deneme 116


Said Nursi'nin "55 senelik gaye-i hayalim" dediği Medresetüzzehra 

20. asırdaki seküler kadro bu mekteplerde yetişti
Seminerin ikinci bölümünde Osmanlı’nın son dönemindeki medrese ve mektep ikiliğine dikkat çeken Yüksel, Medreselerin yanına II. Abdülhamid tarafından açılan yeni mekteplerde kısmî din dersleri olmakla birlikte pozitivist bir eğitimin hâkim olduğunu ve ilerleyen süreçte 20. asırdaki seküler kadronun bu mekteplerde yetiştiğini ifade etti. Bu ikilik içerisinde sadece İslamî eğitim alanların taassup sahibi, sadece fen ilimleri okuyanların şüpheciliğe sürüklendiğini aktaran Yüksel, bu ikiliğin yaşandığı ortamda ulum-u İslamiye ile fünun-u lazımenin mezcedildiği yeni bir epistemoloji ile hakikate ulaşılabileceğinin altını çizdi. 

YÖK’e bağlı bir üniversiteye Medresetüzzehra ismini vermekle…
Yüksel, Said Nursi’nin Emirdağ Lahikası’nda cismen de bu medresenin hayata geçmesi gerektiğini aktardıktan sonra sözlerine şöyle devam etti:

“Zaman içerisinde Said Nursi’nin 55 senelik gaye-i hayalim dediği Medresetüzzehra bir kısım Nur talebelerinde Risale-i Nur merkezli Medrese-i Nuriye’ler ile manevî olarak tahakkuk ettiği düşüncesi hâkim oldu. Bununla birlikte cismen de hayata geçirilecek olan medrese sadece bir bina ve isimden ibaret anlaşılmaması gerekmektedir. Mevcut üniversite sistemi içerisinde YÖK’e bağlı bir üniversiteye Medresetüzzehra ismini vermekle Bediüzzaman’ın hayalini tahakkuk etmiş sayamayız. Bediüzzaman’ın hayali yeni bir epistemoloji ile pozitivist saldırılara cevap vererek İslam aleminin ilmî, siyasî ve içtimaî olarak terakki etmesini hedeflemektedir. Onun için bu medrese yeni bir müfredat ve yeni bir bakış açısını ifade eder. Yine kurulmasını teklif ettiği bölge itibarıyla etnik ve mezhepsel çatışmalara çözüm üretecek ve alem-i İslam’ın kesişim noktası olması itibarıyla ihtilaf yerine ittifaka vesile olacaktır. Günümüzde yaşadığımız birçok siyasî, içtimaî, etnik ve mezhepsel meselelerimize çözüm üretecektir.”

Medresetüzzehra Projesi Ön Taslağı
1. Van Edremit’te Bediüzzaman’ın temelini attığı, Medresetüzzehra’nın, Emirdağ Lahikası’ndaki kendi ifadesiyle “cismanî” olarak bina ve ihyâ edilmesi.

2. Merkez teşkil edecek olan Van Edremit’teki Medresetüzzehra ile bölgedeki (5+5 olarak) pilot 10 medresenin tespiti ve seçilmesi. İlk kademede Tillo, Norşin, Ohin, Diyarbakır-Seyrantepe ve Kızıltepe’deki medreseler pilot uygulama için seçilebilir.

3. Medreselerin bina ve fizik konumlarının sağlıklı eğitime elverişli hale getirilmesi ve bu anlamda eksikliklerinin giderilmesi.

4. Kütüphanelerinin olabildiğince zenginleştirilmesi, sıra kitapları (Kitébin Rézi) dışında da kütüphanelerinin olabildiğince çeşitlendirilmesi.

5. Müfredâtın geliştirilmesi: Avâmil-i Cürcânî’den, Taftazâni’nin Şerhu’l-Akâid’i ve Cem’u’l-Cevâmi’e uzanan sıra kitapları ile sınırlı müfredatın, âlet ilimlerine ilişkin okunan metinlerin çeşitlerinin artırılması, sayılarının çoğaltılması, tekrar niteliğindeki bazı metinlerin tedrisattan kaldırılması ilk aşamalarda tecvid ve kıraat; ileriki aşamalarda tefsir, fıkıh, tehzibu’l-ahlak, irfan, tasavvuf, kelâm, hadis ilimleri ile ilgili usul başta olmak üzere metinlerin eklenmesi. 



6. Zaman içerisinde, şubeleşme sağlanarak ileriki aşamalarda (Ed-Dirâsetu’l-Ulyâ), tefsir, usûluddin, fıkıh, kelâm, hadis, mezhepler tarihi, tasavvuf gibi şube ve bölümlere ayırılması.

7. Medrese talebelerinin, adab, adâb-ı muâşeret, güzel ahlak, nefis tezkiyesi, görgü vb. konulardaki eğitimlerine katkıda bulunmak üzere, güzel ahlakla ilgili, tasavvuf ve islâm irfanı ile alakalı bazı eserlerin ders kitabı olarak okutulması. Bu meyânda, İmam Gazzali’nin Kimya-yı Saadet, El-Munkız Mine’d-Dalâl, İlcâmu’l-Avâm gibi eserleri, İmam Nevevî’nin Riyâzu’s-Sâlihîn’i; Risâle-i Kuşeyriyye, Kelâbâzî’nin Taarruf’u, Mevlâna Hâlid’in Mektûbât’ı, İmâm-ı Rabbânî’nin Mektubât’ından seçmeler, Bediüzzaman’ın İşarâtü’l-İ’câz ve Mesnevi-i Nuriye ile birlikte belli başlı risâlelerinin (Sözler, Asa-yı Musa, Tabiat Risalesi, İhlas ve Uhuvvet risaleleri, Hutbe-i Şamiye ve Münazarat başta olmak üzere), Kınalızâde Ali Çelebî’nin Ahlâk-ı Alâisi gibi eserlerin ders olarak okutulması.

8. Arapça’da sarf-nahiv olabildiğince güçlü olmasına karşın, bu medreselerde dil pratiği ve mükâleme yok denecek durumdadır. Bu anlamda, Arapça mükâleme derslerinin eklenmesi veya yetenekli öğrencilerden başlayarak Kahire ve Şam gibi Arap başkentlerinde pratiklerini artırmaya yönelik bulunmalarının sağlanması.

9. Arapça’nın yanısıra, ana dil olan Kürtçe’nin geliştirilmesi için başlangıçta okunan bazı Kürtçe dinî ve tasavvufî mensur/manzum eserlerin sayılarının artırılması. Ziyaeddin El-Hâlidi’nin El-Hediyetu’l-Hamîdiyye ve Seyyid Şeyh Şefik El-Arvâsî’nin Mukaddimetul’-İrfan ve Harputlu Müderris Ömer Avni Efendi’nin Kavâid-i Lisân-ı Kürdî gibi eserlerinin okunmasının sağlanması. Sorani-Hewramani lehçelerinin de seçmeli ders olarak öğretilmesi. Bu şekilde bir gelişme, anadilde Kürtçe eğitim sorununun da önemli ölçüde aşılmasını sağlayacaktır.



10. Gerek Osmanlı Türkçesi, gerekse günümüz Türkçesi ile ilgili olarak, kapsamlı bir Osmanlıca ve Türkçe dilbilgisi kitabının ve yine bazı Türkçe mensur/manzum edebî eserlerin okutulması. Bu, ülkemizin birlik ve bütünlüğüne hizmet edecek hayati önemde bir maddedir.

11. Bu medreselerde Farsça’ya hemen hemen hiç okunmamakta, ya da en fazla Sadi-i Şirâzî’nin Gülistan’ı okutulmaktadır. Burada da, Farsça bazı gramer kitapları, Muallim Feyzî’nin Lisân-ı Farsî ve Habib Efendi’nin Rehnümâ-yı Farsî gibi önemli gramer kitapları ve Mevlâna’nın Mesnevî’sinden, Hâfız Divânı’ndan bazı seçmeler, Molla Cami ve Mevlâna Hâlid Divânları okutulabilir.

12. Yetenekli talebelerden başlayarak modern dünyayı ve batıyı tanımalarına imkan verecek şekilde olabildiğince çok iyi derecede İngilizce öğretilmesi ve İngilizce derslerin konulması. Bu anlamda İngilizceyi çok iyi derecede öğretecek ecnebi/yabancı hocaların istihdamına imkan sağlanması.

13. Tekamül aşamalarında, bir kısım medrese mezunlarının felsefe, sosyoloji, mukayeseli hukuk, mukayeseli tarih, yerel tarih, sanat tarihi gibi sosyal bilimlere de yönlendirilmeleri.

14. Tüm bu aşamalarda, medreselerin geçmişle/gelenekle bağlarının koparılmaması, bu anlamda moderrnleştirilmemeleri; bölgedeki geleneksel Sünni/Şâfii-Eş’arî ve Nakşibendi/Kâdirî yapısına dokunulmaması, bu yapının modernleşmeci/reformcu ve radikal/selefî akımlarla bozulmaması.

15. Kürt medreselerinin zamanla son dönemlere kadar hafızlık ve kıraat ilimlerinin önde olduğu medreselerle tanınmış olan Trabzon’un Of ve Çaykara, Rize’nin Güneysu ilçeleri pilot alınarak Doğu Karadeniz bölgelerine de kaydırılmaları. Böyle bir durum, bölgeler arası kaynaşmaya, ülke birlik ve bütünlüğünün pekişmesine hizmet edecektir.

16. Bu medreselerde din eğitiminin sağlanması, din âlimi/din görevlisi yetiştirme amacına matuf olmak üzere yasal statü tanınmalarına yönelik yasal düzenlemelerin yapılması. Bu çerçevede bu medreselerdeki icâzetnâmelerin/diplomaların geçerli hale getirilerek, din görevlisi (imam, vâiz, müftü vs.) olma imkanlarının da yasal anlamda açılması.

17. Bu medreselerden yetişenlerin, imam-hatip liselerinde meslek dersleri öğretmenleri olmalarına yasal zemin ve imkan sağlanması. Bu şekilde meslek dersleri bağlamında imam-hatip liselerine katkıda bulunmaları söz konusu olacak. Bu liselerin kalitelerinin artmasına da hizmet edecektir. Kürt medreselerinden yetişen bir kısım mollalların/seydaların İslamî ilimler ve ilâhiyat fakültelerinde de akademik unvan aranmaksızın (sarf-nahiv ve fıkıh başta olmak üzere) ders vermelerinin sağlanması.

18. Öncelikle, bu medreselerin varlığını sürdürebilmeleri, medreseler arası koordinasyon ve destek sağlanması amacına matuf vakıf veya cemiyetlerin teşkil edilerek bir araya gelmeleri ve güçlenmelerini sağlamak.

17. yüzyıl matematiğin çağıydı, 18. yüzyıl doğa bilimlerinin, 19. yüzyıl ise biyolojinin çağıydı. bizimkisi, yani 20. yüzyıl ise korkunun çağıdır. şimdi bana yanıt olarak korkunun bir bilim olmadığı söylenecek. ama bilimin bununla yine de bir ilintisi var; çünkü bilimin son kuramsal ilerlemeleri onu kendi kendisini yadsımaya sürükledi, uygulamada eriştiği yetkinlik düzeyleri ise bütün dünyayı yıkıma götürme tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı. ayrıca korku, tek başına ele alındığında, her ne kadar bir bilim sayılamaz ise de, onun bir teknik olduğundan kuşku duyulamaz. çünkü yaşadığımız dünyada en çarpıcı nokta, insanların çok büyük bölümünün bir geleceklerinin bulunmayışıdır. oysa geleceğe, olgunlaşmaya ve ilerlemeye yönelik bir umut olmadan anlamlı bir yaşamdan söz edilemez. bir duvarın önünde yaşamak, köpekler gibi yaşamaktan farksızdır.

ZEYTİN AĞACI İLE İLGİLİ 7 GERÇEK

Sofraların baş tacı zeytin ve sağlık kaynağı zeytinyağını bize sunan kutsal zeytin ağacı ile ilgili bazı gerçekler…

Zeytin her dinde kutsal
Zeytin ağacının tarihi en az insanlık tarihi kadar eski. Nuh Peygamber’in kasırga sonrası dünyanın düzene girip girmediğini anlamak için gönderdiği beyaz güvercin, ağzında zeytin dalı ile geri döner. O zamandan beri zeytin, barışın, huzurun ve düzenin simgesi olarak kabul edilir.

 

Kuran’da mübarek olarak geçiyor
 Kuran-ı Kerim’de 6 ayette ve çok sayıda hadiste zeytinden övgü ile bahsediliyor. Nur suresi 35. Ayette, “doğuya ya da batıya ait olmayan mübarek zeytin ağacının yağı ateşe değmeden bile ışık verir” ifadeleri ile zeytin ağacının kutlu, bereketli olduğu tasvir ediliyor.

 

Yetiştirilen ilk ağaç türü
6000 yıldır Akdeniz havzasında görülen zeytin bilinen en eski ağaç türlerinden biridir. Yazının bulunmasından önce yetiştirilen zeytinin, ana vatanı Güneydoğu Anadolu, Suriye ve Filistin bölgesi olarak biliniyor. Buradan Girit ve antik Yunan’a yayılıyor, oradan da tüm Akdeniz havzasına…

 

Tıp sembolündeki dal
 Tıp biliminin sembolündeki çift yılanlı asanın ne olduğunu hiç düşündünüz mü? Burada yer alan sopa, zeytin dalıdır. Rivayete göre Tanrı, Hermes’in barıştırıcı gücünü ölçebilmek için asasını iki yılan arasına koyar. Yılanlar kavgayı bırakarak birden asaya sarılır ve ayrılmazlar. O günden beri Hermes’in tıp biliminin sembolü bu görüntü olur.

 

Ölümsüz ağaç
Ünlü İlyada Destanı’nda Homeros, bir zeytin ağacına yaşlanır. Zeytin ağacı ise kendisine “Ben herkese aidim ve kimseye ait değilim, sen gelmeden önce de buradaydım, sen gittikten sonra da burada olacağım” der. Bu hikaye üzerine zeytin ağacının ölümsüz olduğu ve köklerinin ölümsüzlüğü simgelediği düşünülür.

Aslına bakarsanız, bir zeytin ağacı bin yıla kadar yaşayabilir. Bazı araştırmalarda 2 bin yıllık zeytin ağaçları da bulunmuştur. Zeytin ağacının bu kadar uzun ömürlü olmasının nedenlerinden biri de yapraklarındaki oleuropein maddesi. Bu madde zeytin ve zeytin ağacının korunmasına yardımcı olur.

 

Her daim yeşil
Zeytin ağacını hiç yaz ya da kış aylarında gözlemlediniz mi? Yakından dikkat ettiyseniz zeytin ağaçları yaz ve kış aylarında sürekli yeşil yaprakları var. Yaprakları genelde dökülmez, dökülenlerin yerine yeni çıkan yapraklar da yeşil olur.

 

Bir yıl var bir yıl yok
Zeytin ağaçları her yıl aynı oranda zeytin vermez. Zeytin ağaçların bu kadar uzun ömürlü olmasının sırrı belki de; bir yıl çok mahsul verirken, ertesi yıl hiç mahsul vermemesidir çünkü ağaç dinlenir, kendini yeniler. Bu duruma periyodisite adı verilir, halk arasında ise “var yılı ve yok yılı” olarak söylenir.

"Türk halkı Ebu Cehilin gerçek adı Hişam da dahil bütün Arap isimlerini çocuklarına verdiler ama biz İslam'a en çok hizmet etmiş Sultan Alparslan'ın ismini 1000 senedir bir Arap çocuğuna verdiremedik."
Zeki Velidi Togan 

İttihat ve Terakki iptiladır, müptelaya selam olsun! 

“Türkçe’nin en sevdiğim özelliği ünvanların isimden önce değil sonra gelmesi. King Arthur derken önce kral olduğu, Mete Han derken önce Mete olduğunu vurgulanır. Türk töresinde insanın kişiliği her zaman makamından önce gelir.”
tam tersi bir durum söz konusu. ural-altay dilerinin tamamında sıfatlar isimlerden önce gelir. burada sıfatlar isme bağlanmış. yani mete'nin unvanı gibi değil direkt ismi gibi düşünülmüş. o nedenle mete han, bilge kağan olmuş. mesela sultanda bu durum olmamış. sultan alparslan..
Aynen. Zaten önce isim gelen dilleri konuşanlar insana önem vermez önce unvan gelen dilleri konuşanlar insana çok önem verir.😁😁😁 Ne kadar saçma çıkarımlar hayret ediyorum.


Türkçenin bircikliği eril-dişil-hayvan-nesne farkı gözetmemesidir. Mesela “O” derlen bu:
Erkek
Kadın
Kız
oğlan
Hayvan
Ağaç
Taş
Sandalye 
Olabilir. Dünyadaki tüm dillerde ise dişil-eril-hayvan-nesne ayrımcılığı vardır ve bu Fransızca gibi dillerde iğrenç olacak kadar çirkinleşir…

Yanlış biliyorsunuz tüm dillerde cinsiyet ayrımı yoktur. Dillerde cinsiyet ayrımı olması veya olmaması bir şeyi değiştirmez. Değiştirseydi Farsça ve Endonezce gibi cinsiyetsiz dilleri konuşanlarda bu durum kendini gösterirdi.

Keşke bu özellik dilde kalmayıp toplumsal hayatımıza da yansısaymış bir anlamı olurmuş. Ünvanı önce yazılan toplumlarda kralı bile yargılıyorlar bizde muhtar olmak bile adaletten kaçmayı sağlayabiliyor.

Hint-Avrupa dilleri, Sami dilleri ve birçok dil ailesi; kökeninde bu dişil-eril-cansız ayrımını barındırırlar. Zamirlerde bu can sıkıcıdır. Farsça’da ziyadesiyle bu ayrım vardır. Hatta Farsça-Arapça kırması olan Osmanlıcaya bunu sokmaya çalışmışlar ama halk bu dili reddetmiştir.

Bunların da toplum dil bilimi ile alakası yok. Sadece gramer ile alakalı bir durum. Zaman eki çok olan dilleri konuşanlar zamanı daha iyi algılamıyor Dillerinde cinsiyet olmayanlar toplumsal cinsiyet bakımından duyarlı olmuyor.

Bizim derse giren bir akademisyen vardı. Türkçede şahıs ekleri sona gelir diye "Türkler diğer milletlere göre insana daha değer verir" diyordu.🤣🤣🤣 Adam Sapir-Whorf teorisini baştan yazdı. Böyle adamlar doktor olabiliyor. Komik ama acı gerçek.

siyaset biliminin babası montesquieu, roma’nın kuruluşunu, geçirdiği evrimleri ve yıkılışını en iyi özetleyen kişilerden biridir. bu büyük şahsiyetin tespitlerini, kendi açıklamalarımla birleştirdim.

* roma’nın yüceliği kısa sürede kamu binalarında ortaya çıkmıştır.

* romalılar’ı dünyanın hakimi kılan en önemli unsur, karşılaştığı halklarda kendisinden daha iyi bir şey bulduğunda kısa sürede onu benimsemeleridir. örneğin, romulus kullanılan küçük argon kalkanı yerine hemen sabinler’in geniş kalkanını tercih etmesi. numidya süvarilerine, rodos gemilerine, girit okçularına sahip olmak için adeta çıldırmışlardır. hep daha iyisi.

* roma’nın yaşadığı refahın nedenlerinden biri, yüce şahsiyetlere yani krallara ve imparatorlara olanak sağlamasıdır.

* kralları kovup konsül seçmeye başlaması gerçekten de roma’yı bir üst mertebeye çıkarmıştır.

* roma’nın kusursuz olmadığını fakat ortama ve şartlara en iyi ayak uyduran devlet olduğunu söyler.

* başlarda ganimette paylaşım o kadar adildir ki halk, savaşlara koşarak gider. sürekli savaşan bir devlet olan roma zamanla savaş sanatında ustalaşır.


* roma’da ilerleme askeriye ile olduğundan askeri eğitim sadece ordugahlarda yapılmaz. şehirde yurttaşların egzersiz yapmak üzere gittiği yerler mevcuttur. buradan çıkan kişi, kendisini tiber nehri’ne atar, yüzme ile antrenmanına devam eder.

* yağma en önemli gelir kaynaklarından biri olmasına rağmen bu yapılırken bile disiplinden taviz verilmez.

* romalılar, yemin tutma yani verilen söze sadık olma konusunda dünyanın en sadık halkıydı.

* romalılar, düşmandan çok aylaklıktan korkar. (türk silahlı kuvvetlerinde kısa ya da uzun dönem askerlerin çok boş bırakılmamasının sebebini az da olsa buna bağlıyorum. yapanlar ne demek istediğimi anlayacaktır.)

* askeri eğitim sonucunda askerler, sağlıkta zirve noktasına ulaşılır. hemen hemen her türlü iklimde savaşan roma’da, salgın nadiren görülür.

* romalılar, etrüskler’den aldıkları gladyatör dövüşleri sayesinde kan görmeye ve aşırı çılgınlıklara alışıktır.

* başlarda, liderler halka toprakları eşit dağıtır, bu da güçlü bir halk anlamına gelir. toprakların genişlemesinden baş rolü oynayan etmenlerden biridir.

* roma’da yozlaşma ne zaman baş gösterse mutlaka halk huzursuzdur, asker bezgindir.


* pirus, romalılar’a siper kazmayı ve ordugah kurulumunu/yönetimini öğretmiştir. hatta fillerle tanıştırarak onları daha zorlu savaşlara hazırlamıştır.

* kartaca, roma’dan daha önce zenginleşmiştir fakat roma kadar askeri noktada tutkulu olmadıkları için erimişlerdir. kartaca'nın, roma şehri önlerinde gezinen hannibal barca’ya destek vermeyerek ne kadar saçma işler peşinde olduğunu bilinir.

* roma’da mutlaka hizipleşme vardır fakat savaş başladığında her şey unutulur ve birlik olunur.

* romalılar, seyir konusunda inanılmaz derecede yetersizlerdi fakat kartaca ile mücadele ederken ele geçirilen bir kadırgayı o kadar iyi etüt etmişlerdir ki daha sonra yaptıkları gemilerle kartaca’yı mahvetmişlerdir.

* roma dayanıklılık konusunda aştığı için cannae muharebesinden sonra bile barış talep etmez.

* roma’nın gelişiminde kartaca’nın teslim olması önemli bir yer tutar. roma, bu belayı yok ettikten sonra çılgınca her yeri istila etmeye başlar.

* roma, yunanistan’ı ele geçirdikten sonra doğu’ya yani mısır-suriye dolaylarına inmeye çalışır fakat buralarda partlar’a çarpar. geçit vermeyen partlar, romalılar’ın yere seremediği tek kavim olur.

* roma, asya’ya yaklaştığı her vakitte üstüne mutlaka asya’ya özgü kavramlar olan gevşeklik, lüks, kibir sinmiştir. (bugün bile mutlak bir gerçek.) o yüce roma bile bunlara kendisini kaptırmıştır.


* roma’yı rakipsiz bırakan unsurlardan biri de, herhangi bir savaşta kendisine müttefik olan bir kavmi/devleti kısa süre sonra sindirmesi veya onu yok etmesidir.

* roma, birden fazla düşmanla karşılaştığında en güçsüzüne ateşkes sunar ve bu zayıf düşman bunu onur sayar, müttefikini terk eder. fakat bu ateşkes sonucunda liderin oğluna ya da oğullarına da el koyar. (bizans imparatorluğu’nun, osmanlı şehzadelerini desteklemesi gibi)

* veraset sisteminden o kadar iyi yararlanırlar ki birçok kavmin başına kendi adamları gelir.

* romalılar herkese efendi gibi konuşmayı adet edindiğinden hakarete uğramayan çok az kavim/devlet vardır.

* roma, kendisine başka bir kavmi/devleti çökertmede yardımcı olmayacak kavim ile müttefiklik yapmaz. *

* romalılar, asya krallarının avrupa üzerinde egemenlik iddia etmelerine zerre müsaade etmez. mesela mithradates, avrupa için bir tehlike uyandırdığında her şeyi bırakıp mithradates’in peşine düşer. kendisine coğrafi olarak yakın olan barbarların, kendisine karşı gelmesini böyle engeller. (bunu engelleyememesi zaten batı roma’nın çöküş sebebi olacaktır.)

* roma, kendisinden yardım isteyen herkese elini uzatır fakat bu yardım isteyen için ölümcül olur.

* roma, asla müttefiki olmadan ya da savaşacağı yere yakın bir müttefiki olmadan kendi topraklarından uzak bir yerde savaşa girmeye hevesli olmamıştır.

* yönetimin sağlam olduğu zamanlarda savaşlardan kazanılan ganimetler, diğer savaşlar için kaynak olmaktadır. savaşarak büyüme tam olarak bu oluyor.

* roma ile savaşa girecek olan herhangi bir lider; esaretini, uğrayacağı hakareti ve halkı tarafından lanetlenebileceğini mutlaka aklından geçirir.

* roma, paranın kokusunu o kadar iyi alır ki ki birçok müttefik ya da düşman lideri, servetini saklamak zorunda kalır. yine de hazin sondan kaçamaz.


bu maddeler daha da uzatılabilir...
sonuç itibarıyla, roma’nın sonunu bu muazzam askeri sistemin yozlaşması getirir. imparatorluk döneminde artık daha fazla toprak kazanmanın getiriden çok kayıp anlamına geldiği bizzat imparatorlar tarafından anlaşılır. marcus aurelius, augustus gibi yüce şahsiyetler doğal sınıra ulaşıldığının farkındadırlar. birçok imparatorlukta * olduğu gibi askeri sistemin bozulması, tüm sistemi yozlaştırmış, üstüne buna hristiyanlık’ın getirdiği yobazlık eklenince roma beyni durma noktasına gelmiştir.


Entomoloji ya da böcek bilimi, böcekleri inceleyen bilim dalı. Uzmanlarına entomolog ya da böcek bilimci adı verilir. Hayvanlar âleminin en kalabalık sınıfı olan [[Böcek|Latince: insecta]], 700.000'i aşkın bilinen türün yanı sıra en az o kadar tanımlanmamış böcek türünü kapsar. 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye'de Yaşayan Zenciler

Müşür Nedir, Ne İşe Yarar?

Hükümetler Tarafından Gerçekleştirilen Tarihin En Büyük Altın Soygunları