deneme 220
Bella Eskenazi, Erol Güney’in baldızı yani Dora’nın kız kardeşi. Bu bölüm Bella’nın anlattıklarından yola çıkılarak yazıldı.Yer Ankara’da Sabahattin Eyuboğlu’nun evi, yıl 1946. Ev halkı ve misafirler salonda otururken küçük odada genç bir kız sedire uzanmış, isteksizce ders çalışıyor. Odanın öbür köşesinde, şair, kâğıda bir şeyler yazıyor. Sonra genç kıza uzatıyor kağıdı: “Bak, senin için bir şiir yazdım.” Okuyor genç kız:
SERE SERPE
Uzanıp yatıvermiş, sere serpe;
Entarisi sıyrılmış, hafiften;
Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor;
Bir eliyle de göğsünü tutmuş.
İçinde kötülüğü yok, biliyorum;
Yok, benim de yok ama…
Olmaz ki!
Böyle de yatılmaz ki!
Evet, şairimiz Orhan Veli, genç kız da Bella. Aslında tanışmaları iki üç yılı bulmaktadır, ama arkadaşlık ve samimiyetleri daha yenidir. Bella, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde İngilizce dersi vermektedir, bir yandan da liseyi bitirmek için kalan birkaç dersini çalışmaktadır. Bella (Kent kızlık adı) 1923’te İstanbul’da doğmuş. İlk ve ortaöğrenimini değişik okullarda sürdürmüş. 40’lı yıllarda Ankara’da yaşayan ablası Dora’yı sık sık ziyaret eder. Dora, Güzel Sanatlar Müdürlüğü’nde görevlidir. Eniştesi 1946’ya kadar Tercüme Bürosu’nda çalıştıktan sonra istifa ederek Agence France Presse’e geçer. Erol Güney’in üniversite yıllarından beri tanıdığı ve Tercüme Bürosu’nda da dostluğunu sürdürdüğü Orhan Veli, Güney çiftinin evlerine konuk olur sık sık. Yine 1946’da Hakkı Tonguç ve Sabahattin Eyuboğlu, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile görüşürler. Cumhurbaşkanı’na “Hasanoğlan’da İngilizce dersi verebilecek bir kız bulduk, ama adı Bella” dediklerinde aldıkları yanıt, “Ee? Ne bekliyorsunuz, hemen işe alın” olur. Bella liseyi bitirmediği için öğretmen değil de kütüphaneci olarak işe alınır. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nde İngilizce, Fransızca ve Almancanın yanı sıra jimnastik dersleri de verir. Shakespeare’in Bir Yaz Gecesi Rüyası adlı eserini sahneye koyan öğrencilerin yanında da o vardır; sahne düzenlemesine yardımcı olmakla kalmaz, oyundaki dansları da oyunculara o öğretir. Bir gün kaldığı odanın kapısını açtığında, yatağında bir ayının uyuduğunu görür. Başka bir gün de Hasanoğlan’da durmayan trenden bir sonraki istasyonda inip saatlerce yürür okula dönebilmek için. Bütün bunları tatlı anılar olarak anlatıyor Bela.1946 seçimlerinden sonra değişen politikadan Tercüme Bürosu, Milli Eğitim ve Köy Enstitüleri’yle birlikte Bella da payına düşeni alır. 1948’de Meclis’te sorulan soruların biri onunla ilgilidir; hükümete, liseyi bitirmemiş bir Yahudi kızının para mukabilinde Hasanoğlan’da ders verip vermediği sorulur. Bella’nın Enstitü’deki öğretmenliği son bulur. Orhan Veli, uzun yıllar Bella’ya kur yapar. Bir de isim bulur ona: Düşes. Karşı adlı kitabını 1949’da Bella’ya verirken ilk sayfasına, “Bu iş böyle yürümez duchesse!” yazar. Nedir yürümeyen tam belli değil. Belki de, Bella’nın Orhan Veli’yi hep arkadaş gibi görmesi, platonik de olsa ilgisini dostluğa yorumlaması sanırım. O yıllarda Orhan Veli’nin birkaç kadına daha kur yaptığını bildiğimiz için, Bella’yı bu konuda haklı görmek gerekir. Aşağıdaki mektup da Bella’ya yazılmış. Tarih yok, ama Yaprak antetli bir kâğıda yazıldığına göre 1949-50 olmalı:Bella,Bir gazeteci evinde mürekkep bulunamadı. Bu yüzden mektubumu kurşun kalemle yazmak zorunda kaldım, özür dilerim. Benim hakkımda ISTANBUL gazetesinde çıkan yazıdan dolayı yazdıklarınıza teşekkür ederim. Bununla beraber beni daha evvel yazılmış yazılardan daha iyi tanımak mümkündü. Burada, Seza geldiğinden beri, çok güzel vakit geçiriyoruz. Birkaç defa, Ralfi’ye, Lüküs Hayat operetinden parçalar söyledim. Bugün de o parçaları tekrar ettim. Benden, bilhassa bu noktayı yazmamı isteyen Seza’dır. Bu hafta Ankara’da at yarışları başlıyor. Belki de kazanırız. Benimle ortaksınız. Bir vurgun vurursak haber veririm. Orhan VeliBu mektubun bütün cümleleri tesadüfen, B ile başladı. Belki de Bella B ile başladığı için.Orhan Veli’yi çok güzel anlatan bir mektup bu. İçeriğinde kur yapmıyor Bella’ya, ama her cümleye B ile başlayarak anlatıyor kendisini.Mektuptaki gazeteci Erol Güney’dir. Seza ise Erol Güney’in baldızı, yani Dora ve Bella’nın kız kardeşi. Hüzünlü bir öyküsü var Seza’nın; Erol Güney’in lise yıllarından beri arkadaşı olan Benya Rapoport’un eşidir. Onları Erol Güney tanıştırmıştır. Benya’nın ailesinin bütün karşı çıkmalarına rağmen genç sevgililer evlenir. Benya uzun yıllar Türkiye’de yaşamasına rağmen Romanya vatandaşıdır. Bir işadamı olan Benya Amerika’da bir iş gezisindeyken Romanya’da komünistler iktidarı ele geçirir. Artık komünist bir ülkenin vatandaşı olan Benya, Türkiye vizesi alamaz. Romanya’ya gönderilmemek için Amerika’da evlenerek oraya yerleşir. Seza’ya bakmak da Erol Güney’e düşer. Bir de oğlu vardı Seza’nın babasını hiç görememiş olan Ralfi. Orhan Veli bu iki yaşındaki bebeği çok sever, ona şarkılar ve mektupta bahsettiği gibi Lüküs Hayat operetinden parçalar söyler. Orhan Veli’nin at yarışlarına düşkünlüğü bilinir. Gerek İstanbul’da gerek Ankara’da at yarışlarını hiç kaçırmaz. Bundan Orhan Veli’nin yarışlardan iyi para kazandığı sonucu çıkarılmasın; hep sürpriz atlara oynar, kazandığında iyi kazanmak için… Ve hep kaybeder.
Erol Güney, 1956’da İsrail’e yerleşince Dora’yla beraber Seza ve Ralfi de İsrail’e giderler. Ralfi başarılı bir film yönetmeni olur. Ne yazık ki 40’lı yaşlarda kalp hastalığı nedeniyle ölür. Seza da evlat acısını yaşadıktan sonra 2000’de yaşamını yitirir.
Bella, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ndeki işine son verilince İstanbul’a döner. Annesiyle İstiklal Caddesi’ndeki Hacopulo Hanı’nın çekme katında bütün Boğaz’ı ve Haliç’i gören bir daireye yerleşir. Dört yıl kadar oturdukları bu evin konukları arasında Orhan Veli de vardır. Gelir, bir köşede oturur, konuşulanları sessizce dinler. Evde içki yoktur, yarım saatliğine Lambo’ya gider, iki tek atıp döner. Bir keresinde de evin cumbasında oturup konuştukları basamakta sızar kalır. Orhan Veli, öldüğü güne kadar sürdürür Bella’ya ziyaretlerini. Cenazesi kaldırılırken bir köşede ağlayan kadınların arasında Bella da vardır.Bella şu an Bebek’te oturuyor. Evi, Orhan Veli’nin mezarı ve heykeline çok yakın. Okuldan bildiği Almanca’nın yanına, kendi kendine öğrendiği beş dili daha ekledi: İngilizce, Fransızca, Almanca, Yunanca ve İtalyanca. Evlendi; bir kızı, bir torunu var ve sık sık onları Barselona’da ziyaret eder.
Kıskanç dalyaraklar şu videoya "Hepsi yakında zührevi hastalık kapacak, 40 yaşında kedi orduları komutanı olacak, bedenlerini çürütecek, uyuşturucu bağımlısı olacak." tarzında saçma sapan yorumlar yazmış.
Peki ya sen ne olacaksın amk? En kötü gıdayı yer, en kirli suyu içersin. Açlık sınırının altındaki asgarî ücret için gidiş-geliş dahil günde 13 saat çalışır ve çürük dişle gezersin. Her biri bir ülke nüfusu barındıran metropollerde sokak köpeklerine yem olursun. Alt sokağın Afgan, üst sokağın Suriyeli. Siyasetçiler senin vergilerinle altına Audi A-8 çekip rezidansta elit eskort siker, sen spor salonu pahalı diye göt göbek salarsın. Torpilsiz iş bulman mümkün değil, köpek gibi çalışıp aldığın sınav notları bir adet torpil notuyla heba olabilir. Hasbelkader birini sevip evlenmek istesen yuva kuracak maddi imkanın yok. Düzenli seks hayatın yok. Bunun getirdiği gerginlikle trafikte korna çaldı diye insanlara levye çekersin. Somali Cumhurbaşkanı'nın oğlu tarafından trafikte arabayla ezilsen adama 900 dolar kefaret bedeli ödetiyorlar. Bu, yaban keçisi öldürdüğün zaman ödeyeceğin cezanın %0,114'üne denk geliyor. Son çare asker olup Kuzey Irak'taki bilmem kaç bin rakımlı bir tepede ölsen cenazen gariban ananın damı akan köy evine gelecek. Ev olsa yine iyi, artık depremzede çadırlarına giden asker cenazeleri var. Deprem demişken, Allah muhafaza depreme yakalansan çürük çarık binalar kadayıf olup üzerine yıkılacak. Devlet organize olup seni kurtarana kadar enkaz altında boğulur musun, donar mısın, delirir misin Allah bilir. Daha neler neler, anlatsam sonu gelmez...
Sen kendin itten beter bir hal yaşayıp, yaşadıkları refah ve mutluluk saç ve ten renkleri ile göz ve dişlerinin parlamasına yansımış bu insanlara mı kıskançlıkla bok atıyorsun?
Hassiktir lan ordan.
SON ON PADİŞAH
Geçen haftaki yazımda, Osmanlı’nın son 2-3 asrını öğrenmeden fikir yürütülmemesi gerektiğini anlatan ifadeler kullandım. Bu yazımda, adı geçen dönemin 150 yılını, yani Osmanlı’nın son 150 yılını özetleyeceğim. Elbette, bu kadar uzun bir dönemi ve bu kadar geniş bir konuyu bir köşe yazısına sığdıramayız. Bunun için, bu 150 yıla denk gelen son on padişahın ölüm dönemlerinden bahsedeğim.
Neden son 150 yıl?
Ben, Osmanlı’nın yıkılış başlangıcı olarak 1774 Küçük Kaynarca Anlaşmasını alıyorum.
Adı geçen Anlaşmayı imzalayan I. Abdülhamit’tir. Bu Padişah, tahta çıktıktan hemen sonra, bu Anlaşmayı imzalamak zorunda kalmıştır. Bu Anlaşma, tarihimiz açısından çok acıdır. Çünkü, aczin, imkânsızlığın, çöküşün, yıkılışın, kaybedişin ne olduğunu çok iyi anlatmıştır, hem de yalnız bize değil, tüm dünyaya.
1789 yılına geldiğimizde, Özi Kalesi’nin Ruslar tarafından ele geçirilmesi üzerine I. Abdülhamit gözyaşlarına mani olamamış ve çaresizliğin getirdiği ağır yük nedeniyle felç geçirmiş ve kısa bir süre sonra da ölmüştür.
Yerine, kendisinden önceki kardeşi III. Mustafa’nın oğlu III. Selim geçmiştir. Yenilik yapmak zorunda olduğunu bilen ve babasından da bunun gerekliliği talimatını alan III. Selim, Nizam-ı Cedit (Yeni Düzen) dediği uygulamalara askerlikten başlamıştır.
Ancak, işler o kadar kolay değildir. Muhteşem dönemlerimiz afakın gerisinden bile görünememektedir. Devletimizin aczi ortadadır. Devlet, kapanın elinde kalmaktadır. Bu nedenle, kapmak isteyenlerden bir grup, IV. Mustafa’nın da el altından desteği ile, III. Selim’i 1808 yılında tahttan indirip IV. Mustafa’yı getirmiştir. Elbette, indirmek yetmez! Yok etmek gerektir. Çok üzülerek söylüyorum ki, bir süre sonra, Saray içerisinde yapılan kovalamaca ile III. Selim, katledilir (ayrıntılara girmiyorum.) Sarayın kapıları kapalıdır. Ancak, III. Selim taraftarları kapıları kırarak Topkapı Sarayı’na girer. Onlar da, IV. Mustafa’yı katlederler. Bir kısmı bunu yeterli görmez ve 23 yaşındaki Şehzade II. Mahmut’un peşine düşerler. Bir kalfa bacı, gelenlere mani olmak için üzerlerine kül döker ve onları bir an durdurur. Bu arada, yetişenler olur ve Şehzade katledilirse, tahta çıkacak kimse kalmayacaktır. Yani, Osmanoğulları Ailesi Hanedanlığı sona erecektir. Zorunlu olarak II. Mahmut tahta çıkarılır. O da yenilikçidir ve gerçekten bir takım yanlışlarına rağmen önemli yenilikler yapmaya gayret sarf eder. Ancak, bu gayretler yetmez. Devletin bir görevlisi olan Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali, isyan eder ve adamı İbrahim Paşa Kütahya’ya kadar Devlet’in ordusunu yenerek gelir. Hedef İstanbul’dur ve iddia odur ki; Nihaî Hedef, Osmanoğlu Ailesi’ni indirmektir. 1833 Senesinde, Rusya ile yapılan Hünkâr İskelesi Anlaşması ile - gerçekten şu anda çok üzgün olarak yazıyorum - Rusya’ya sığınılır ve onlar korur Devletimizi, İstanbul’a gelen askerleri ile.1838’de İngilizlerle yapılan Baltalimanı Ticaret Anlaşması, tamamen ekonomik teslimiyettir. Mehmet Ali yeniden harekete geçer ve Nizip’te iki güç karşılaşır. Ancak, sonuçtaki mağlubiyeti göremeden II. Mahmut VEREM’den ölür. Bir Padişah veremden neden ölür? Beslenme eksikliğinden mi? Yerine oğlu Abdülmecit geçer ve çocuk yaştadır(17). Babası döneminde hazırlanmış olan Tanzimat Fermanı’nı 1839 yılında Gülhane Parkı’nda kendi huzurunda Mustafa Reşit Paşa’ya okutur. Bundan sonra, zaten, tükenmiş olan Devlet Hazinesini har vurup harman savurur, olağanüstü israflar yapar. Devlet’i iflas ettiren Dış Borçlar almaya başlar(1854.) 1856’da Islhat Fermanı’nı ilan eder. 1859 yılında Kuleli Vakası denen bir olayla ortadan kaldırılmak istenir. Bir kişinin ihbarıyla bu durum son anda ortaya çıkar ve elebaşı Ali Suavi tutuklanır. Abdülmecit, iktidarının son yıllarında, pişmanlık duyar ve kendisinin yakınları tarafından kandırıldığını söyler, ama, iş işten geçmiştir, babası gibi Verem’den vefat eder. Neden Verem?
Daha bitmedi…
Yerine kardeşi Abdülaziz geçer. Sene 1869’dur.1876 yılına kadar tahtta kalan Abdülaziz, bu yıl ortalarında, Serasker Hüseyin Avni ve arkadaşları tarafından tahtından indirilir. Birkaç gün sonra da, odasında bilekleri kesilmiş olarak bulunur ve ölmüştür . Bu konu hâlâ tartışmalıdır. İntihar mı etti, öldürüldü mü? Bu tartışmalarla ilgili çok sayıda kitap yazılmıştır. Yerine Abdülmecit’in bundan sonra tahta geçen dört oğlundan ilki gelir: V.Murat. Abdülaziz’in 1867 Fransa ve İngiltere seyahatinde II. Abdülhamitle birlikte yanında götürdüğü Şehzade Murat, oralarda çok ilgi görür ve bu arada Masonluk teşkilatına girer. Tahta geçtikten sonra, amcasının durumu ve diğer gelişmeler, aklî dengesinin bozulmasına neden olur ve 93 günlük bir iktidardan sonra indirilir. Ne kadar kolay değil mi? İndirilmesinde II. Abdülhamit’in de rolü vardır. Zaten, 93 gün tahtta oturan V. Murat’a tahttan indirildiği bildirilirken, II. Abdülhamit de yan odadadır.Yenilikçilerin en baş adamlarından olan Mithat Paşa ile görüşür ve Yenilikçilerin bütün isteklerine onay vererek tahta geçer. Hemen, I. Meşrutiyet ilan edilir ve Kanun-u Esasî(Anayasa) kabul edilir, Meclis açılır. Ancak, kısa bir süre sonra her şey tersine döner ve Padişah geldiği dönemin tam tersi uygulamalara başlar. Devlet, çok ağır toprak kayıplarına uğramaya da başlar. II. Abdülhamit, Yıldız Sarayı’na taşınır,yüksek duvarlar yaptırarak oradan bir daha dışarıya çıkmaz. Amcası ve kardeşinin başına gelenler, O’nda çok ağır bir Vehim hastalığının(Cinnet-i Vahide) oluşmasına neden olur. Bu Vehim Hastalığı için sadece bir örnek: Abdülaziz’in oluşturduğu dünya çapındaki donanma, Boğaz’da çürümeye terk edilir. 33 yıllık iktidarına rağmen, devlette değişen bir şey olmaz ve 1909 yılında tahttan indirilir. Yerine diğer kardeşi Mehmet Reşat(V. Mehmet) geçer. Son derece silik bir şahsiyettir. 9 yıllık iktidarında varlığı yokluğu belli değildir. 1918’de vefat eder ve yerine diğer kardeşleri Mehmet Vahdettin (VI. Mehmet) geçer. O da, 2 Kasım 1922’de Ankara TBMM’nde Saltanat kaldırılınca, İngilizlere sığınarak ülkeden kaçar(17 Kasım 1922.)
Son On Padişah’ın Hayatlarının Son’u neyi gösteriyor?
(Bazı yanlışlarına rağmen) Osman Beylerin,Orhan Beylerin, I. Muratların, II. Muratların, Fatihlerin, Yavuzların, Kanunilerin, IV.Muratların, Aksungurların, Akçakocaların, Çandarlı Ailesi’nin ve diğerlerinin bıraktığı Devlet bu mudur?
OSMANLI DEVLETİMİZİ KİM YIKMIŞ?
Abdülaziz döneminde donanmamız büyük servetler harcayarak çok güçlü duruma getirilmişti. Hem de olağanüstü ekonomik zorluklara rağmen. Çünkü 1827 yılında Rus, İngiliz ve Fransız donanmaları birleşerek Yunanistan'a bağımsızlık verilmesi için Osmanlı Devletimize karşı birleşip Navarin'de bulunan donanmamızı yok ettiler. Bu donanmamızın içerisinde Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın donanması da vardı.
Abdülaziz döneminde askeri yetkililerin donanma ihtiyacımız konusunda yaptıkları ikna girişimleri sonucunda güçlü bir donanma yapmaya karar verildi ve bütün imkânsızlıklara rağmen bu iş gerçekleştirildi.
Şimdi "Osmanlıyı Sona Erdiren Savaş" adlı kitaptan alıntılar yaparak bu olağanüstü özverilerle yapılan donanmanın ne duruma geldiğini görelim.
..."2. Abdülhamit tahta çıktığı zaman 30 parçalık bu donanma Karadeniz'e hâkimdi. Adriyatik ve Ege denizlerine hâkimdi. Zırhlı nakliye gemilerinden mürekkep (oluşan) 28 parçalık büyük bir Osmanlı donanması 42 tabur askeri taşıyabilmişti. (Rusya'nın henüz sözü edilir bir donanması yoktu; daha sonraları kuvvetli tersane inşa ettiler, hâkim bir deniz gücü yarattılar; Baltık tersanelerinde ve Nikoloyef limanında torpidolar, zırhlılar inşa ettiler.)..."
..."1877-78 (93 Harbi) bittikten sonra ise donanma, esas birlikleri ile Haliç'e kapatıldı. Donanmada esaslı bir talim, manevra ya da bakıma müsaade edilmedi. Çünkü Abdülhamit donanmadan korkuyordu. Bu sebeple donanma Haliç'te tam manasıyla çürümeye terk ediliyordu."...
"Bahriye Nazırı (Denizcilik Bakanı) Hasan Rami Paşa'nın hatıratında yer alır. Nazır olduktan sonra saraya ya da özel vükela (Nazırlar) toplantılarına asla davet edilmediğini yazar. Abdülhamit'i tek bir defa, o da nazır tayin edildiği gün gördüğünü kaydeder. Su kesimlerine kadar midye bağlayan köhneleşmiş gemilerin güvertelerinde tavuk beslendiği yazılıdır. Bakanlığa tayin olduğum zaman bahriye (denizcilik) mensuplarını miskinlik illetine uğramış halde buldum. Tersane tesislerinin ise hiç biri işlemiyordu. Bahriyece mühim olan havuz kapıları da haraptı. Torpido istimbotlarının alt tarafları çürüyorlardı, bitiyorlardı. Bahriyeliler kahvede vakit geçirdiklerinden silah kullanmanın en basit kaidelerini bile bilmiyorlardı. Bahriye Nezaretini borca boğulmuş buldum. Ne para veriliyordu ne de itibar kalmıştı. Ayrılan bütçenin ancak üçte birinin verilmesi adet haline gelmişti. 'gemilerin hiç birisi yerinden kımıldamayacak' diye padişah iradesi geliyordu. "...
..."Paradan, maaştan vazgeçtim, erzak, tayinat (yiyecek) için bir şeyler verin diye saraya başvuruyordum, ama o da aksayıp duruyordu."...
..."Hasan Rami Paşanın filo komutanı olarak 1897 Osmanlı-Yunan harbinde, bu donanmanın harp edemeyeceği, harbe hazır olmadığı hakkındaki çırpınışlarına karşın, Çanakkale'ye sürgün edilir. Mürettebat gemilerin icabında atılan ikinci demirlerini bile alamayacak kadar azaltılmıştı. Yeni asker verilmiyordu. Nihayet gemiler çürüdü. İçlerinde asker barındıramayacak hale geldi. Subaylar bile kamaralara, şemsiyeleri açık olarak girer çıkar oldular. Çürüklük bir raddeye vardı ki, artık bu gemilerin kalafat edilmeleri bile imkânsız hale geldi. Tamirat için yazılan yazılar, hep hasıraltı ediliyordu. Çanakkale'de ise gemileri tamir için çekecek havuz yoktu.
19 Mart 1897 günü akşamı Mesudiye, Hamidiye, Aziziye, Osmaniye zırhlıları ile bir korvetten ve üç tane birinci sınıf torpidodan müteşekkil bir donanma kolunun Haliç'ten kımıldayıp Unkapanı Köprüsü'ne geçişi, 'muvaffakiyet ve selametle hareket' olarak padişaha bildirilir. Eminönü köprüsüne ulaşmadan amiral gemisi olan Mesudiye'nin 8 kazanından 3'ü patlar, patlamalar birbirini izler. Halbuki sahiller, balkonlar, damlar Osmanlı donanmasının Marmara'ya çıkışını seyretmek için yerli, yabancı insanlarla doludur. Sarayburnu bin müşkülatla dolaşılıp Yeşilköy hizalarında gemilerin durdurulmasına lüzum görüldü. Ama bu seferde fırtına çıktı. Gemilerde elektrikli işaret fenerleri ve projektörler dahi tamam değildi... Hamidiye zırhlısında biriken suyu çekmek için ise diğerlerinde de olduğu gibi pompa yoktur. 400 askerle teneke ve kovalarla bu suların boşaltılması günlerce sürer ve bu askerlerin hepsi hastalanır.
Çanakkale'den ise amiralliğin ve bütün gemi kaptanlarının padişaha verdikleri raporlar bu gemilerin harp kabiliyetlerinin olmadığı hakkındadır.
Orhaniye zırhlısı raporunda geminin harap olduğu, harp kabiliyeti olmadığı ve emir üzerine yapılan daha ilk top atış tecrübesinde, topların araba ve kızaklarının kırıldığı, topların muattal (işlemez) kaldığı anlatılır. Bu gemi ile harbe girmek, yani verilen vazifenin yerine getirilmesi devlete, millete ihanet etmek sayılacaktır. Kumandanlar, 1897 Rus harbinde emir aldıklarında, emir dinlememek için istifa ederler, gemiler kumandansız kalır (Belgelerle Türk Tarih Dergisi, 24. Nüshası 1969, Abdülhamit zamanında Türk donanması incelemesi, kaynaktır.)"
Alıntımı burada şimdilik noktalıyorum. Kalan kısımları da gerçekten insan okudukça kanı donuyor.
Osmanlı Devletimizi bu duruma getirenler sorgulanmayacak, Kuvayı Milliyeciler ve onun eşsiz lideri Mustafa Kemal ATATÜRK sorgulanacak öyle mi?
Hadi canım sende...
Yorumlar
Yorum Gönder