deneme 239
"Karaman ilinin eski ismi Larende’dir. Şehir Selçukluların elinde iken islamlaşmıştır.
Karamanoğlu Beyliğinin kurucusu Karaman Bey’den dolayı Laranda (Larende) olan şehir Cumhuriyet döneminde Karaman adını almıştır. 15 Haziran 1989 tarihinde Türkiye’nin 70. ili olmuştur."
"Sen bana ne yaptığını sanıyorsun ha? Erkeksin ulan sen alt tarafı! Erkek biyolojik bir kazadır arkadaşım: Y geni tamamlanmamış bir X genidir. Yani tamamlanmamış bir kromozomlar serisidir. Erkek eksik bir dişidir, daha gen aşamasında yaşamına son verilmiş ayaklı bir kürtaj! Erkek olmak kifayetsiz olmak, duygusal olarak sinirli olmak demektir; erkeklik bir noksanlık hastalığı, erkekler de duygusal sakatlardır!"
Benimde mermilerim kelimelerim başka ne yapabilirim
Procrastination'ın tam Türkçe karşılığı maalesef yok fakat bu durum için kullanılabilecek en uygun tabir Erteleme Hastalığı ya da Erteleme Alışkanlığı gibi görünüyor. Gelin, biraz Procrastination durumunu yakından inceleyelim.
Öncelikle Procrastination'ın tanımı
tam turkce karsiligi olmayan bir kelimedir.
kaytarmak, savsaklamak dusunulebilir ama bunlarda biraz gonlu genis, biraz keyfi bir durum vardir, haytaliktan yapilir. procrastinationda ise tami tamina bir "ikinma" durumu sozkonusudur. yapmak istersiniz, vallahi o isi bitirip rahatlayacaginiz anin hayalleriyle yasarsiniz ama baslayamazsiniz, basladiginizda devam edemezsiniz. sonra bunun suclulugunu da ta iliklerinizde hissedersiniz.
Örnekle açıklayacak olursak
procrastination kişiyi kalkındıracak, hayallerine kavuşturacak, hedefe ulaştıracak mükemmel planı kağıtlara yazıp, başlamadan önce bir duş alıp, sonra acıktığını fark edip yemek yemek için dışarı çıkmaktır. çünkü açken plan gerçekleştirilemezdir, mantıklı olanı doymaktır.
procrastination eve dönüp, plan kağıdına göz atıldığında hepsinin siyah kalemle yazıldığını görüp, üzülüp, dışarı çıkıp renkli kalemler almak ve baştan yazmaktır. renkli plan kağıdı hazırlanıp duvara asıldıktan sonra harekete geçecekken canın kahve istemesidir. hem de zihni açardır, daha ne olsundur.
procrastination gidip kahve yapmaktır. kahvenin yanında çikolata da ne güzel giderdir, ama o da ne, evde kalmamıştır market de hemen yakındadır, akılda çikolata fikri kalıp da beyni bulandırmasın diye dışarı çıkmaktır
procrastination ve o anda bir de bankaya gidip faturaları yatırayım demektir ve yolda bir arkadaşa rastlayıp 5 dakikalığına bir yerlere oturmaktır. ama akılda sürekli yapılacak listesi olduğu için rahatsız olunup, sohbeti kısa kesip planımızı gerçekleştirmek için eve dönülür. evde kirli çamaşırlar göze ilişir ve bu dağınıklık ve kirlilikte planın uygulanması imkansız olduğu için önce renklileri sonra beyazları yıkayıp asmak ve biraz da etrafın tozunu almaktır procrastination ama bu arada çoktan akşam olmuştur. günün ortasında böylesine mükemmel bir günlük plana başlanamaz diye ertesi gün başlamaya karar vermektir procrastination.
peki yılmak mıdır? asla! ertesi sabah kalkıp mükemmel bir plan yapmaktır.
Sebepleri ve bu durumdan kurtulma yolları
tembellik ile karistirilmamasi gereken, turkcesi olarak erteleme aliskanligi onerilebilecek kavram. sonuclari ayni kapiya ciksa da, tembellik gibi bilincli bir pasiflik ve isteksizlik ile degil, yapmak isteme ama baslayacak veya devam ettirecek motivasyonu saglayamama durumu. herseyi son anda yapmak ile sonuclanan bir kisirdongudur.
nedenleri:
1. uzak gelecekteki mutlulugu getirecek simdiki zorlugu cekmek yerine, simdiki zevki tercih etme. (bkz:instant gratification)
2. yapilacak isten duyulan korku: genelde ne yapilacagi, nasil yapilacagi konusundaki bilgisizlik/belirsizlikten kaynaklanir. basarisizlik korkusu eslik eder.
3. su anda erteledigimizde basimiza hemen kotu seyin gelmeyecek olmasi, daha sonra yapacak zamanimizin olmasi
4. isteksizlik, motivasyon eksikligi, yapilacak isin bizi heyecanlandirmiyor olusu.
5. mukemmeliyetcilik: isi yapmaya baslamak icin butun kosullarin mukemmel olmasi gerektigi saplantisi (odevi yazmadan once konu hakkinda butun kitaplari okumak, bir suru bos zamaninin oldugu bir gunde baslamak zorunda hissetmek, projenin sonunda gerekli olacak bir malzemeyi bastan bulmadan baslayamama vs.)
6. baslamanin zahmetli olusu
procrastination kavraminin kisinin zaman algisinin problemli olmasiyla da dogrudan alakasi vardir, dolayisiyla bir zaman yonetimi konusudur da.
procrastination/isleri erteleme, hep son anda yapma aliskanligi gibi bir probleminiz varsa, cozulebilecek bir sorun oldugunu, algisal bir bozuklugu duzeltmeniz gerektigini bilmelisiniz. sonucta bu bir aliskanliktir ve alışkanlıklar degistirilebilir
ciddi sekilde yasam kalitesini düşüren ve kisinin tum potansiyelini kullanmasini engelleyen bu konu hakkinda nasil cozulebilecegi ile ilgili kaynaklara basvurarak sorunu kendi kendinize gidermeniz mumkun. temel olarak planlama, yapilacak isi kucuk parcalara bolerek o parcalari bitirmeye calisma, zaman alginizi sonsuzlugun icinde akip giden bir kaynak olarak gormek yerine, belirli isleri yapmaya adanmis ufak araliklar olarak algiya donusturmek ile ise baslanabilir. pomodoro teknigi bu zaman algisi konusunda ise yaramakta.
genel olarak sistem şu şekilde:
1. yapılacak işleri mutlaka bir kağıt üzerine yazarak listeleyin
2. bu işler arasında bitmesi uzun zaman alacakları daha küçük parçalara bölün
3. listenizdeki işler arasında önceliklendirme yapın (bkz: eisenhower matrisi)
4. listedeki işleri yapmaya başlayın, yaptıkça üzerini çizin (motivasyon sağlar)
a. david allen'ın kitabına göre, listenizde yapması 5 dakika almayacak her işi en başta yapın.
b. daha sonra gerçekten hayatınızda önemli yeri olan sıkıntılı işleri yapmaya koyulun (bkz: pareto prensibi) (bkz: eat that frog)
c. eisenhower matrisine göre acil ve önemli işlere öncelik verin, ardından acil olmayan önemli işleri yapın, acil ve önemsizleri delege edin.
Siyasal İslamcıların favori cümleleridir, “Ecdadımız gibi olalım!”, “Ecdad böyle mi yaptı!”, “Ecdad! Ecdad! Ecdad!”… Bir de tabi “Neo-Osmanlı” var. Yıllarca ağladılar, “Bize irticacı dediler!” Ancak dillerinden “Osmanlı” ya da “Yeni Osmanlı” düşmüyor. Evet, siz irticacısınız. Türk milletinin başına öyle bir bela oldunuz ki bu millet bu zamanı ilerletemiyor, olduğu yerde sayıyor. Kurucusunun çizdiği istikamette koşmayan ya da koşamayan devlet de millet de felaket yaşar, bu kanundur. Bunu unutmayın. Ecdadımız gibi olacaksak, Yeni Osmanlıcı olmayı ihanet saymamız icap eder. Keza Osmanlılar kendini Neo-Selçuklu olarak adlandıracak adamı asardı. Tek partili dönemi eleştirdiler, demokrasi yok, diye yıllarca ağladılar. Demokrat olduklarını iddia ettiler. 24 Haziran’dan sonra Meclis danışma görevi bile göremeyecek. Tek partiye bile değil, tek adama döndüler. Osmanlı’da demokrasi var mıydı? Her şey menfaate göre… İşimize gelene kadar demokratız. İşimize gelene kadar 90’lı yıllara gönderme yapacağız. İşimize gelene kadar her şey… Biz kim miyiz? Biz ecdadı gibi olan (!) siyasal İslamcılarız…
"H.C. Armstrong'un Mustafa Kemal Atatürk'ün yaşamını konu alan Bozkurt adlı kitabı, ilk olarak 1932 yılında yayınlandı. Bozkurt daha Mustafa Kemal'in sağlığında yazılan ilk Atatürk biyografisi olma özelliğine sahiptir."
"Zaman içinde onu yüceltmiş, ondan bir put yaratmış, tutkunu olduğum şeylerle süslemiştim onu madem, bu zahmetten geriye, elimde yorgunluktan başka ne geçip kalmıştı?…"
"Öşür, toprak mahsullerinden alınan verginin adı olup kelime itibariyle onda bir anlamına gelmektedir."
IV. Haçlı Seferi ve Konstantinopolis’in Sarılamayan Yaraları
Byzantion, Konstantinopolis, Konstantiniyye, İslâmbol, İstanbul… Ne derseniz diyin, ne kadar adını değiştirirseniz değiştirin bu kentin geçmişte tanıklık ettiği şeyler göz ardı edilemeyecek kadar büyük zararlara yol açmıştır. Bugün, hepimizin ortaokul ve liselerde öğrendiği dogmatik tarih bilgilerini biraz kıracağız; işin aslına inerek IV. Haçlı Seferleri’nin Konstantinopolis kentinde nelere mâl olduğunu tartışacağız.
Öncelikle Haçlı Seferleri’nin gelişiminden başlamanın daha doğru olacağını düşünüyorum. Bana kalırsa, Bizans ile bağdaştırılan bir “Haçlı Seferleri” anlayışı kırılması gereken bir olgudur. Çünkü Doğu Roma ile Batı’daki Roma devleti arasında dinsel kabullerin yanı sıra politik girişimler de her zaman bir anlaşmazlık konusu olmuştur. Bu durum da iki ayrı toplum arasında birçok farklı sosyolojik sonuçlar yaratmıştır; hayat koşulları, felsefi bakış açıları gibi. Üstelik Haçlı Seferleri, Bizans tarafından hiçbir zaman benimsenmemiştir, ki bu konudaki yaklaşımları birazdan IV. Haçlı Seferleri’nden bahsederken doğruluğunu kanıtlayacak.
Haçlı Seferleri kaynağını Müslümanlar’ın dünya üzerinde etkinliğini arttırdığı dönemlerden alır. Kudüs’ü ele geçirmeye yaklaşan amaçların doğrultusunda Latinler yavaştan kıpırdanmaya başlar ve bu da Haçlı Seferleri’nin habercisi olur.
I. ve II. Haçlı Seferleri belirtilen amaçlara hizmet eder; öncelik yalnızca Müslümanlar’ı alt etmektedir başlangıçta. Fakat III. Haçlı Seferleri ile aslında Latinler, bir taşla iki kuş vurabileceklerini fark ederler. Bilinen dünyanın en zengin, en göz alıcı, en gelişmiş kenti olan Konstantinopolis’e karşı kin dolmuştur Latinler; yükselen bir Roma İmparatorluğu’nun kendi imparatorlukları, yükselen bir Roma kentinin de kendi Roma kenti olmalarını istemişlerdir. Biraz hırs seziyoruz.
Yüzyıllar öncesine dayanan iki Roma devleti arasındaki siyasi çekişmelerin vereceği zararların yaklaştığını seziyoruz yavaş yavaş.
Dönemin imparatoru Alexios Komnenos’un temel hedefi, Konstantinopolis üzerinden ilerleyen haçlıların yol hattında kente ve imparatorluğa zarar vermemelerini sağlamaktır. Haçlılar, en önemli Bizans din merkezlerinden biri olan Antakya’yı Müslüman kuvvetlerin elinden almışlardır. Fakat burada asıl felaketin fragmanı yayınlanır aslına bakarsanız, bir Bizans kenti olan Antakya asıl ülkesine iade edilmemiştir. Haçlı Seferleri’nin gerçekleşmesi sırasında Bizans’ın en önemli şartıdır bu ; Bizans toprakları Müslümanlar’ın elinden alındığı anda Bizans’a iadesi sağlanacaktır fakat iş Latinlere düşünce, pek de öyle gelişmemiştir olaylar.
Böylece Haçlıların asıl emelleri anlaşılmıştır kısacası. Sonrası, felaket.
Tabii ki sonrası. Antakya’nın iki arada bir derede kalmışlığından daha da sonrası. 1204.
I. Haçlı Seferi ile ilgili bilgileri doğrudan bizlere ileten Türkçe’ye kazandırılmış iki önemli kaynak vardır. Bunlardan birisi Robert De Clari adındaki bir Fransız askerin anılarıdır, diğeri ise Geoffroi De Villehardouin ile Henri De Valenciennes’in tuttuğu IV. Haçlı Seferi Kronikleri’dir.
Robert de Clari üzerinden konuşacağız bugün.
Haçlılar, İtalya topraklarından çıkıp da Kudüs’e ilerleyecek yeterli kaynağa ve bütçeye sahip değiller o dönemde. Bu nedenle de İtalyan kentlerinden yardım istemişlerdir; Pisa ve Cenova. Bu kent devletler ise 87 bin Mark ile elde edilen yağma malların yarısını istemişlerdir. Bunu ödemekte sorun yaşayan Haçlılar, Venedikliler tarafından hoşgörü ile karşılanmışlardır ve geri kalan meblayı zapt edilen ilk yerde vermeleri şartıyla yardım edeceklerini belirtmişlerdir.
Suriye ya da İskenderiye’ye ulaşmak için yine de yeterli erzak ve bütçeye sahip olmayan Haçlı ordusu başlangıçta Yunanistan’dan kaynaklarını sağlamak istemiştir. Fakat önemli bir rütbeye sahip olan haçlı Marki’nin kentten intikam isteği sonucunda orduyu yönlendirmesiyle Konstantinopolis’te yaşanan taht kavgasından yararlanmak için yola koyulmuşlardır. Aleksios III. Angelos tahta geçme amacındadır, bu nedenle de iki yüz bin mark, filonun bir yıllık masrafı, mukaddes topraklar olan Kudüs’ün bakımını üstleneceği on bin askeri vaad etmiştir ve filo Konstantinopolis’e doğru yola koyulmuştur. Elbette fikir ayrışmaları oldukça çok yaşanmıştır burada.
Robert de Clari’nin eserinde beni içten oldukça yaralayan bir ifade vardı.
Eugène Delacroix – 1840, Musée Du Louvre
“Haçlılar, gemileri öyle süsleyip püslediler ki, seyrine doyum olmuyordu. Konstantinopolis halkının böyle güzel bir filoyu görünce parmağı ağzında kaldı. Bu harikayı seyretmek için surların, evlerin üstüne çıkmışlardı. Filodakiler ise hem enine hem boyuna kocaman olan şehrin azametine bakıp şaşkına döndüler.”
O an iki ayrı duygu karşı karşıyaydı; İyi ile kötü, aşk ile nefret, hayranlık ile tiksinti, ya da ne derseniz deyin. Birbiriyle iç içe geçmiş, birbiri ile eşit güçte fakat birbirinden bir o kadar da farklı iki güç. Bir taraf birazdan olacaklardan o kadar emin, kin oldu ve hırslı iken diğer tarafın birazdan gerçekleşecek faciadan bir haberi bile olmadan, hayranlıkla bu gösteriyi izlerken… Bu sahneyi gözümde canlandırmak beni derinden yaralamıştı.
“İyi savaş yoktur, kazanılmış ve kaybedilmiş savaş vardır.” Diye bir söz duymuştum. Ne demek istediklerini yeni anlıyorum.
Venedikliler gemilerinde hazırladıkları merdiven ve köprülerle şehir surlarının üzerine çıkmışlar, kentin içine ok ve taş yağdırmışlar ve şiddetli bir saldırı ile Konstantinopolis’i alevler içinde bırakmışlar. Onca can, onca tarih, onca uğraş yalnızca birkaç saat içinde yok olmuş, yalnızca küller…
Jacopo Robusti Tintoretto – The Capture of Constantinople, Ducal Palace, Venice.
Bu büyük yıkımın ardından skor Haçlılar 1 – 0 Konstantinopolis olmuş. O dönemdeki tarihi yarımadaya yerleşen haçlılardan kaçan Bizans insanları Galata ve çevresine yerleşmişler. “Şehirde kalamadılar” ibaresine bakılırsa Galata ve çevresi pek de şehrin sınırlarına girmiyormuş anlaşılan.
Kentin bu denli yağmalanması dahi Haçlılar için yeterli olmamış. Sözlerini tutmayıp Haçlılar’ı geçiştiren yeni imparator Aleksios III. Angelos nedeniyle Haçlılar Konstantinopolis’i işgale başlamış ve Aleksios III. Angelos ile emperyal ailesi kentten kaçmak zorunda kalmış.
Haçlılar tarafından bazı kilise ve manastırlara el konulmuş fakat kent o kadar metruk, o kadar döküntü bir hale dönüşmüş ki… Birçok eser çalınarak Venedik’e götürülmüş, zarar gören imarlı alan kaderine terk edilmiş, kamusal yapıların kullanılmayanları bakımsızlıktan çökmüştür.
1261’e dek İznik, Trabzon, Mistra ve Epiros gibi yerlerde despotluklar halinde yaşayan Bizans; 1261 yılında bir sefere giden Paleologos Hanedanı üyelerinin Konstantinopolis’in bakımsız, yıkık dökük ve yaraları sarılmamış halde olduğunu görünce kenti yeniden almak için harekete geçmesine dek başkentsiz kalmıştır.
Başkente verilen zarar, tahribat bir iki yapıyla ya da eserle tanımlanabilecek kadar kısıtlı değildir. Fakta bunlardan en çok öne çıkanı ise orijinalleri müzede yer alan ve bugün St. Marcus Katedrali’nin girişinde replikaları bulunan dört at heykelidir.
Kentin imarlı çevresi ise çok büyük tahribata uğramıştır ve bu tahribatın yol açtığı yaralar da 1261’de kentin geri alınışına dek sarılmamıştır. Kayıplar ise oldukça fazladır; dönem kaynaklarına bakılırsa 1000’den fazla mimari eserin neredeyse yarısı yok olmuştur.
Fakat, şu kabul edilmelidir ki 1261’de geri alınan Konstantinopolis, 1204’te alevler içinde bırakılan Konstantinopolis öncesindeki kent gibi değildir. Hepimiz Bizans’ın 1453’te bittiğini biliriz fakat Doğu Roma İmparatorluğu 1453’te ölmeden önce 1204’te kör ve dilsiz bırakılmıştır.
Kaynaklar: Robert De Clari, İstanbul’un Zaptı, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2000.
Geoffroi De Villehardouin, Henri De Valenciennes, IV. Haçlı Seferi Kronikleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2016.
Merve Tuncer
Kanımda tortu halinde intikam dolanmakta."
Püriten, 16. ve 17. yüzyıllarda I. Elizabeth'in İngiliz Kilisesi'nde başlattığı reformist harekete karşı çıkan, kendisini "saflığı" aramak olarak tanımlayan bir Protestan doktrin ve ibadet şeklidir. Püritenler İngiliz kilisesi ile uyum sağlayamadıklarından, Amerika'ya ilk göç hareketinde yer alırlar ve Amerika'da New England yerleşim yerini kurarlar.
Salem cadı mahkemelerini icra edenler püritenlerdir.
Thomas Hobbes, Oxford Üniversitesi'nde okurken Püriten bir tutum ile yetişmiştir.
Ayrıca Harvard Üniversitesi'ni Püritenler kurmuşlardır.
Protestan teolojide, özellikle de Kalvinist kollarında, daha “püriten” bir ahlak vardır ve bu ahlak anlayışında, denebilirse dünyanın tamamı bir manastıra dönüşür. Ancak bu ahlak, mükâfatın ve cezanın bu dünyada, kişinin çalışması karşılığı verileceğine yaslanır.Kişinin bu dünyadaki hayatının Tanrı tarafından ondan beklenen bir “çağrı” olarak kavrandığına ve bütün hayatının bu çağrıya karşılık gelen bir “ödev” ile yükümlü olduğuna inanan Protestanlar, bir tür kaderin önceden belirlendiği bir ruh haliyle yaşarlar. Kimse kurtuluşa ereceğinden ve çağrıya kurtuluş için gerekli ödevleri yaparak karşılık verip veremediğinden emin değildir. Bu ibadet şeklinde kişi başka birisinin yaşamdan haz almasına kötü gözle bakar. Amaçsız yapılan eğlencenin zaman israfı olduğunu, eğer çocuk sahibi olmak isteniyorsa insanlar birbiri ile cinsel ilişkiye girmesi gerektiğini, eğer ahlak ile ilgili bir ders alınabilecek ise film seyredilmesi gerektiği gibi katı ve çerçevesi kalın bir dünya görüşüdür.
Gücün yoldan çıkaramayacağı kimse yoktur. İktidar kavgası ne baba tanır ne evlat. Mesela İmamoğlu İBB'yi kazanırsa, 2028 yolundaki en büyük rakibi CHP Genel Başkanı Özgür Özel olacak...
16. Yüzyıldaki Alevi Oymakların Listesi. Listede Avşar'lar da var. Bugün Avşarlar sünni olarak biliniyor fakat aslen Alevilerin en büyük oymaklarından biriydi fakat yoğun baskı, sürgün ve asimilasyonlardan büyük çoğunluğu sünnileşti.
"Kalktı göç eyledi Avşar elleri" türküsü Osmanlı devletinin Avşarlara verdiği sürgün kararını anlatıyor.
Yine aynı şekilde Varsak Türkleri de aslen Alevidir fakat sünnileştirildiler. Bugün Antalya'nın Varsak bölgesi ve Adana'fda yaşıyorlar. Karacaoğlan bu oymağa mensuptur.
"Tarım Devrimi boyunca insan türü hayvanları ve bitkileri susturarak animist senfoniyi insan ve tanrı arasındaki bir diyaloğa dönüştürdü. Bilimsel Devrim sırasındaysa insan türü tanrıları da susturdu. Dünya artık insanın yönettiği tek kişilik bir gösteri. İnsan türü boş sahnede kendi kendine konuşarak, kimseyle müzakere etmeden, hiçbir yaptırımla karşılaşmaksızın gücüne güç katıyor. Fizik, kimya ve biyolojinin temel kanunlarını deşifre eden insan türü şimdi de bunları canı istediği gibi kullanıyor
Malinos köpekler ile tank patlattılar
Bir terör örgütü tarafından katledilen insana, iyi miydi kötü müydü, yasalara uyar mıydı uymaz mıydı, çocukları sever köpeklerle iyi geçinir miydi diye sormadan kurban deriz. Eğer vazifesini yaparken yahut vazifesinden ötürü hayatını kaybettiyse de şehit. Esat Oktay Yıldıran bu yönüyle şehittir.
Kendisinin Diyarbakır Cezaevi'nde işkence yaptığı anlatılıyor. Yaptı mı, yapmadı mı bilmiyorum. Pek umurumda da değil. Fakat şu umurumda: Kürtçü propagandaya karşı duracağım diye işkence savunamazsınız. Yani Yıldıran işkence yaptı diye bir saldırı varsa, "yaşasın işkence" diyemezsiniz.
Benim çocukluğum işkence mağdurlarının arasında geçti. Düşmanıma da yapılsa işkence insanlık suçudur. Hiçbir şekilde kabul edilemez, hoş görülemez. Üstelik biz terör örgütü karşısında hukuku, demokrasiyi, insan haklarını, medeni yaşamı temsil ediyorsak, "biz"i terör örgütüyle eşitleyecek hiçbir tutum makul görülemez.
Yıldıran'ı savunacaksanız ve kanıtınız varsa, "işkence yapmadı" diye savunun. Bakalım, okuyalım, kanaat edinelim. "İşkence oley" demeyin. İşkence savunan insanlar "seyirci"lere ne vaat ediyor şöyle bir düşünün. İşkenceyi olumlayabilen bir zihin ve vicdandan güzel bir şey sadır olur mu? Vatanına milletine faydası olur mu?
Mevlana, katıksız bir Türkmen ve Alevi düşmanıydı. Türkmenleri ve Alevileri yok etmek için işgalci Moğollar ile işbirliği yaptı. Türkmen Alevi Piri ve önderi Ahi Evran'i katlettirdi. Ahi Evran'in eşi Fatma Bacı da 'Bacıyan-ı Rum (Anadolu Bacıları) Direniş Örgütünü' kurarak Moğol işgalcilere karşı savaşmış ve esir düşmüştür.
Yorumlar
Yorum Gönder