuştur. III. Vlad’ın babası bu tarikatın üyelerinden biridir ve savaşta Osmanlılara yenilmiştir. Çocuklarını ise hem yetiştirilmesi hem de saldırmazlık anlaşmasının göstergesi olarak, Osmanlı devletine vermiştir.
Bu sırada 10 yaşlarında olan küçük Vlad, uzun bir süre Tokat Kalesi’nde hapis tutulmuştur. Daha sonra Edirne Sarayı’na getirilerek burada eğitim almaya başlamıştır. Osmanlı Sarayı’na kısa sürede uyum sağlamış, Enderun’da kusursuz bir eğitim almıştır. Sultan II. Murat, Balkan topraklarını kendi adına sadakatle yönetmesi için, Vlad’ın eğitimine büyük önem vermiştir. Genç Vlad’ın Türkleri sevmesi ve benimsemesi için de onu kendi oğluyla, yani Fatih Sultan Mehmet ile aynı eğitim grubuna koymuştur.
Vlad en iyi biçimde yöneticilik eğitimleri almış, fakat asi ve çabuk parlayan bir kişiliği olduğundan, yola gelmesi için sık sık kırbaçla cezalandırılmıştır. Vlad, Enderun’da geçirdiği eğitim sürecinde, Osmanlı işkencelerini de öğrenmiştir. Osmanlı devletinde çeşitli suçların cezalarından biri kazığa oturtmaktır. Kundakçılar ya da yakalanan yabancı korsanlar kazığa oturtulurdu. III.Vlad bu işkence yönteminden çok etkilenmiştir. İleride ise öğrendiği işkenceleri daha da geliştirerek, Türklere karşı kullanmıştır.
1456 yılına gelindiğinde genç Vlad, Osmanlı’nın da desteğiyle vatanı olan eflak Voyvodası oldu. Voyvoda, Osmanlı’nın Eflak ve Boğdan yöneticilerine verdikleri isimdir. Ülkesinin Osmanlı’ya ödediği vergiyi her sene, kendisi İstanbul’a gelerek ödemektedir. Her seferinde de Fatih Sultan Mehmet’e, Osmanlı Devleti’ne olan hayranlığını dile getirmektedir. Fakat zamanla ödenen vergileri kesmeye, Osmanlı’ya başkaldırmaya başlamıştır. Fatih Sultan Mehmet, öncelikle III. Vlad’a elçilerini gönderdi. Vlad ise verdiği cevap ile tarihe geçmiştir. Osmanlı elçilerinin ayak derilerini yüzmüş, tuza bastırmış, sonra da keçilere yalatmıştır. Bu kadarla da kalmayıp, elçilerin kavuklarını çivi ile kafalarına çaktırmış ve onları İstanbul’a bu şekilde göndermiştir.
Voyvoda’nın Uyguladığı Akıl Almaz İşkence Yöntemleri
III. Vlad kendi halkına bile inanılmaz işkenceler uygulayan sert bir yöneticidir. Örneğin kocasının memnun etmeyen, kadınların göğüs uçlarını kestiriyordu. Hatta tarihi kaynaklara göre bir seferinde bir çocuğun kafasını, annesinin göğüslerine diktirmiştir. Kısaca Vlad inanılmaz bir psikopata dönüşmüştür.
Vlad en ufak bir suça dahi tahammül edemeyen bir kişidir. Hatta dilenciler bile onun için halkın sırtından geçinen vatan hainleridir. Bir gün şehirdeki bütün dilencileri çağırtarak büyük bir ziyafet vermiştir. İyice doyurduktan sonra, onları toplu halde diri diri yakmıştır. Aile hayatına dikkat etmeyen ya da eşiyle kavga eden kadınları, toplu olarak kazanlara atıp haşlatmakta, etlerini ise çocuklarına yedirmektedir. İnsanları doğramak, kazanlarda kaynatmak için özel yöntemler uygulamıştır.
Osmanlı tarihçisi Tursun Bey gördüklerini şöyle anlatmıştır; oturduğu ahşap kalenin karşısına 6 fersah boyunca, 2 sıra kazık diktirdi. Bunlara Macarları, Eflakları ve Boğdanları geçirdi. Çevresindeki arazi ormanlarla kaplı olduğundan her ağacın dalına sayısız insan astırdı. Kurbanlardan herhangi birini ağaçtan indirmeye kalkan her kim olursa olsun yerine kendisinin asılacağını duyurdu.
Dil öğrenmek ve eğitim almak için Eflak’a gelen 400 Macar ve Erdel genci, casus oldukları gerekçesiyle diri diri yaktırdı. 600 kadar tüccarı da pazar yerinde alışveriş yaparken kazığa oturttu. Bazen insanların bağlatıp diz ve bacak kemiklerini balyozlarla kırdırıyor ya da çeşitli uzuvlarını kestiriyordu. Onlar için ölüm Vlad’dan kurtulmanın en kolay yoluydu.
Kazığa oturtmak ortaçağ işkencelerinin en kötülerinden biridir. Mahkûm önce yatırılır ve anüsünden içeri sokulan kazık yaşamsal organlara zarar vermeden ustaca sırttan ya da ağızdan çıkarılırdı. Bu şekilde ölmek bazen günler sürebilirdi. Bu yöntemi genellikle bir şenlik havasında yaparlardı. Voyvoda kazığa geçirilen insanları izleyerek yemek yemekten büyük keyif alırdı. Her dil, din ve ırktan insan onun gazabına uğramıştır. Fakat bu cezalar en çokta esir aldığı Osmanlı askerlerine ve Balkanlarda yaşayan Türklere uygulanmıştır.
Kazıklı Voyvoda’nın Ölümü
Kazıklı Voyvoda, Osmanlı üzerine birkaç küçük sefer düzenlemiş, hatta Sırbistan üzerinden Karadeniz kıyılarına kadar ulaşmıştır. Açık bir muharebede Osmanlı’ya karşı kazanamayacağını bildiği için genellikle ormanlarda saklanıp vur kaç yapmıştır. Vlad’ın kendi ifadesiyle 23884 Türk ve Bulgar’ı öldürmüştür. 20 bin Osmanlı savaş esirini kazığa geçirmiştir.
Bu gelişmeler karşısında Osmanlı ordusu, 1462 yılında Fatih Sultan Mehmet komutasında, Kazıklı Voyvoda’ya karşı sefere çıktı. Vlad, Ordunun geçeceği her yeri yakmış, suları zehirlemiştir. Çok uzun mesafeler boyunca Osmanlı askerleri içecek bir damla bile su bulamamıştır. Türk askeri Eflak’a ulaştığında gördüğü manzara korkunçtur. Yaklaşık 20 bin kadar insan, erkek, kadın ve çocuk kazığa geçirilmiş durumdadır. Bu kadar çok insanı kazıkta gören Osmanlı askerlerinin morali bozulmuş, bazıları aklını kaçıracak duruma gelmiştir.
Fatih Sultan Mehmet’e suikast girişimi için; Osmanlı askeri kılığına giren Vlad, ordunun içerisine sızmıştır. Fakat işler planlandığı gibi gitmemiş, Sultan’ın çadırı yerine başka çadıra girmiştir. Bu sırada fark edilmiş ve akıncılar tarafından takibe başlanmıştır. Bu takip sırasında Vlad, başkenti terk ederek orman bölgesine çekilmiştir. Karısı Türklere teslim olmak yerine kendisini kalenin surlarından aşağıya bırakarak intihar etmiştir. Vlad, gittiği yerlerdeki mahkûmları, cüzzamlıları, vebalıları salarak Türklerin arasına karışmaya teşvik etmiştir.
Eflak’ın yeniden Türk hâkimiyetine girmesiyle III.Vlad Macaristan’a kaçmıştır. Ancak Macar kralı Osmanlı ile ilişkilerini bozmamak için onu tutuklatarak hapsetmiştir. Tam 12 yıl süren bu hapis ve sürgün döneminden sonra tekrar özgürlüğüne kavuşmuştur. Kendisine sadık olan askerlerin ve kendi halkı olan Rumen halkının desteğini tekrar kazanmaya başlamıştır. Kendisini tekrar eflak prensi olarak ilan etmiş, fakat 1476 yılında, 45 yaşındayken 300 askeri ile birlikte, Türk akıncıları tarafından öldürülmüştür. Bazı kaynaklara göre kendi adamları tarafından öldürülmüş, kellesi bozulmaması için bal dolu bir kutuya konarak, Fatih Sultan Mehmet’e gönderilmiştir. Bedeni ise bir bataklığa atılmıştır.
Yaşamını geçirdiği Bran Kalesi ve diğer şatolar her yıl yüz binlerce turisti ağırlamaktadır. Hatta işkence aletlerinin bulunduğu korku müzeleri bile bulunmaktadır. Ne kadar zalim olursa olsun günümüzde Romanya halkı onu milli bir kahraman olarak görmektedir.
Yorumlar
Yorum Gönder