deneme 110
80 Yıllık yalan! Stalin, Kars ve Ardahan'ı istedi mi?
Rusya’nın Ukrayna’daki NATO kuşatmasına başlattığı askeri harekat tartışılırken Türk-Rus dostluğu da ABD yanlıları tarafından hedef alınıyor. Türkiye ile Rusya’nın arasını açmak için “Stalin Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı istedi” iddiası ortaya atılıyor. Peki işin aslı ne?
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği lideri Josef Stalin’in Türkiye’den toprak talep ettiği iddiası yıllarca kimi Amerikancılar ve kimi tarih bilmeyenler tarafından Türk-Rus dostluğunu hedef almak için ortaya atılmıştır.
Peki Türk kamuoyunda Rusya düşmanlığını yeşertmeyi hedefleyen bu iddianın kaynağı ne? Stalin ya da Sovyet yöneticileri gerçekten de Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı istedi mi?
Vatan Partisi Genel Sekreteri Özgür Bursalı, Ulusal Kanal’da yayınlanan 16 Mart 2022 tarihli “Yalancının Mumu” programında konuya açıklık getirdi. Bursalı, bu iddialar için “1945 sonrası Türkiye’nin Atlantik’e bağlanma sürecinde Sovyet dostluğunu bozmak üzere ortaya atılan ve o süreci güçlendirmek için yapılan bir propaganda” dedi.
Bu iddialar ise bir büyükelçinin kişisel telgrafına ve Gürcistan’daki iki profesörün makalesine dayandırılıyor. Hatta bu iddiayı da Türkiye’de ilk defa gündeme İngiliz yayın organı BBC’nin muhabiri getiriyor. Böylelikle bu iddialar bir ezbere dönüştürülüyor.
Halbuki Stalin’in Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı istediğine dair hiçbir resmi evrak ya da nota yok.
Bugüne ulaşan tek resmi belge ise 30 Mayıs 1953 tarihli Sovyet notası. SSCB Dışişleri Bakanı Molotov’un Türk büyükelçisine verdiği notada şunlar söyleniyor:
“İyi komşuluk ilişkilerinin korunması ve barış ve güvenliğin güçlendirilmesi namına Ermenistan ve Gürcistan hükümetleri Türkiye’ye karşı toprak iddialarından sarfı nazar etmeyi mümkün telakki etmişlerdir. Boğazlar meselesinde Sovyet hükümeti bu mesele hakkında eski noktaı nazarını yeniden gözden geçirmiştir ve Sovyetler Birliği’nin boğazlar cihetindeki güvenliğini Sovyetler Birliği için olduğu gibi Türkiye kabule şayan şarlar altında temin etmeyi mümkün addetmektedir. Bu suretle, Sovyet hükümeti Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye karşı hiçbir toprak iddiasının olmadığını beyan eder.”
Türkiye ise bu notaya karşı şöyle bir 17 Temmuz 1953 tarihinde şöyle bir cevap verir:
“Türkiye Cumhuriyeti, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye karşı hiçbir toprak iddiasında bulunmadığını mübeyyin Sovyetler Birliği hükümetinin beyanatını memnuniyetle kayededer.”
Bu resmi belgelerin yanı sıra Molotov’un Kasım 1939’da TASS(Sovyet Haber Ajansı)’a yaptığı açıklama da Sovyetler Birliği’nin bu konudaki resmi görüşünü görmek bakımından önemlidir:
“Türkiye ile yapılan görüşmelerin içeriği konusunda yabancı ülkelerde birçok masallar yayınlanmıştır. Bu masalların bazısında, Sovyetler Birliği’nin Kars ve Ardahan bölgesinin kendisine geri istendiği zannedildiği yazılmıştır. Bunun yalan ve uydurma bir haber olduğunu söyleyeceğiz.”
Mehmet Perinçek’in ortaya çıkardığı ve Teori dergisinde yayınlanan tüm bu belgeler, Stalin’in Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı istediği iddiasının 80 yıllık bir yalan olduğunu gösteriyor.
1929-1930 KÜÇÜK AĞRI KRİZİ
Birinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası sistemde güçler dengesi sistemi hâkimdir. Bu sistem içerisinde İngiltere ve Fransa sistemin yönlendiricisi durumdadır. Almanya Versay Antlaşması nedeniyle zayıflatılmış, ABD izolasyonist bir dış politika izlemeyi tercih ederek iç işlerine ağırlık vermiş, Sovyetler Birliği ise uluslararası güç olmak için çaba sarf etmektedir. Uluslararası ortamda savaş sonrası statükonun korunacağına ilişkin iyimser bir hava vardır. Milletler Cemiyeti (MC) kurularak barış ve ortak güvenliğin sisteme hâkim olmasına çalışılmıştır. Genel olarak uluslararası sitemin yapısına bakıldığında klasik güç dengesine dayanmaktadır. Sistem düzeyi açısından baskın aktör İngiltere’dir.
16 Mayıs 1916’da imzalanan Skyes-Picot Antlaşması ile Ortadoğu İngiltere ve Fransa arasında bölüştürülmüştür. 1. Dünya Savaşı sonrası dönemde Irak, Ürdün, Filistin ve Körfez ülkeleri İngiltere’nin, Lübnan ve Suriye Fransa’nın etkisi altındadır. Bölgedeki İngiliz ve Fransız etkisi Türkiye Ortadoğu’da aktif bir dış politika izlemesini büyük ölçüde engellemiştir. Bu dönemde meydana gelen Kürt isyanları Türkiye’nin Ortadoğu ile olan politikalarını şekillendirici bir unsur olmuştur.
19. yüzyılda ortaya çıkan Kürt milliyetçilik hareketi Osmanlı Devleti’nin yıkılması ile yükselişe geçmiştir.Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında merkezi sisteme entegre olamayan Kürtler, ülke ve bölgedeki otorite boşluğundan yararlanarak devlete karşı isyan başlatmışlardır. 20. yüzyılda Türkiye sınır ve bölge güvenliğini korumak için İran, Irak ve Suriye ile güvenlik anlaşmaları ve protokolleri imzalamıştır. Küçük Ağrı İsyanı’ndan sonra gerilen İran-Türkiye ilişkileri iki ülke arasındaki sınır sorununun çözümlenmesinden sonra gelişme göstermiş; 1937’de Sadabad Paktı’nın imzalanması ile iki ülke bölgesel güvenlik konusundaki ortak tutum takınmışlardır.
Diğer yandan, dönemin siyasi karar alma sürecinin dayanmış olduğu hukuksal zemini 1924 Anayasası belirlemektedir. Bu anayasaya göre dış politikaya ilişkin kararlar yürütme erkini tarafından alınmaktadır. Yürütme erkini elinde bulunduranlar tek parti yöneticileri olmalarından ötürü, bu dönemde yürütmenin yasama üzerinde etkisi söz konusudur. Tek parti döneminde TBMM’nin dış politika konusundaki yetkileri savaş ilanı ve antlaşma yapma gibi yetkilerle sınırlıdır. Kurtuluş Savaşı sonrası Atatürk’ün orduyu iç ve dış politikadan uzak tutmak istemesi sonucu bu dönemde ordunun dış politika üzerindeki etkisi teknik meseleler ile sınırlı kalmıştır.
Dış politika kararlarını alınması ve uygulanması sürecinde siyasal karar alıcıların tercihlerini kolaylaştıracak bilgi ve deneyim ise kamu bürokrasisi içerisinde bulunmaktadır. Hariciye Vekaleti (Dışişleri Bakanlığı) dış politikanın diplomatik, siyasi ve kimi zaman hukuki kısmını şekillendirirken, Milli Müdafaa Vekaleti (Savunma Bakanlığı), Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti (Genelkurmay Başkanlığı) dış politikanın güvenlikle olan kısmını destekleyen bilgi ve seçenekleri üreterek Hükümetin dış politikasının oluşumunda yardımcı olurlar. Daha alt seviyede olmakla birlikte kimi zaman hükümetin dış politika kararlarını verirken ihtiyaç duyduğu bilgiyi istihbarat ile ilgilenen Milli Amele Hizmet Teşkilatı (Milli İstihbarat Teşkilatı) sağlayabilmektedir.[8]
1924 Anayasası’nda cumhurbaşkanının yetkileri yabancı devletlere atanacak Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi temsilcilerini tayin etmek ve yabancı devletlerin siyasi temsilcilerini kabul etmek ile sınırlıdır. Ancak, tek parti döneminde cumhurbaşkanının dış politikada merkezi rolü olduğu görülmektedir.[9] Bu dönemde ebedi şef olarak kabul edilen Mustafa Kemal Atatürk’ün hem iç hem dış politika karar alma mekanizmalarında büyük etkisi söz konusudur. Cumhuriyetin dış politika çizgisinin ana hatlarını Başbakan İsmet İnönü ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Atatürk’e danışarak belirlemektedir. Dar bir kadro tarafından alınan kararlar, CHP Meclis Grubu’nda onaylandıktan sonra TBMM’ye getirilerek meşruluk kazandırılmaktadır.
Küçük Ağrı krizinin yaşandığı dönemde Türkiye’nin içişlerine bakıldığında Lozan’dan kalan sorunlar çözülmeye çalışıldığı, siyasi, anayasal, ekonomik ve sosyal reformlar ile modernleşme sürecinin hız kazandığı görülmektedir. Sosyal hayatın laikleştirilmesi tarikatlar ve İslamcılar arasında huzursuzluk yaratmış ve Nakşibendi tarikatı üyeleri Kemalist rejime karşı 1925 Kürt isyanını teşvik etmişlerdir. Cumhurbaşkanı Atatürk’e muhalif bir kesim 1926 yılında suikast girişimi planlamış ancak başarılı olamamıştır.
1930’lara gelindiğine rejimin konsolidasyonun tam anlamıyla sağlanamadığı görülmektedir. Liberal ekonomi programını savunan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın geniş halk desteğini kazanması ve Menemen olayları toplumdaki artan gerilimin işaretleridir. Bu dönemde Cumhuriyet Halk Fırkası’nın devlet üzerindeki etkisinin artmasına ve halk ile entegrasyonuna dönük mekanizmalar oluşturulmuştur. 1931 yılında Serbest Cumhuriyet Fırkası Büyük Kongresi toplanmış ve Altı Ok adı altına devletin ideolojisinin ilkeleri (Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Milliyetçilik, Laiklik, Devletçilik ve Devrimcilik) belirlenmiştir. Halkevleri aracılığıyla bu ilkelerin topluma yayılması hedeflenmiştir.
1927 yılında yapılan nüfus sayımında Türkiye’nin nüfusu 13.648.987’dir. Toplam nüfusun %75,78’I köyde, %22,22’si şehirde yaşamaktadır. Bu dönemde Türk ekonomisindeki en önemli kesim tarım kesimidir. 1923-1926 yılları arası dönemde tarımda önemli ölçüde büyüme sağlanmıştır.[14] Dönemin iç koşulları açısından Ali Fethi Beyin parti kurma çabaları, Atatürk’e yapılan sukasta ilişkin tartışmalara da yer verilebilir. 1930 Küçük Ağrı Krizi bu tartışmaların ortasında çıkmıştır.
Şimdi de krize uyuşmazlık, çatışma, kriz öyküsü ve temel bilgiler açısından bakıldığında şöyle bir tabloyla karşılaşılmıştır.
1930 Küçük Ağrı krizine bakıldığında Ağrı isyanları ile kendini gösteren iç/sosyal çatışmadan dış politika krizine dönüşen bir süreç görülmektedir.1. Ağrı isyanı 16 Mayıs 1926 tarihinde İhsan Nuri ve Ermeni Zilan’ın önderliğinde başladı. İsyan Şeyh Sait isyanından kaçan Kürt liderler tarafından desteklendi. Kürt isyancılar Şeyh Sait isyanı sonrasında İran’ın Küçük Ağrı bölgesinde örgütlenerek tekrar Türkiye’de faaliyet göstermeye başlamışlardır. Küçük Ağrı’nın İran tarafındaki bölümü az engebeli olması dolayısıyla isyancılar dağın İran kontrolünde olan bölgesinde hayvan ve eşyaları ile birlikte barınma olanağı bulmuşlardır.1926 - 1930 dönemlerinde gerçekleşen Ağrı isyanlarına karşı yapılan askeri harekâtlar 1926, 1927 ve 1930 olmak üzere üç döneme ayrılmaktadır. 16 Mayıs-17 Haziran 1926 tarihleri arasında 1. Ağrı harekâtı, 13-20 Eylül 1927 tarihleri arasında 2. Ağrı harekatı, 7-14 Eylül 1930 tarihleri arasında 3. Ağrı harekatı gerçekleşmiştir.
İsyancı grupların Türkiye’ye yönelik eylemleri Türkiye-İran ilişkilerinde sınır güvenliği ve sınır düzenlemesi açısından bir kriz doğurmuştur.Ağrı isyanları esnasında isyancıların İran sınırından geçerek Türkiye’ye saldırmaları ve tekrar İran’a kaçmaları sonucu ikili ilişkilerde bu bir sınır güvenliği uyuşmazlığı yaratmıştır. Sınır hattı ile ilgili uyuşmazlığın kökenini Osmanlı dönemine kadar uzatmak mümkündür. [Osmanlı] Türkiye-İran sınırının ana hatları 1555 Amasya Anlaşması ile çizilmiş, 1939 Kasr-ı Şirin Antlaşması ile büyük bir kısmı belirlenmiştir.[17] 1913 Protokolü ile Küçük Ağrı İran’a bırakılmıştır. 1913 Protokolü’nün Osmanlı Meclisi’nde onaylanmaması üzerine Cumhuriyet döneminde Türk hükümeti protokolün revize edilmesini talep etmiş, ancak bu talep İran tarafından reddedilmiştir.[18]
1930 Ağrı isyanı sürecinde Kürt isyancıların İran’ın Küçük Ağrı bölgesine sığınmaları sonucu Türkiye sınır kontrolü yapması için İran’a baskıda bulunmuştur. Sınır güvenliği ile ilgili netice alınmaması sonucu Türk askerleri 7-14 Eylül tarihlerinde gerçekleştirilen 3. Ağrı harekâtı esnasında sıcak takiple İran topraklarına girmiştir. Türkiye’nin İran topraklarında operasyon yapacağını belirtmesi İran açısından krizin ilk uyaranı olarak değerlendirilmiştir. 7-14 Eylül 1930 tarihleri arasında Türkiye’nin isyancıları yakalamak amacıyla İran topraklarına girmesi krizi tetikleyen bir unsur olmuştur. İran, operasyon esnasında Türkiye ile işbirliği yaparak krizi yumuşatmıştır. Krizin yumuşama döneminde sınır hattı ile ilgili müzakerelerin başladığı ve devam ettiği gözlemlenmektedir. 23 Ocak 1932 tarihinde imzalanan sınır antlaşması ile iki ülke arasında kriz yaratan durum ortadan kalkmıştır.
Uyuşmazlık: Uyuşmazlık Ağrı isyanları sürecinde Türkiye ve İran’ın sınır güvenliği ve sınır düzenlemesi konusunda farklı tutum ve beklentilere sahip olmalarıyla şekillenmiştir. Ağrı isyanları sırasında İran hükümetinin sınırı yeterince kontrol edememesi sonucu isyancılar kolayca İran’a kaçmış, bu da askeri operasyonlardan kesin sonuç alınmasını zorlaştıran bir faktör olmuştur.[19] İsyancıların sınır geçişlerinin engellenmesi amacıyla Türkiye’nin sınır karakollarını sınıra daha yakın yerlere taşıması ise iki ülke arasındaki ilişkileri germiştir.[20] Mart 1927’de bir İran askerî ataşesinin açıklamaları Türkiye ve İran’ın farklı yaklaşımlarını ortaya koyar.
“…mesele şu ki, Kürtlere karşı operasyonlarda bizim de sınırın öteki tarafından kendileriyle işbirliği yapmamızı istemektedirler. Bu yolla İran Kürtlerinin Türkiye Kürtlerine yardım sağlamalarını engelleyeceklerini düşünmektedirler. Bizim Kürtler bize bir sıkıntı vermedikleri ve biz de bir mesele aramadığımız için bunu yapmaya hazır değiliz. Bundan dolayı bize kızgındırlar ve bizi isyankâr Türkiye Kürtlerine yardım etmekle suçlamaktadırlar”.[21]
13-20 Eylül 1927 tarihlerinde Türkiye’nin bölgedeki isyancılara karşı gerçekleştirdiği askeri harekâttan sonuç almak mümkün olmamış ve Ekim ayının başında İran sınırından geçen Kürt aşiret üyeleri Doğu Beyazıt’ta Türk subay ve erlerini İran’a kaçırmıştır. Bunun üzerine, Türkiye İran’a nota vererek kaçırılan Türk askerlerinin Türkiye’ye iade edilmesini ve Türkiye’den İran’a kaçan Kürtlerin kabul edilmemesini, aksi halde diplomatik ilişkilerin kesileceğini belirtir. Bunun üzerine, İran Dışişleri Bakanlığı, isyancıların Türkiye’ye saldırması konusunda İran’ın sorumlu olmadığının altını çizmiştir. İran, Türk askerlerini Türkiye’ye iade etmiş ancak sınırların daha sıkı kontrolü noktasında politika değişikliğine gitmemiştir. Bunun üzerine, Türkiye İran büyükelçisini geri çekmiştir.[22]
Türkiye’nin sert tutumu karşısında İran ilişkileri yumuşatmak için Rıza Şah İran’ın Milletler Cemiyeti temsilcisi olan Furungi Han’ın Türkiye’ye gitmesini kararlaştırmıştır.[23] Türk yetkililer İran’ın sınır kontrollerini sıkılaştırması gerektiğini belirtmiş, bunun üzerine Furungi Han bunun İran açısından kolay olmadığını belirtmiş, aynı zamanda İran’ın Kürt politikasına ters düştüğünün altını çizmiştir.[24] Türk yetkililer 1913 Protokolü’nün Osmanlı’nın çökmekte olduğu bir dönemde İngiltere ve Rusya’nın baskısı ile kabul edildiğini,[25] Protokolün Osmanlı Meclisi tarafından onaylanmadığını ve Protokolde belirtilen sınır tespit komisyonunun faaliyet göstermediğini vurgulamışlardır.[26] Bunun üzerine Furungi Han İran’ın Türkiye’nin isyancılara karşı yaptığı harekâtlarda İran sınırını geçmesinden ötürü İran’ın rahatsızlık duyduğunu belirtmiştir.[27] Furungi Han’ın açıklamaları ikili ilişkilerde uyuşmazlığın sınır düzenlemesi ile birlikte sınır güvenliğini de kapsadığını göstermektedir.
Görüşmeler sonucu somut adımlar atılmasa da güvenlik ve işbirliği konusunda taraflar uzlaşmacı bir tavır izlemişlerdir. Bu görüşmeler sonucunda Türkiye ile İran heyetleri arasında 15 Haziran 1928’de Tahran’da 1926 Antlaşmasına ek protokol imzalandı. Ek Protokolün 1. Maddesi “Bağıtlı taraflardan biri (…) bir veya birkaç devletin düşmanca bir eylemiyle karşılaşırsa, öteki taraf duruma çare bulmak için elinden gelen çabayı gösterecektir. Eğer bu çabaya karşın savaş bir oldubitti olursa, bağıtlı taraflar (…) durumu aralarında (…) yeniden incelemeyi yükümlenirler”.[28] Anlaşma ile ilgili Başbakan İnönü şu şekilde bir açıklama yapmıştır:
“Komşumuz İran’la imzaladığımız protokol her iki memleket münasebetlerinde esasen hüküm süren dostluğun ve iki komşu arasında iktisadî inkişaf ve işbirliği arzularının samimiyetine delildir. İki memleketin temasları ve ulaştırma vasıtaları arttıkça iyi geçinme ve birbirine emniyet etme esaslarının her iki taraf için hayırlı semereleri daha iyi toplanacaktır”.[29]
İkili ilişkilerde meydana gelen iyileşme sınır konularında işbirliği zeminini hazırlamıştır. 1929’da iki ülkeden uzmanların katıldığı karma sınır komisyonu kurulmuştur. Bu çerçevede komisyona isyancıların sınırı geçmesini önleme ve Bulakbaşı, Kotur ve Siro-Sarteks bölgelerine gidip sınırın yeniden düzenlendirilmesi için inceleme yapma görevleri verilmiştir. Komisyon faaliyetleri çerçevesinde Türk ve İran sınır görevlilerinin yılda iki kez toplanması kararlaştırılmıştır.Ancak, komisyon 20 Haziran-12 Temmuz 1930’da çıkan Ağrı isyanı sebebiyle dağılmak zorunda kalır.[30] Komisyonun dağılması sonucu sınır düzenlemesi ve sınır kontrolü konularında işbirliği sekteye uğramış, bu konulardaki uyuşmazlık hali ise devam etmiştir.
Çatışma: Bu konulardaki uyuşmazlığın zaman içinde çatışmaya dönüştüğünü görmekteyiz. Bundan sonraki süreçte gelişmeler şu şekilde cereyan etmiştir.20 Haziran-12 Temmuz 1930’da çıkan Zilan Ayaklanması uyuşmazlığın çatışmaya dönüşmesinin zeminini hazırlamıştır. İran’ın sınırında yeterli önlem almaması sonucu isyancılar Türkiye-İran sınırında rahatça faaliyet göstermiştir.[31] Bu dönemde iki ülke arasındaki sözsel görüş ayrılıkları, yerini eylemsel meydan okumalara bırakmıştır. İsyan’dan kısa bir süre sonra, Türk basınında İran’ın isyancılara silah ve erzak yardımı yapıldığına ilişkin haber yapılmaya başlanmış[32] ve Türkiye notalar aracılığı ile İran’a baskısını arttırmıştır. Diğer bir ifade ile, Türkiye basın aracılığı ve diplomatik yollar ile İran’a baskıyı arttırmış, sorunu eylemsel boyuta taşımıştır. Ancak çatışma döneminde de iki ülke arasında işbirliğine yönelik girişimler de gözlemlenmektedir.
5 Temmuz 1930 tarihinde Akşam gazetesinde yayınlanan bir haberde Türkiye’nin sınır güvenliği ile ilgili İran’ın büyük sorumluğu olduğu, İran hükümetinin isyancılara erzak ve silah yardımı yaptığı belirtilmiştir.[33] Türkiye konu ile ilgili İran’ı nota ile uyarmıştır.[34] Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Bey “…Eşkiyanın tamamile tenkili için her tedbir alınmıştır. Tenkil haberini anbean bekleyebilirsiniz…”[35] açıklamasını yaparak bu konuda Türkiye’nin kararlılığını ifade etmiştir. Diğer yandan İran’a verilen nota ile ilgili olarak 8 Temmuz tarihinde İran Maslahatgüzarı Mehmet Sait Han ise aşağıdaki şekilde konuşmuştur:
“…Bu mesele ile ilgili henüz hükümetimden hiçbir cevap almadım. … Bu iş hakkında Tahranda hariciye nazırımız ile Türkiye sefiri Memduh Şevket bey arasında müzakerat cereyan etmektedir. İran hükümeti Türkiye sefiri ile birlikte vaziyeti tetkik etmektedirler. Biz Türkiye’nin dahili asayişini ihlal edecek bu kabil hareketleri müdafaa ve teşvik değil tevbih ederiz. Tahran’da asilerin İran’dan geldikleri hakkındaki malumat tetkik edilmektedir. Ancak tetkikat nedicesinde hüküm vermek kabil olabilecektir. Yalnız şunu söyliyeyim ki ben şahsen Türkiye aleyhine bir hareketin İran’da yer bulacağına kat’iyen ihtimal vermem. Bizim iyi komşuluk münasebatımız hiçbir şeye benzemez”.[36]
İran Maslahatgüzarı Mehmet Sait Han’ın bu açıklamalarına rağmen Türkiye’de Temmuz ayı boyunca İran’ın isyancılara yardım yaptığına dair haberler çıkmaya devam etmektedir. İran hükümeti ise 22 Temmuz 1930 tarihinde Türkiye’ye verdiği notada İran topraklarında Türkiye aleyhinde hareketlere izin verilmeyeceği ve bununla ilgili güvenlik önlemleri alınacağını belirtilmiş, ancak sınır kontrolünün kolay olmadığının da altını çizmiştir.
Türkiye’nin 27 Temmuz 1930 tarihinde İran’a gönderdiği ikinci notada iki ülke arasındaki sınır güvenliği ile ilgili sorunun çözümü ile ilgili iki talep sunulmuştur. İlk talep, isyancıların barındığı Küçük Ağrı Dağı’nın tamamen Türkiye’ye bırakılması ve bunun karşılığında Türkiye’nin başka bir toprağının İran’a verilmesidir. İkinci talep ise Türkiye’ye İran topraklarına geçen isyancılara karşı sıcak takip hakkı tanınmasıdır. İran Türkiye’nin taleplerini kabul etmeyerek görüş ayrılığı ve çatışmayı devam ettirmiş ancak isyancılara karşı kendi topraklarında önlem almaya başlayarak kısmen uzlaşmacı bir tavır takınmıştır.
Yorumlar
Yorum Gönder