deneme 128


"Mutluluk insanı tatlı yapar. 
Başarı ışıltılı. 
Zorluklar güçlü. 
Hüzün insanı insan yapar. 
Yenilgi mütevazı. 
Tanrı'ya asla 'Neden ben?' diye sormayın. 
Ne olacaksa zaten olur..." 
Arthur Ashe

Beni hor görme kardeşim
Sen altınsın, ben tunç muyum?
Aynı vardan var olmuşuz
Sen gümüşsün, ben sac mıyım?

Elbette seni inciteceğim.
Elbette beni inciteceksin.
Elbette birbirimizi inciteceğiz.
Ama bu varoluşun mutlak koşuludur.
Bahar olmak, kışın riskini kabul etmek demektir.
Var olmak, var olmama riskini kabul etmektir.

"Put
Sen bir şiir kadınsın zamana yemin olsun
Tanrı'dan hüsranımın öcünü alacaksın"

HATRIMA DÜŞEN SÖZLER...
"...bana en felaketli günlerimde kitaplarım arkadaş oldu. Fakat bu yetmiyor. Şiirlerimde de gördün ki, kitaplara rağmen çok ıstırap çektim. Çünkü candan bir insanım yoktu. Sen benim yarım kalan tarafımı ikmâl edeceksin. "
Sabahattin Ali

Nizamülmülk, Ömer Hayyam ve Hasan Sabbah, Selçuklu Devleti coğrafyasında önemli kişiliklerdir. Her biri farklı alanlarda etkili olmuş ve kendine özgü hayat hikayeleri olan kişilerdir.

1. Nizamülmülk:
Adı Mülkün Nizamı anlamına gelen Nizamülmülk, İran'ın Horasan bölgesinde 1018 yılında doğmuştur. Gazne Devleti'nin Horasan valisinin yanında çalışarak kariyerine başlamış ve Selçuklu Sultanları Alparslan ve Melikşah'a hizmet etmiştir. Devlet hizmetlerinde etkili olan Nizamülmülk, Selçuklu Devleti'nin müesseseleşme ve merkezileşme sürecinde önemli girişimlerde bulunmuştur. Bağdat'ta Nizamiye medresesini inşa ettirmiş ve ülkenin bayındırlık ve iskan faaliyetlerini yönetmiştir. Aynı zamanda "Siyasetname" adlı eseriyle de tanınmıştır. Nizamülmülk, Alamut kalesinde Hasan Sabbah tarafından suikasta uğramış ve öldürülmüştür.

2. Ömer Hayyam:
Nişabur'da 1048 yılında doğan Ömer Hayyam, şair, filozof, matematikçi ve astronom olarak tanınmıştır. Fars kökenli olan Hayyam, bilim ve sanat alanlarıyla ilgilenmiş ve matematikte önemli çalışmalara imza atmıştır. Binom açılımını kullanan ilk bilim insanı olarak bilinir. Aynı zamanda rubailer denilen dört dizeden oluşan şiirler yazmıştır. Hayyam'ın rubailerinin sayısı bilinen 158 adettir, ancak kendisine mal edilen rubai sayısı binleri geçmektedir. Ömer Hayyam'ın düşünceleri ve şiirleri, bazıları için bir filozof ve Allah dostu olarak kabul edilirken, bazıları için ise eleştiri ve tartışmalara yol açmıştır.

3. Hasan Sabbah:
Hasan Sabbah, İslam'ın İsmaililik mezhebine dayalı olarak Haşhaşin tarikatını oluşturan liderdir. 1050'li yıllarda Kum kentinde doğmuştur. İyi bir dini bilgi birikimine sahip olan Sabbah, İranlı ve Arap Sünnilere karşı bir örgütlenme yapmıştır. Alamut kalesini merkez olarak seçerek örgütlenme faaliyetlerini yürütmüş ve müritlerini toplamıştır. Sabbah'ın örgütü, "Batıniler" olarak adlandırılmış ve mülhitlik (Allah'a ortak koşma) ve zındıklıkla suçlanmıştır. Alamut kalesi, Selçukl

ular tarafından 1256'da yıkılmış ve Haşhaşin örgütü de sona ermiştir. Hasan Sabbah, hikayelerde ve mitlerde efsanevi bir figür haline gelmiştir.

Bu üç kişi, tarih boyunca Orta Doğu'nun kültür, bilim ve siyasetine etkileri olan önemli şahsiyetlerdir.

Sapere aude ne anlama gelir?
Sapere aude (Latince: "Bilmeye cesaret et!") İlk defa Horatius tarafından Epistles 2. şiirinde kullanılan Latince deyiş."
 

El-Cahiz (767-868) “Menâkıb Cünd el-Hilafe ve Fuza'il el Etrak / Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri” adlı eserinde Türklerle ilgili olarak şu ilginç ifadeleri kullanmıştır;

“Fikirleri karışık, kafaları dağınık olanlar, Çinlilerin sanatta, Yunanların felsefe ve hikmette, Arapların şiir ve feraset ilminde, Sasanilerin siyasette, Türklerin harpte gösterdikleri maharet gibi tam ve mükemmel maharet gösteremezler.” 

“Kılıcı demir eden, döven, suveren, bileyen, kabza kabı yapan, kabın demirini takan, kının ağaçlarını yontan, derisini debbağlayan, tezyinatını yapan, kılıç bağını diken hep başka kimselerdir. Türk bunlarını hepsini başından sonuna kadar bizzat kendisi yapar.”

 

Bak bak ifadeye bak: "...Bu şiirlerden hareketle bazı çevreler tarafından Dadaloğlu devlete baş kaldırmış bir âsi gibi gösterilmeye çalışılmıştır."

O sırada Dadaloğlu:

"Aşağıdan iskân evi gelince
Sararıp da gül benzimiz solunca
Malım mülküm seyfi gözlüm kalınca
Kaypak Osmanlılar size aman mı?"

"Ağamız da çadırını tutardı
Kapıdını dal boyuna atardı
Her birimiz bin atlıya yeterdi
Dövüşerek ölemedi birimiz."

"Yara yara bir kavgaya girmedik
Sağa sola eğri kılıç vurmadık
At üstünde dövüşerek ölmedik
Ok değmeden gözlerimiz kör oldu."

"Derviş Paşa gayrı kına yakınsın
Böbürlensin dört bir yana bakınsın
Amma bizden gece gündüz sakınsın
Öç alırız ilk fırsatı bulanda."

Epey ileri yaşında Payas kalesinde tutsak kalırken isyanı körüklemek için hasır kanat takarak kaleden atlayıp Avşar dağlarına çıkan Dadaloğlu'nu "devlete baş kaldırmış bir asi olarak gösteren çevreler"i kınıyoruz.

Haller hallere sirayet eder. Mesela bir müzikle değişebilir insanın ruh hali ya da bir tebessümle. Uzaktan yakına bir haber duyarsın, hiç olmadık yerde hüzün kaplar içini. Ya da birden umutla dolar yüreğin. 

Bedenler ayrı ve fakat ruhlar arasında katı çeperler yok. Sen, ben veya o; herkes, herkesin haline tesir edebilir. Bulunduğun yerde karamsar bir hal varsa mesela, sana da bu karamsarlıktan bir paye düşer. Ya da tam aksi; yıkıldım artık, derken birinden birkaç cümle duysan, yeniden ayağa kalkabilirsin.

Kalbini temiz ve berrak tutman yetmez bazen. Umuda inanmam yetmez. Seni harap haline esir eden yerlerden veya kimselerden sakınmalısın. Daima iyi ve güzel hallere yakın olmalısın; hoş bir muhabbete, sevmeye, sevilmeye, şiire yahut gönülden kopan birkaç cümleye. 

Haller hallere sirayet eder. Kim hangi hal üzere ise ondan payını muhakkak alır.

Stalin Yüzlerce Komünisti Hitler’e Teslim Ederken – Alex De Jong

1930’lu yıllar boyunca Almanya ve Avusturya’dan birçok Komünist ve Sosyalist, Nazilerden kaçarak SSCB’de sığınma aradılar. Ancak hayret verici bir ihanetle, Sovyet gizli polisi yüzlerce kişiyi Hitler’in Gestapo’suna teslim etti. 

1936 Sovyetler Birliği Anayasası, “emekçilerin çıkarlarını savundukları için zulme uğrayan yabancı yurttaşlara sığınma hakkı”nı kabul etti. Ancak Sovyet yetkilileri, 1930’ların sonlarından itibaren ağırladıkları yüzlerce Alman ve Avusturyalı sürgünü Nazilere teslim ederek bu sözü utanç verici bir şekilde bozdular. Kurbanlar arasında emektar devrimciler, Yahudi Komünistler ve anti-faşist eylemciler vardı. 

Sınır dışı edilenlerden biri de Alman Komünist Margarete Buber-Neumann’dı. 1949’da İngilizce olarak İki Diktatör Döneminde: Stalin ve Hitler’in Tutsağı olarak yayınlanan anıları, muhtemelen sınır dışı edilenlerin hayatlarından en iyi bilinenidir. Buber-Neumann, Sovyet yetkililerinin onu yirmi dokuz kişiyle birlikte Nazi muhafızlarının gözetimine transfer edildiği anı anlatıyor: 

“Sonunda tren durdu ve son kez o tanıdık ‘eşyalarınızla birlikte hazır olun’ bağrışını duyduk. Kompartıman kapılarının kilidi açılmıştı… biraz ileride bir tren istasyonu vardı. Adını yakındaki bir kontrol odasının üzerinde görebilirdiniz: Brest-Litovsk.” 

Buber-Neumann, bir grup Sovyet gizli polis memurunun (hâlâ eski adı GPU ile anılan NKVD) Alman topraklarındaki köprüyü geçip bir süre sonra geri döndüğünü anımsıyor: “Yanlarında SS subayları vardı. SS komutanı ve GPU başkanı birbirlerini selamladılar. Sovyet komutanı mahkumların isimlerini okumaya başladı: 

Biri Macaristan’dan gelen Yahudi bir göçmendi, diğeri ise 1933’te Nazilerle girişilen ve bir Nazi’nin öldürüldüğü çatışmaya karışmış olan Dresdenli genç bir işçiydi. Sovyet Rusya’ya kaçmayı başarmıştı. Duruşmada diğerleri, Sovyetler Birliği’nde onun güvende olduğunu bilerek, daha doğrusu öyle düşünerek suçu onun üzerine atmışlardı. Akıbeti belliydi”. 

Hitler’e Karşı Sığınma Aramak

1901 doğumlu Buber-Neumann, 1921’de Alman komünist gençlik hareketine ve beş yıl sonra yetişkin partisi KPD’ye katılır. 1928’den itibaren Komünist Enternasyonal’in Inprekorr gazetesi için çalışır. Orada KPD liderliğinin üyesi Heinz Neumann ile tanışır ve birlikte olurlar. Naziler Berlin’de iktidara geldikten sonra ikisi de Sovyetler Birliği’ne sığınır. 

Ancak 1930’ların sonlarında Jozef Stalin tarafından başlatılan tasfiyeler, SSCB’yi Alman Komünistleri için ölümcül bir tehlike haline getirdi. NKVD, Heinz Neumann’ı sahte casusluk suçlamalarıyla tutuklar ve 26 Kasım 1937’de idam eder. Margarete Buber-Neumann’ı da hapse atarlar ve sonunda 1940’ta Nazi Almanya’sına gönderirler. 

O zamanlar Sovyetler Birliği’nde birkaç farklı Alman vatandaşı grubu yaşıyordu. Bazıları oraya çalışmak için gelmişti. Bu kategoride pek çok kişi, illa parti üyesi olmasa da birer komünist sempatizandı. Ayrıca siyasi sürgünler, Komünistler ve 1938’de Nazilerin Avusturya’yı ilhak etmesinden sonra resmen Alman vatandaşı olan Avusturyalılar da dahil olmak üzere diğer anti-faşistler vardı. Kimileri Sovyet vatandaşlığı kazanmıştı. 

Bu insanların akıbetiyle ilgili bilgiler, bazılarına hala araştırmacılar tarafından erişilemeyen birçok arşive dağılmış durumda. Bu nedenle, kaç kişinin Buber-Neumann ile aynı kaderi paylaştığını bilmek zor. Temkinli bir tahminde bulunmak gerekirse, altı yüzden fazla kişinin sınır dışı edildiğini ileri sürmek mümkün.

Franz Koritschoner’in Kaderi 

Nazi Almanyası’na gönderilen sürgünler arasında Franz Koritschoner gibi Komünist hareketin emektarları da vardı. 1892’de Avusturya-Macaristan’da doğan bu genç Yahudi sosyalist, 1914’ten sonra sosyal demokrat partilerin savaş çabalarına verdiği desteğe karşı çıkmıştı. Koritschoner, 1916’da, savaş karşıtı devrimci sosyalistlerin bir araya geldiği Kienthal Konferansı’nda Vladimir Lenin ile bir araya geldi. 

Koritschoner Ocak 1918’deki Avusturya-Macaristan grev ve gösterilerinde öncü rol oynamaya devam etti. Aynı yıl yeni kurulan Avusturya Komünist Partisi’ne (KPÖ) katıldı. Koritschoner, KPÖ gazetesinin editörlüğünü yapıyor ve kendisine “sevgili dostum” diye hitap eden Lenin’in eserlerini tercüme ediyordu. 1918’den 1924’e kadar Koritschoner, KPÖ merkez komitesinin bir üyesiydi.

1920’lerin sonlarında, Uluslararası Kızıl Sendika (Profintern) için çalışmak üzere Sovyetler Birliği’ne gider, 1930’da Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ne katılır. NKVD, 1936’da bir karşı devrimci olmakla itham ederek Koritschoner’i tutuklar. Sovyet makamları onu Nisan 1941’de Gestapo’ya teslim etmeye karar verir. 

Koritschoner’ın yaşamının son haftaları hakkında biraz bilgimiz var çünkü savaştan sağ kurtulan Uluslararası Tugayların bir üyesi olan Hans Landauer ile aynı hücreyi paylaştılar. Landauer’e göre, Koritschoner ciddi şekilde zayıflamış bir adamdı ve NKVD ile Gestapo’nun elinde gördüğü işkencenin izlerini taşıyordu. Artık dişleri kalmamıştı ve Landauer’e onları SSCB’nin en kuzey bölgesindeki bir çalışma kampında iskorbüt hastalığından kaybettiğini söyledi. 7 Haziran 1941’de Naziler, Koritschöner’i iki gün sonra öldürüleceği Auschwitz’e gönderdi. 

Schutzbündler’in İhanete Uğrayışı

Stalin yönetimi altındaki Sovyetler Birliği’ni kasıp kavuran tasfiyeler, giderek daha halkın daha geniş kesimlerini vurmaya başladı. Kurbanlardan biri Avusturya Schutzbund’un yani Avusturya Sosyal Demokrat Partisi’nin paramiliter kanadı olan Cumhuriyet Savunma Birliği’nin eski üyeleriydi. 

4 Mart 1933’te Avusturya Şansölyesi Engelbert Dollfuss parlamentoyu askıya aldı ve faşist bir rejim kurar. Şubat 1934’te Schutzbund üyeleri yeni sisteme karşı silaha sarılırlar, ancak hükümet ordusunun ağır silahlarıyla boy ölçüşemezler. Çatışmalarda yaklaşık iki yüz kişi ölür ya da yargısız idam edilir. 

Komünist hareket Schutzbund’un direnişini kutlar ve Sovyetler Birliği onlara sığınma teklif eder. Sosyal Demokratların faşizm karşısında yeterince militan bir tavır gösterememiş olmasından dolayı hayal kırıklığına uğrayan Schutzbund’un birçok üyesi Komünist Partiye katılır. Yaklaşık 750 Schutzbündler SSCB’ye sürgüne gider.

Ancak birkaç yıl sonra sosyal demokrat geçmişleri onları bir zulüm hedefi haline getirir. Yaklaşık yarısı Sovyetler Birliği’nden ayrılırken, kalan Schutzbündler’in çoğu tasfiyelerin kurbanı oldu. NKVD hayatta kalanların çoğunu Nazi Almanyası’na sürdü. 

Aralık 1939’da nakledilen yirmi beş kişilik bir grup, on Schutzbündler’i içeriyordu. Bunlardan biri Georg Bogner’dı. Sovyetler Birliği’ne kaçmadan önce memleketi Attnang-Puchheim’da Şubat 1934 ayaklanmasında savaşmıştı. Sovyet gizli polisi 1938’de Bogner’i tutukladı. Aralık 1939’un sonunda, Alman istihbarat servisleri Sicherheitsdienst tarafından Varşova’da gözaltına alındı. Daha sonra ona ne olduğu bilinmiyor. 

Antlaşmadan Önce 

Ağustos 1939’da Sovyetler Birliği, Nazi Almanyası ile saldırmazlık antlaşması imzaladı. Bir hafta sonra, Wehrmacht Polonya’yı işgal etti. Kısa bir süre sonra, Sovyet güçleri ülkeye doğudan saldırdı. Çatışma sona ermeden önce, iki hükümet aynı yılın Eylül ayında “Dostluk Antlaşması ve Alman-Sovyet Sınırı” üzerinde anlaşmaya vardı. 

Anlaşma, karşılıklı saldırmazlık vaadinin ötesine geçiyor: taraflar, diğerine karşı yönlendirilen bir koalisyonu desteklememe ve “karşılıklı çıkarlar hakkında” bilgi alışverişinde bulunma sözü verdiler. Moskova ve Berlin’in Baltık Devletleri ve Polonya topraklarını böldüğü anlaşmalara gizli protokoller de eklendi. Sovyetler Birliği, 1989 yılına kadar bu protokollerin varlığını resmen tanımadı. 

Birçoğu, anti-faşistlerin Nazi Almanyası’na sınır dışı edilmesini Dostluk Antlaşması ile bağlantılı olarak değerlendirdi. Margarete Buber-Neumann onları bu açıdan “Stalin’den Hitler’e bir hediye” olarak gördü ve başka yazarlar da aynı metaforu kullandılar. Bununla birlikte, sınır dışı etme ve antlaşma arasındaki bağlantı tahmin edildiği kadar dolaysız olmayabilir.

Sovyetler Birliği, antlaşmanın imzalanmasından daha önce anti-faşist mahkumları Nazi Almanyası’na sınır dışı etmişti. 1937-1938’de Yahudiler ve Komünistler de dahil olmak üzere yaklaşık altmış sürgün sınır dışı edildi. Bunların arasında Ernst Fabisch adında genç bir adam da vardı. 

1910’da Breslau’da Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Fabisch, on dokuz yaşında Almanya Komünist Partisi (Muhalefet)’e, kısaltılmış adıyla KPO’ya katıldı. Heinrich Brandler ve August Thalheimer tarafından yönetilen KPO, komünist hareketteki sözde “Sağ Muhalefet”in bir parçası ve Stalin’in son büyük rakibi Nikolai Buharin gibi Sovyet politikacılarıyla bağlantılı olan komünist bir akımdı. KPD’nin sosyal demokratlara ve sosyalistlere yönelik sekter düşmanlığını reddediyor ve faşizme karşı birliği savunuyordu.

KPO’nun önde gelen üyelerinin 1933’te Naziler tarafından tutuklanmasından sonra, Fabisch yeraltına inmiş olan parti yönetimine katıldı ve bunların çoğu 1934’te tutuklandı. Sovyetler Birliği’ne kaçtı ama kısa sürede yeniden tehlike altında buldu kendini. NKVD, 1937’de Fabisch’i tutukladı ve ertesi yıl onu Almanya’ya sınır dışı etti. Gestapo, Fabisch’i hemen tutukladı ve 1943’te Auschwitz’de öldürüldü. 

Suç Ortaklığı Modelleri

O zamanlar Sovyetler Birliği ile Nazi Almanyası arasındaki doğrudan sınır olmadığı için, bu ülkelerin ilgili makamları iki devlet arasındaki mahkumların hareketini koordine ediyordu. Sovyet makamları onlara sadece Almanya’ya seyahat için geçerli olan geçiş kartları veriyor ve Nazi muadillerine sınır dışı edilenlerin isimlerini ve geçmişlerini bildiriyordu. Şu anda Alman Büyükelçiliği ve Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde bulunan bu dosyalar, mağdurlar hakkında önemli bir bilgi kaynağı. 

Sınır dışı edilmeler, Hitler-Stalin Paktı’nın imzalanması ve Polonya’nın parçalanmasıyla başlamadı ve bu mahkumların kaderi, Moskova ile Berlin arasındaki müzakerelerin bir parçası gibi görünmüyor. Bununla birlikte sınır dışı edilmelerin sayısı bu dönemeçten sonra artıyor. 

Bu dönemde sınır dışı edilenlerin çoğu o zamana kadar Sovyetler Birliği’nde kalan Alman ve Avusturyalıların profilini yansıtan siyasi sürgünlerdi. Bazen Alman makamları belirli kişilerin sınır dışı edilmesini talep ediyordu. Ancak diğer zamanlarda, Naziler sınır dışı edilenlerle pek ilgilenmiyor gibiydi.

 Avusturyalı tarihçi Hans Schafranek‘in Zwischen NKWD und Gestapo adlı kitabında alıntı yaptığı Alman Büyükelçiliği belgeleri, bu ikinci duruma işaret ediyor. Vakaların çoğunda, sınır dışı edilmeler, karşılığında Sovyet yetkilileri tarafından aranan mahkumları transfer etmeye dönük Nazilerden herhangi bir hareket olmadan gerçekleşti. Sınır dışı edilmeler, iki devlet arasındaki ilişkiler halihazırda bozulmaya başlamışken, Barbarossa Operasyonu’ndan sadece haftalar önceye, Mayıs 1941’e kadar devam etti. 

Sınır dışı edilmelerin arkasındaki itici güç, esas olarak Sovyet sistemine içseldi. Stalin’in tasfiyeleri, kesin biçimde tanımlanmış bir grup insana bir saldırı olarak başladı: bunlar, muhalefetin potansiyel destekçileri olarak değerlendirilen komünistlerdi. Zamanla, şüphelileri isim vermeye zorlamak için işkence ve diğer baskı biçimlerinin kullanılması, yaygın bir paranoya ve güvensizlik atmosferinin yanı sıra tutuklama kotalarının doldurulmasına ilişkin bürokratik zorunluluklar ile birleşerek hedef sayısını amansız bir şekilde artırdı. 

Fanteziler ve Uydurmalar 

Hain ve casus olduğu şüphelenilen insanlara yönelik suçlamalar giderek daha tuhaf hale geldi. KPD’nin paramiliter kanadı Roter Frontkämpferbund’un eski bir lideri güya “Troçkist-faşist” bir terör örgütü örgütlemişti. Sovyet yetkilileri, sürgündeki komünistlerin çocuklarını yeraltında bir Hitler gençliği oluşturmakla bile suçladı. 

Tipik olarak, Heinz Neumann gibi yabancı komünistler, kendi “asıl ülkelerinden” maaş almakla suçlandılar. Stalin, 1938’de Polonya Komünist Partisi’ni feshetti ve üyelerini Lev Troçki’nin ve aynı anda Varşova hükümetinin ajanları olarak çalışmakla suçlayarak idam ettirdi ya da Gulag’a gönderdi. Tarihçi Hermann Weber’in işaret ettiği gibi, KPD’nin kırk üç üst düzey yöneticisinden, Sovyet gizli polisinin gözetiminde ölenlerin sayısı Nazilerin katlettiklerinden fazladır. Yüzlerce Alman sürgün düpedüz idam edildi, çok daha fazlası esir kamplarında öldü. 

1887 doğumlu Hugo Eberlein, KPD’nin kurucu üyesiydi. 1919’da Komünist Enternasyonal’in kuruluş kongresinde parti temsilcisi olarak Rosa Luxemburg’un yerine gelmişti. Eberlein 1936’da Sovyetler Birliği’ne geldi, ancak ertesi yıl Naziler adına “terörist faaliyetlere” katıldığı iddiasıyla tutuklandı. 

Karısına yazdığı ve daha sonra NKVD arşivlerinde bulunan bir mektupta çektiği çileyi anlatırken, “on gün, on gece boyunca” aralıksız sorgulanırken sürekli ayakta durmak zorunda kaldığını, uyuma imkanından yoksun bırakıldığını ve kendisine neredeyse hiç yiyecek verilmediğini anlatıyor. Gardiyanlar, Eberlein’ı acımasızca dövmüşlerdi: “Sırtımda artık deri yoktu, sadece çıplak et vardı. Haftalarca yalnıca bir kulağım işitiyordu ve bir gözüm haftalarca kör oldu.” NKVD sonunda onu 16 Ekim 1941’de öldürdü. 

Cadı Avı Kurbanları 

Buber-Neumann, Fabisch, Bogner, Eberlein ve daha pek çoğu bir cadı avına kurban gitti. Nihai kaderleri keyfi bürokratik kararlara bağlıydı. Birkaç yüz vakada, Sovyet yetkilileri kurbanlarla kendileri ilgilenmek yerine bunu Nazilere bırakmayı tercih etti.

Naziler Margarete Buber-Neumann’ı Ravensbrück kadın toplama kampına gönderdi. Nisan 1945’te rejim çökünce serbest kaldı. Kızıl Ordu ilerledikçe Sovyet yetkilileri tarafından tekrar tutuklanmaktan korkan Buber-Neumann, ABD birliklerinin temel işgal gücü olduğu 150 kilometre batıya doğru yol aldı.

Buber-Neumann 1989’da, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından birkaç hafta önce öldü. Kendi deneyiminin faşizm ve komünizmin aynı oranda suç içeren ideolojiler olduğunu gösterdiğini savunarak sağcı bir muhafazakar olmuştu. Bugün sosyalistler bu tür argümanlara karşı çıkmak istiyorlarsa, tarihin bu utanç verici sayfalarını görmezden gelemezler. Kendi sosyalizm anlayışımız sözlerini tutmalı ve insanlık onurunu kaygılarının merkezine yerleştirmelidir. Bu, kurbanlara olan asgari borcumuzdur.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye'de Yaşayan Zenciler

Müşür Nedir, Ne İşe Yarar?

Hükümetler Tarafından Gerçekleştirilen Tarihin En Büyük Altın Soygunları