deneme 240




BALKONDA SEBZE YETİŞTİRMEK

Balkonunuzu tanıyın
Eğer balkonunuzda sebze yetiştirmek istiyorsanız, balkonunuzla ilgili bilmeniz gereken şeyler var: Hangi cephede, yeterli miktarda güneş alıyor mu, rüzgâr var mı gibi bilgileri bilmek, verimli sebze yetiştirmenize olanak sağlayacaktır.


Saksı seçimi
Her sebze için uygun büyüklükte ve derinlikte saksılar seçmek önemlidir. Köklerin sağlıklı ve serbestçe gelişmesi için yeterli alan sağlayan derin saksılar tercih edilmelidir. Örneğin; domates derin saksı severken maydanoz ve dereotu gibi bitkiler derin olmayan saksıları sever.

Ayrıca saksıların muhakkak drenaj deliği olmalı, fazla suyun dışarı atılması sağlanmalıdır. Saksı satın almak yerine evinizde bulunan kova ve su şişelerinden faydalanıp kendi saksınızı da yapabilirsiniz.

Sulama
Verimli balkon bahçeciliği için düzenli sulama çok önemlidir. Az sulama yapıldığında bitki gelişemez ve kurur. Çok sulama yapıldığında ise, bitki kökleri çürümeye başlar. Her bitkinin su isteği farklı olduğundan iyi bir gözlem sonucunda yeterli suyu verebilirsiniz. Sulamayı akşamüzeri ya da sabah erken saatte yapmak bitkinin sudan maksimum verim almasını sağlayacaktır.

Gübreleme
Sebzelerin büyüme ve gelişme aşamalarında farklı istekleri olur. Örneğin; kök gelişimi sırasında azot ve fosfora ihtiyaç duyarken, meyve gelişimi sırasında fosfor ve potasyuma ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaçları karşılamak için kurutulmuş hayvan gübresi ve evde kolayca yapabileceğiniz soğan suyu, muz suyu gibi gübreleri kullanabilirsiniz.

Zararlılarla Mücadele
Doğanın yapısı gereği birçok böcek, arı ve solucan bitkilerin etrafındadır. Bunlar zararlı değil, aksine toprağı işleyen, tozlanmayı sağlayan yararlı canlılardır. Ancak bazı böcekler bitkiye zarar vermektedir. 

DAMAT ŞERİF PAŞA'NIN KİTABINDAN 
ABDÜLHAMİT SERVETİ
       Abdülhamit'in serveti konusunda en önemli sır katibi Damat Şerif Paşa'dır, Sultan Abdülaazizi'in kızıyla evlidir. Paris’te yayımlanan hatıralarından öğreniyoruz ki, Abdülhamit’in Osmanlı Bankası’ndaki büyük servetinden başka, Deutsche Bank, Deutsche Orientbank, Swissbank, Kredi Lione gibi yabancı bankalarda kişisel serveti var. Darphane’de basılan Hamidi denen altınlardan “Hiç kullanılmamış olanlar” yüzerlik “sucuklar” halinde ve onarlık destelerle Deutsche Bank ve Deutshce Orient Bank’a teslim edilmiş. 
       Halk yiyecek ekmek peşindeyken, devlet borç batağında yüzerken "Ulu Hakan" denilen Büyük Hırsız sucuk sucuk altınları, binlik desteler halinde yabancı bankalara yatırmış. Yalnız Deutsche Bank’taki parası 1 080 000 altın. Yazıyla: Bir milyon seksen bin altın (Cemal Kutay, Tarih Sohbetleri 3, İstanbul, Kasım 1966).
       Abdülhamit'in tahttan indirildikten sonra, bu dudak uçuklatan serveti Enver ve Mahmut Şevket Paşa'nın emri ile kendisinden zorla alınan bir vekaletle Selanik'e getirildi ve ordunun modernizasyonunda kullanıldı. Çanakkale Savaşı Abdülhamit'in soygun altınları ile alınan silahlarla kazanılmıştır.
       Sahi Atatürk öldüğünde ülke dışında beş kuruş serveti çıktı mı?.."Bizim için Abdülhamit ne ise Atatürk de odur" diyenler bu servet işine niye bakmazlar?..
       Alper Aksoy



Adam Smith de meşhur Invisible Hand metaforunu ilk defa “History of Astronomy”başlıklı çalışmasında, paganların doğadaki düzensizlikleri ifade etmek için kullandıkları “Jüpiter’in Görünmez Eli” deyimini aktarırken kullanmış. Müthiş.

Altaylı'nın tutuklanması için tek bir neden yok. Ancak yargı bağımsızlığı öyle bir noktaya geldi ki, gazetecinin biri çıkıp devletin hakimlere vereceği talimatı rahatlıkla anlatabiliyor. 
Herkes de söylediğinin doğru olduğunu biliyor.

Kemalizm dönemi, günümüzdeki mafya-çete devletinden 100 kere daha güvenliydi. 
Şimdi vatan peşkeş çekilmiş, kimsenin cebinde 2 kuruş para kalmamış, adalet oyuncak olmuş, halk "acaba iç savaş ne zaman yaşanacak, ülkemiz ne zaman yıkılacak" diye bekliyor. 

Öyle özlüyorum ki eski Türkiye'yi.. 
2008-2009'lu kemalizmin son demlerinin olduğu Türkiye, özgürlükler, iç güvenlik şeffaflık, yargı bağımsızlığı gibi konularda, günümüzdeki Yeni Türkiye cehennemini 10 kere cebinden çıkarır. 

Bu cehenneme odun atanlardan biri olarak pişmanlık hissediyor musunuz?


Hatıralar iz bırakır gözyaşı gibi silemezsin

"Her tür spor ve hareket de insana kendi enerjilerini hissettirir. Düzenli yürüyüş nice ümitsizlikten kurtulmayı sağlayan bir etki yaratır, çünkü melankolik düşüncelere dalıp giderken bir yandan da duyusal olarak dünyanın olanca bereketinin tecrübesine varmaya imkân verir."

 Ambale Olmak Nedir?

Ambale olmak kelimesi genel olarak yorulmak ve iş yapamaz hale gelmek demektir.

Acemi Avukatlarda Görülen Durumlar

Acemi avukatlar uzun dilekçe yazar. Kaç yıllık avukat olduğu hiç önemli değil, 8-10 sayfalık dilekçe yazan avukat acemidir. Çünkü henüz Türkiye'deki yargı sisteminin nasıl işlediğini, hakimlerin dosyaları ne kadar okuduğunu öğrenememiştir. Eğer bir avukat gerçekten okunacağına inanarak 10-15 sayfa dilekçe yazıyorsa ya çok saftır ya da hakimlerin dosyaları nasıl ele aldığını bilmeyecek kadar tecrübesiz demektir. İddia ediyorum Türkiye'de hiçbir hakim, en idealist olanı dahi, oturup da satır satır 10 sayfalık dilekçeyi okumaz. Kısa dilekçe yazarsanız da okunacağının garantisi yok ama en azından okunma ihtimali artar. Bu yargı realitesi karşısında yazılacak dilekçeler eğer karmaşık bir konu yoksa 2-3 sayfayı geçmemelidir. Türkiye'de uzun dilekçe yazımı maalesef yaygın. Hatta avukatlık yapan bazı hukuk profesörlerinin bile 15 sayfalık dilekçeler yazdığını gördüm. Uzun dilekçe yazmak dilekçenin okunma ihtimalini düşürür. Ne kadar uzun yazarsanız dilekçenin okunma ihtimali o kadar azalır.

Uzun dilekçe yazmak ülkemizdeki yargı gerçeği bilmemek manasına gelmesi dışında ikinci bir sebeple daha acemi avukat işidir. Çünkü kısa ve öz dilekçe yazmak daha çok tecrübe ve zihinsel çaba gerektirir. Uzun dilekçe yazmak maharet değildir. Bir avukatın kelime ve cümleleri süzgeçten geçirip, gereksiz kelime ve cümle kullanmadan, tekrardan kaçınarak kısa ve öz dilekçe yazması daha çok zaman ve enerji gerektirir. Bunları yapmadan bir avukatın aklına geldiği gibi uzun bir dilekçe yazmasında bir beceri yoktur. Maharet meramını 100 kelimeyle değil 20 kelimeyle anlatabilmektir. Fransız filozof Blaise Pascal bir yakınına yazdığı uzun bir mektubu "daha kısa bir mektup yazacak vaktim yoktu" diye bitirmiştir. 

Acemi avukat uzun dilekçe yazdığı halde hukuki olayı, bunun yasal dayanaklarını ve taleplerini düzgün şekilde dilekçeye yansıtamaz. Şablon dilekçe olmadan dilekçe yazmakta zorlanır, dilekçede meselenin anlaşılmasını sağlayacak ön bilgileri yazmadan olay anlatımına ortadan başlar, talepleri bazen muğlaktır, cevap dilekçesi yazıyorsa dava dilekçesindeki bazı iddiaları cevapsız bırakır, ya tutarsa hesabı dayanaksız iddia ve taleplerde bulunur, duruşmada klişe cümleler kurar bazen ne diyeceğini bilemediğinden susup adeta hakimin onun yerine konuşmasını bekler. Acemi avukat, beyanları eksik veya yanlış zapta geçen hakime ses de çıkartamaz.

Meslek ayrımı olmaksızın hukukçu kalitemiz genel olarak düşük ve büyük bir liyakat problemimiz var. Sorun hukuk eğitimiyle başlıyor. Hukuk okulları arasında ciddi kalite farkları var. Birkaç hukuk fakültesi dışında pek çok hukuk fakültesinde yeterli profesör kadrosu dahi yok. Hukuk fakültelerinde uygulamaya dönük dersler neredeyse hiç yok. Öğrenciler duruşma dersi almadan dilekçe yazmayı öğrenmeden mezun oluyor. Hukuk fakültelerinde hukuki yazım dersi olmadığı için avukatlarımızın çoğu iyi dilekçe yazamıyor, hakimlerimizin çoğu ise gerekçeli karar yazmayı bilmiyor.

x.com/ilkeratamer/st…

x.com/ilkeratamer/st…

Yeterli içerikte ve kalitede olmayan hukuk eğitimi sonrası mezunlar hiç bir sınav ve elemeden geçmeden barolara kaydolup avukat oldu. Bunların bir kısmı da fiilen avukatlık yapmasa bile sırf 3 yıl önce baroya kaydoldu ve 3 yıl kıdemi var denerek ve yeterli mesleki eğitim verilmeden hakim savcı yapıldı. Avukatların en azından etik kuralları ve disiplin kurulları var ve yanlış yapan avukat disiplin hukuku anlamında da bedel ödüyor. Ama hakim savcıların etik kuralları da yok disiplin kurulları da yok. Üstelik hakim savcı şikayetleri konusunda işleyen etkin bir şikayet ve denetim mekanizması olmadığı için neredeyse hiçbir hakim savcı şikayet edilmekten korkmadığı gibi doğal olarak yanlış işler yapmaktan da çekinmiyor. Hakim savcı kaliteniz düşük, üstüne bir de yanlış yapanın bedel ödediği etkin bir denetim mekanizmanız yoksa o liyakatsiz atanan acemi hakim ve savcılar verdikleri yanlış kararlarla çok vatandaşın canını yakar.

bazıları için onlar “profesyonel sevgili”, bazıları içinse hayatın en karanlık yüzü… Fuhuş ve ahlak tartışıladursun, her ülke meseleye bakış açısını yasalarla ortaya koyuyor. Mesela Bulgaristan ve Hindistan’da konuya dair net bir yasal düzenleme yok. ABD, Çin ve Kuzey Kore ise fahişeliği yasaklıyor; fahişeleri, aracıları, yani Türkçe’deki nazik tabirle “muhabbet tellalları”nı ve müşterileri cezaya tabi tutuyor. Illinois Eyaleti’nde 25 bin dolar, Pennsylvania’da 5 yıl hapis cezası var. Kuzey Kore’de hayat kadınlarının, Çin’de kadın satıcılarının cezası idam! İstisnalar da yok değil. Yasakçı ülkeler arasında yer alan Tayland’da fahişeler önemli bir turizm girdisi yarattıklarından “yasadışı” genelevler aslında birer bacasız fabrika! Türkiye ise fahişeliği yasal bir meslek olarak tanıyan ve düzenleyen nadir ülkelerden.

Antik Dönemde Fahişelik

Antik Yunan ve Mısır'da kutsal bir görev olarak yapılan Fahişelik, toprak verimliliğini ve bereketi arttırmak inancıyla yapılmıştır. Yunan kültüründe sadece toprak değil para bakımından ordunun yapılanmasına katkı sağlamak için de yapıldığı bilinmektedir.

Kutsal bir eylem olarak tapınaklarda yapılan Fahişelik, meslek olmaktan ziyade onur verici bir görev olup saygın ailelerin kızları tarafınca yapılmıştır. Kazanılan paranın devlete gittiği bilinirken, geri dönme garantisiyle ülkeyi terketme izni fahişelere tanınan ayrıcalıklardan birisi olmuştur. Aynı zamanda tapınak fahişeliği geleneksel bir ritüel olurken, Libya'daki genç kızların çeyizlerini tamamlamak için fahişelik yaptığı bilinmektedir. Eskimolar'da, Hint ve Mısır kültürlerinde -hatta Kıbrıs'ta- konuklara hizmet olarak bedenin sunulduğu da bilinmektedir (Herodot'un tarih kaynakları). Bundan sonraki dönem ise daha kutsal olduğu görülürken Ortaçağ'da cadılar, engizisyon tarafından yakılmış fakat fahişeler kutsal görülmüştür. Yine de bu çok ileri bir tarih olup, Milattan Önce 5-6. yüzyıl dolaylarına dönmek gerekmektedir.
Bu dönemler kadının vücudundan para kazanması, bedenini ticari mal olarak sunması yaygınlaşınca hükümetlerin kural koyucuları genelev açmak zorunda kalmıştır. Fahişeler tabaka tabaka ayrılmaya başlamış ve buna bağlı olarak çalıştırıcıları olmuştur. Yunan'da köleler ve fakirler muhabbet tellalına bağlı çalışırken, bu işi isteğiyle yapan kadınlar kölelerle eşit tutulmuştur. Roma'da tabakalaşma sistemiyle işleyen fahişelik, Yunan sistemine benzemiş ve kölelerin çalıştırılmasıyla olmuştur. Fakat daha farklı olarak terkedilmiş çocuk fahişeliği ve kölelere ceza olarak fahişelik yaptırıldığı da bilinmektedir. Sümerler'de ise kutsal görev olarak kadın ve erkek fahişeliği yaygınken, sebebi daha farklıdır. Savaşlarda yaralanmış, cinsel organında işlevsel bozukluğu olanlar veya bu çeşit bir hastalığı olanlar aile kuramayacağından insanların amaçlarına hizmet etmişlerdir. Kısırlık da bu sebepler arasındayken, tabu olarak görülen cinsel eylemlerin gerçekleşmesi bu vesileyle gerçekleşmiştir.

Fahişe kelime anlamıyla 1400-1500'lü yıllarda kullanılmaya başlanmış olup Antik dönemde tabakalara göre değişen başka isimlerle adlandırılmıştır. İlk dönemlerde kutsal görülüp zamanla dışlanan fahişelik, kimi dönemler tecrit kimi dönemlerse idam cezasıyla yasaklanmıştır. Tarihte fahişelerle ilgili ilginç anekdotlar bulunurken, Ortaçağ'daki savaşlarda yer aldıkları bilinmektedir. Haçlı Seferleri'nde askerlere moral vermek amacıyla fahişelere maaş bağlandığı bilinirken, askerlerin cesareti vericileri olarak tarihe geçmişlerdir. Fahişelik tarihler boyunca kutsallıktan ticarete kadar evrilmiş ve zamanla fantezilerin ürünü olmuştur. Bundan dolayı ki 1900'lerin ikinci yarısında bu kelimeye yüklenen aşağılayıcı anlamlara tepki gösterilmiş ve "fahişe" yerine "seks işçisi" denmeye başlanmıştır.
Grosz'un Berlin'i: Fahişeler, Politikacılar, Rantçılar

1914’ün Ağustos ayı, sanat adına bir dönüm noktasıydı. Önümüzdeki yıl, bataklığa dönmüş siperlerle, gaz ve dikenli tellerden oluşan bir korku çemberi yaratmış yıkıcı bir deliliğin, yani I. Dünya Savaşı’nın da üzerinden tam bir asır geçmiş olacak ve yakında sık sık bahsi geçmeye başlayacak. Savaşın sanat üzerindeki etkilerine gelince, geleneksel anma törenlerinde buna pek değinileceğini sanmıyorum. Ancak Londra’da Old Bond Street Caddesi’ndeki Richard Nagy Galerisi’nde açılan George Grosz’un Berlin’i: Fahişeler, Politikacılar, Rantçılar adlı muhteşem sergi, bu dönemin sanat üzerinde son derece şiddetli ve bir o kadar da canlandırıcı bir etki yarattığını gözler önüne seriyor. Grosz’un sapına kadar gerçekçi eserlerinde, yaralı, sakat ve kötürüm askerler, fahişeler ve ensesi kalın kapitalistler ile ahlaksız, yaşlı generaller ve düşkün bohemler, hepsi de iç içedirler.

George Grosz, 1893’te Georg Ehrenfried Gross adıyla doğmuştu, fakat kısa bir süre görev aldığı I. Dünya Savaşı sırasında yükselişe geçen Alman milliyetçiliğine karşı bir protesto olarak adını İngilizleştirdi. Yakın dostu Helmut Herzfeld de aynı şekilde adını değiştirmiş ve John Heartfield yapmıştı. Savaşın korkunç yüzü her ikisini de Marksist birer devrimciye dönüştürmüştü. Grosz 1919’da Rosa Luxemburg ile Karl Liebknecht öncülüğünde başlatılan Spartaküs İsyanı’na katıldığı için tutuklandı.

20. yüzyılın en çok bilinen iki eserini karşılaştırdığımızda, I. Dünya Savaşı’nın sanat üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu çok daha rahat görebiliriz. Henri Matisse Dans adlı ünlü eserini, savaşın yıkımından yalnızca birkaç yıl önce, 1909-10 arasında resmetmişti. Bu eser, primitif stiline karşın uygarlıkla yoğrulmuş, heyecan verici, özgürleştirici ve tensel bir başyapıttır. Ve Duchamp’ın 1917’de bir galeride sergilediği pisuarla tam bir tezat içindedir. Adı Çeşme olan bu hazır-nesne, hor gördüğü yüce Batı sanatı geleneğinin üzerine resmen işer. Uygarlığı, umumi bir tuvalete indirger. Eserin ilk kez sergilenişi ile sözde uygar olarak bilinen ulusların, gençlerini I. Dünya Savaşı’nın ölüm tarlalarına göndermelerinin aynı zamana denk gelmesi asla bir tesadüf değildir.

Kendilerine özgü yöntemlere sahip olmakla birlikte Grosz da, Duchamp da dadaistti. Bu nihilist sanat akımı 1916’da Zürih’te ortaya çıkmıştı. Dada, savaş yorgunu Avrupa’nın uygarlık iddialarının tam ortasına tükürüyordu. En öfkeli ve en azılı kanadı ise Berlin dada olmuştu. Berlinli genç dadaistler, kanlı ve kötücül olduğuna inandıkları bir düzene kesip biçtikleri gazete kupürleri ve grotesk karikatürler eşliğinde öfkeyle saldırıyorlardı. Grosz’un da kolajları bir o kadar öfkeliydi. Üstelik Richard Nagy Galerisi’nde sergilenen eserlerinden anlaşılacağı gibi, desen konusunda çok büyük bir ustaydı. Grosz eşsiz yeteneği sayesinde dada öfkesini ve coşkusunu yalnızca kalemlerle ya da boyalarla hiç zorlanmadan ifade edebiliyordu. Yaptığı resimler I.Dünya Savaşı sırasında ve hemen sonrasında Berlin’in şaşırtıcı, komik, ürkünç bedenlerle ve yüzlerle dolup taşan dünyasını biraraya getiriyordu. Bu sergide yer verilen eserler de, 1918 yenilgisi sonrası çöken karamsarlıkla boğuşan ve bir devrimin kıyısında olan Berlin’in benzersiz bir portresini oluşturuyor. Muhteşem ve bir o kadar da trajik kaderli bu kentin hipnotize eden resimlerine, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağının bilinciyle bakıyorsunuz. Ne Almanya, ne dünya, ne de sanat için. [NÖ]


Jonathan Jones'un Guardian'daki 3 Ekim 2013 tarihli yazısının çevirisidir: askeri fahişe


ikinci dünya savaşında comfort girl olarak adlandırılmış, bir savaşta esir düşen kadınlardan, esir almış askerlerce kışlalarında fahişeliğe zorlananlarına verilen isim.

söz konusu fahişelik türünde esasen sistematik bir tecavüz söz konusudur. fahişeliği yapan gönüllü yapmaz, ölüm, özgürlük veya bir başka güç ile tehdit edilerek mecbur bırakılır. normal fahişelikte olduğu gibi karşılığında herhangi bir şey almaz. genellikle karın tokluğuna askerlerin ihtiyaçlarını giderirler.

kökeni her ne kadar ikinci dünya savaşındajaponların çinli kadınlara yaptıkları ile literatüre geçmiş olsa da aslında çok eski bir olgudur.iskender, orduları ile babil'e geldiğinde askerlerden sürekli her kafadan bir ses çıktığını fark edip rahatlamaları için kölelerden oluşan benzer bir birim kurdurmuş, sonraki seferlerinde de aynı birimi ordusuyla birlikte gittikleri yerlere taşımıştır.

günümüzde amerikan ordusu söz konusu geleneği yaşatmaktadır. kore savaşı, vietnam savaşı ve en son ırak'ta ebu garip hapisanesinde yaşanan örneği kamuoyuna haber olmuştur.

bu kadınlar savaşın en çirkin yüzünü tanıyan kimselerdir.Ancak pek çok meselede olduğu gibi burada da bir İskandinav modeli var. İsveç’te bu işi icra edenlere yasal bir kısıtlama getirilmezken müşterilere 1 yıla varan hapis cezası uygulanıyor.Gana’da ise aileden çocuğu 50 dolara satın alan insan tacirleri, çocukları 300 dolara kiraya veriyor ya da satıyor. Hindistan’da ise kaçırılan çocuklar seks işçisi olarak çalıştırılmak üzere 45 dolardan satılırken, Tayland’da dilenci olarak çalıştırılmak üzere aylık 25 dolardan satılan ya da kiralanan binçocuk olduğu tahmin ediliyor. Mozambik’te kadın ve kızların 2 ila bin dolardan satıldığı bilgisine yer verilen raporda, Hindistan’da ise 11 yaşındaki bir kızın 24 dolardan satıldığı belirtilirken, mandaların 350 dolardan satıldığı ifade ediliyor. Raporda Irak’ta bakire kızların Suriye ve Birleşik Arap Emirlikleri’ne 5 bin dolardan, bakire olmayanların ise 2 bin 500 dolardan satıldığı kaydediliyor. Öte yandan raporda İngiliz Parlamentosu üyelerine göre, çocukların insan tacirleri tarafından 25 bindolardan sokaklarda satıldığı bilgisine yer verilirken, çocuk yaşta evlendirilmek üzere satılan 12-13’lü yaşlarda çocukların ise 270 bin lira ödendiği belirtiliyor.İtalya'da 'fahişeler sendikası' düşük ücretle bu işi yaparak 'piyasayı düşürdükleri' gerekçesiyle ev kadınları ve öğrencilere savaş açtı!

O güzel insanlar at hırsızıydı
O güzel atlar ilk ayakta yattı



DURUM BUYDU!
III. Murat 1595’de öldü. Ayasofya Camisi avlusundaki türbede 54 kişi yatmaktadır. Bunlardan 20’si oğlu, 23’ü kızıdır. Türbede yatan oğulların yaşı küçüktür, hatta altı aylık olanları bile vardır ama hepsinin ölüm tarihi 1595’tir.
Peki 1595’de ne oldu?
Saraya kıran mı girdi?

Hayır, salgın da olmadı, kıran da. 
III. Murat öldükten sonra oğlu III. Mehmet tahta çıktı ve ilk işi de kardeşlerinin hepsini boğdurmak oldu. 
Babasının tabutu saraydan çıkarken gerisinden 39 tabut daha geliyordu.
III.Mehmet,19erkek kardeşini ve20 kız kardeşini öldürtmüştü!

Bununla yetinmemiş babasının gebe eşlerini öldürtmüş ve ergenlik çağındaki iki kardeşinden gebe kalmış yedi cariyeyi denize attırmıştı.
Genç şehzadelerden biri:
“Beni kestanelerimi yedikten sonra boğun” diye yalvarıyordu!
Evliya Çelebi, “Bir şehzadenin daha emzirilirken annesinin kucağından sökülüp alındığını boğulduğunda emdiği sütün burnundan geldiğini” yazar.
Saraydan tabutlar çıktığında Evliya Çelebi’nin naklettiğine göre “İstanbul halkının feryatlarını gökteki melekler duymuştu”.
III. Mehmet sadece bununla yetinmemiş 16 yaşındaki oğlunu da öldürtmüştür!
III. Mehmet öldüğünde, I. Ahmet tahta oturdu. III. Mehmet’in cenazesi Ayasofya’ya götürüldü. Cenaze namazı kılınacaktı. Ama genç padişah gelmemişti! “Taht sahibi olmak için 39 kardeşini ve bir oğlunu öldüren adam babam da olsa katildir.

Ben katil bir adamın cenazesini kılmam! Varın siz kılın!” diyerek daveti reddetti.

Tarih bilmeyenler iyi okusun, ozellikle Osmanli torunuyuz diye gecinen cakma torunlar...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye'de Yaşayan Zenciler

Müşür Nedir, Ne İşe Yarar?

Hükümetler Tarafından Gerçekleştirilen Tarihin En Büyük Altın Soygunları