deneme 133


Beyaz adamın laneti Şiiri - Rudyard Kipling

Beyaz adamın laneti
Rudyard Kipling
sırtlan beyaz adamın yükünü
dök ortaya en iyi mahsülünü
gönder oğullarını sürgüne
efendilerinin istediği hizmeteyüklen beyaz adamın yükünü
vahşidir barışın savaşları
doldur tıka basa açlığın ağzını
ve emret hastalığa durmasını
sen hedefine en yakın olduğunda
sona erer ötekilerin arayışı
tembelden ve budala kafirden gözünü ayırma
düşürür senin bütün umutlarını suya

Tuttuğumuz oruç, kıldığımı namaz Farsçadır, aldığımız abdest Farsçadır. peygamber tabii ki Farsça bir kelimedir ve şiirimiz İran’dan çok etkilenmiştir.

Sezai Bey’in ölümü, herhangi bir şairin ölümü değildir. Bazı şairler büyük mimarlardır, görkemli yapılar inşa ederler. Süleymaniye’yi, Selimiye’yi inşa ederler; bazılarıysa deniz kumuyla ilk depremde yıkılan binaları… Sezai Bey şiirin süleymaniyesini inşa etti. Rahmeten vâsiâ… 

AKINCILAR

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik    
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik 
   
Haykırdı, ak tolgalı beylerbeyi "İlerle!"    
Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle 
   
Şimşek gibi atıldık bir semte yedi koldan    
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan 
   
Bir gün yine doludizgin atlarımızla    
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla 
   
Cennette bu gün gülleri açmış görürüz de    
Hâlâ o kızıl hâtıra gitmez gözümüzde 
   
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik    
Yahya Kemal BEYATLI


TANSIK GERÇEKÇİLİĞİ

İNSANIM BEN… VE TANIĞIM
KENDİM OLAN O TANSIĞA…

ÖZGEÇMİŞİM

Ben ömrümce muhalif yaşadım
Devletçe de menfi bir TİP sayıldım
Onun için kan grubum
RH NEGATİF

ESTETİK

Aslında çirkin değilsin sen
Çirkin görünmek istiyorsun
Güzelliği târif için

ÖZTANITIM

Ben bir aşk değirmeniyim
Şiirler öğütürüm Ayça Parkında
Çocukları havada fır döndürürüm kollarımla
Paydostan sonra da Donkişot’u görürüm rüyalarımda

FİNİTO DELLA MUSİCA

Konser oldum
Bitmemiş Senfoni’yi bitirdim

BOZ

Gel güzel gemi, gel
Boz şu bozbulanığı boz
Ki yeniden deniz olsun deniz!..

İLANI HARP DEĞİL İLANI AŞK

Bir teneffüssün sen sevgilim
Yurt Bilgisiyle Kimya arasında

MÜZEKKER

Bir Topkapı Sarayı kurdu tenin
Kubbe ve koltuk-altların ve harem dairennen
Sarayburnumda

HAYKAY

Zincirleme yanar bu garip cigara
Karşıda tüten baca
Anamın memesi burnumda tütüyor

VOLİ

Sırılsıklam bir gökyüzü çıktı ağlardan
Masmavi bütün balıkçılar

DOKUNMATİK

Görmüyor musun
Su içiyorum
Şiir yazıyorum
Ne dokunuyorsun

MAARİF TAKVİMİ

Anne, ne zaman bahar gelecek?
Kış gelsin de öyle, yavrum.

YAKIN TARİH

Gün gelir bu işe bu millet de şaşar
Tam kurşun işlemez deminde karanlığın
Bir ateş böceğidir başlar

DEĞİŞİM

Zeus güya, rüzgâr
Koşuyor karşıki ağacın ardından
Yakalayamıyor ki ama
Daphne değil çünki o yeşil kızın adı

SON GÜRLÜK

Trabzon hurması ağacına döndüm
Tüyüm tüsüm döküldü, yapraksız kaldım
Yine de meyvaya duruyorum bu cıbıl halimle
Tepeden tırnağa
Turuncu turuncu
Kütür kütür 
Bu benim sonbaharım
Bu benim son gürlüğümdür

Can YÜCEL 


"Mavtini (Arapça: موطني “Anavatanım”), Filistinli şair İbrahim Tukan tarafından yazılmış popüler bir şiirdir. Bu şiir 1967 yılından bu yana Filistin Ulusal Yönetimi'nin fiili ulusal marşıdır. Filistin davasına verdikleri desteği göstermek için olarak da Irak, Suriye ve Cezayir gibi diğer Arap ülkelerinde de marş olarak kabul edilmektedir. Özgün müzik, Muhammed Fuliefil tarafından bestelenmiştir. 2004 yılında Paul Bremer'in Geçici Koalisyon Yönetimi Başkanlığı döneminde Irak ulusal marşı olarak yeniden kabul edildi. 1981 yılından 2004 yılına kadar kullanımda olan ve Saddam Hüseyin'in Baas rejimi ile ilgili eski marşı Arz ül Alforatain'in yerini aldı.


Mawṭinī mawṭinī
al-Jalālu wa-l-jamālu wa-s-sanāʾu wa-l-bahāʾu
Fī rubāk fī rubāk
Wa-l-ḥayātu wa-n-najātu wal-hanāʾu wa-r-rajāʾu
Fī hawāk fī hawāk
Hal ʾarāk hal ʾarāk
𝄆 Sāliman munaʿʿaman wa-ġāniman mukarraman 𝄇
Hal ʾarāk fī ʿulāk
Tabluġu s-simāk tabluġu s-simāk
Mawṭinī mawṭinī

II
Mawṭinī mawṭinī
Aš-šabābu lan yakilla hammuhu ʾan yastaqilla[b]
ʾAw yabīd, ʾaw yabīd
Nastaqī mina r-radā wa-lan nakūna li-l-ʿidāʾ
Kā-l-ʿabīd, kā-l-ʿabīd
Lā nurīd lā nurīd
𝄆 Ḏullanā l-muʾabbada wa ʿayšanā l-munakkadā 𝄇
Lā nurīd bal nuʿīd
Majdanā t-talīd majdanā t-talīd
Mawṭinī mawṭinī

III
Mawṭinī mawṭinī
Al-ḥusāmu wa-l-yarāʿu lā l-kalāmu wa-n-nizāʿu
Ramzunā ramzunā
Majdunā wa ʿahdunā wa-wājibun mina l-wafāʾ
Yahuzzunā yahuzzunā
ʿIzzunā ʿizzunā
𝄆 Ġāyatun tušarrifu wa rāyatun turafrifu 𝄇
Yā hanāk fī ʿulāk
Qāhiran ʿidāk qāhirān ʿidāk
Mawṭinī mawṭinī

Cahit Sıtkı Tarancı’nın Diyarbakır'ı
Çocuk denecek yaşta Diyarbakır’dan ayrılıp okumak için İstanbul’a gelen, daha sonra Ankara’ya yerleşen Cahit Sıtkı için doğduğu şehrin her zaman özel bir yeri olmuştur.

Cahit Sıtkı Tarancı, ölümünden üç yıl önce, 1 Ocak 1953’te, Mavi dergisine verdiği röportajda “Hayatınızdan kısaca bahseder misiniz?” sorusuna şu cevabı veriyor:

1910’da Diyarbakır’da doğdum. İlkokuldan sonra İstanbul’a gittim. Fransız mektebinde, Galatasaray’da, Mülkiye’de okudum. İki seneye yakın bir müddet Paris’te bulundum. Uzun zamandır mütercim olarak çalışmaktayım. Evleneli bir yıldan fazla oluyor. Güzel şiir yazmaktan başka ihtirasım yoktur.

Çocuk denecek yaşta Diyarbakır’dan ayrılıp okumak için İstanbul’a gelen, daha sonra Ankara’ya yerleşen Cahit Sıtkı için memleket “Bir yanda Anadolu bir yanda Rumeli”[2] olmuştur artık. Şiirlerindeki “sıla”, “memleket” ifadelerinin karşılığı ise haritadaki bir şehirden ziyade zihnindeki imgelerdir.

Cahit Sıtkı, şiirlerinde, öykülerinde Diyarbakır’dan pek söz etmez ama mektuplarında Diyarbakır’a ve bu şehirde yaşayan ailesine sevgisi açık seçik görülür. İnci Enginün’ün bin bir emekle derlediği mektuplardan oluşan Evime ve Nihal’e Mektuplar’a bakınca Cahit Sıtkı’nın ailesi ve memleketiyle güzel ilişkisi ortaya çıkıyor.

Soldan sağa; kayınpederi İdris Tınaz, Cahit Sıtkı Tarancı, eşi Cavidan Tarancı, kayınbiraderi Oğuz Tınaz,

baldızı Handan ve eşi, Nihal Erkmenoğlu, kayınvalidesi Bayan Tınaz.

Anne ve babasına yazdığı mektuplarda seviyeli bir dil kullanıyor şair ama abartılı bir hürmet değil bu. Hele de babasına “sevgisini” dile getirebilmiş olmasına bakılırsa o döneme göre özgür yetiştirilmiş bir çocuk olduğu bile söylenebilir. 21 Kasım 1929 tarihli mektuptan:

Bir akşam sınıfta üç dört arkadaş toplandık, şurdan burdan sohbete daldık. Bilmem nasıl oldu da mevzu babalara intikal etti. Dikkatle dinledim ve hayretler içinde kaldım. Hiçbiri babasından memnun değildi. Hatta bazısı babasına küfredecek bile oldu. Hepsine acıdım. Sıra bana geldiğinde ben şunları dedim: “Babamla iftihar ederim.” Hepsi bana gıpta ettiler... Şimdi de ben sevgili vatanıma gıpta ediyorum çünkü sinesinde sizin gibi adsız bir kahraman yaşatıyor.

Yine de geciken harçlıkları babaya hatırlatma işi çok sevgili kardeşi Nihal’e düşüyor. 26 Aralık 1929 tarihli mektuptan:

Bu mektubu bitirdikten sonra Baba’nın mektubunu aldım. Roman istiyor... Bu hafta da çıktığımda bakarım ve münasiplerini gönderirim... Bıçak temizlemek için lastikleri de alıp gönderirim. Yalnız kanunuevvel aylığını ayın başından beri beklemekteyim. Unutuyor mu? Bir türlü mana veremiyorum. Her halde alelacele aylığımı göndermelerini tarafımdan rica edersin... Talebelik hayatı. Parasız çekilmez bilirsin… Kanunusani aylığı da beraber gönderilse iyi olur...

Ziya’ya ve Nihal’e mektuplar

Cahit Sıtkı’nın mektupları denince akla gelen ilk isim Ziya Osman Saba oluyor haliyle. Ziya’ya Mektuplar’da bir araya getirilen enfes mektuplarla ailesine gönderdikleri karşılaştırıldığında okuyanı yer yer gülümseten detaylar da dikkat çekmiyor değil. 15 Aralık 1929’da, 19 yaşındayken Galatasaray’dan annesine yazdığı mektupta aile ismi Pirinççizade’yi ne kadar benimsediğini şöyle ifade ediyor:

Gelecek nesiller bir Pirinççizade ailesinin var olduğunu bilecekler ve bu ismi hürmet ve takdirle anacaklardır... Siz haldeki saadetten mesulseniz, ben istikbaldeki şöhretimizi hazırlamakla meşgulüm...

2 Kasım 1931’de, Ziya Osman’a yazdığı mektubu ise kim bilir ne sebepten şöyle bitiyor:

Aynı şehirde bulunduğumuz halde mektuplaşmamız garip değil mi? Yalnız, Ziyacığım, zarfın üzerine Pirinççizade diye bir ibare koymamanı rica ederim.[6]


 

Yine 15 Mart 1930’da İstanbul’dan Nihal’e yazdığı mektupta “Sana Diyarbakır havuzlarından bahseden bir şiir yazayım,”[7] dedikten sonra ona “Davet” isimli, Otuz Beş Yaş’a dahil etmediği bir şiirini gönderen Cahit Sıtkı, üç sene sonra fikir değiştirmiş olacak ki 20 Ağustos 1933 tarihli mektubunda “Diyarbakır kokulu” şiir istediği için Ziya Osman Saba’ya kızıyor. Yaz tatilinde, Diyarbakır’dan yazdığı mektubu Ziya’ya Mektuplar’dan alıntılıyoruz:

 

Benden, avlulu, havuzlu, bahçeli bir şiir istemen hoşuma gitmedi Ziyacığım. Ben senden, apartmanlı, tramvaylı, otobüslü bir şiir istesem hoşuna gider mi? Hele “Diyarbekir kokulu” tabirin hakiki bir şairin ağzından çıkacak laf değil. Diyarbekir kokulu, Kayseri kokulu, Trabzon kokulu şiir olur mu Ziyacığım?[8]

 

Diyarbakır’ı Sevmek Bir Vazife…

Mektuplarına kardeşinin okuması için sık sık romanlar, Artist dergileri ekleyen Cahit Sıtkı, Ocak 1931 tarihli mektupta bir ağabeyin kardeşine verebileceği en güzel tavsiyeleri veriyor:

 

İstanbullu olmak, Diyarbakırlı olmak mesele değildir. İnsanda ince bir zevk olduktan sonra... bir köyde, bir kulübede bile doğmuş olsa her yerde ve her zaman kendini gösterir ve alkışlattırır. Onun için İstanbullu olmaya filan heves etme. Diyarbakırlı olduğunu istersen âleme ilan et... Katiyen ayıp değildir...

(…)

İstanbul çok güzel Nihal... Fakat içinde doğup büyüdüğümüz Diyarbakır daha güzeldir... Oranın topraklarında bize yakınlık var. Oranın taşları bize karşı hissiz değildir. Oranın havası ciğerlerimizi iftiharla şişirecek ne de olsa temiz, öz havamızdır. Oranın suları ancak bizim hararetimizi söndürebilir. O muhit içinde ancak biz varlığımızı gösterebiliriz. Ancak Diyarbakır denen yerde, yaşamanın ulviyetini kavrayabiliriz... Velhasıl şekerim, Diyarbakır’ı sevmek bir vazife ve hem de ihmal edilmeyecek mukaddes bir vazifedir.

Öyle bir dönem yaşıyoruz ki Misak-ı Milli'nin dışında kalan kim varsa dışarıda kaldığına şükredercesine pasaportunu öpüp başına koyar oldu. Daha dün Türkiye Cumhuriyeti topraklarını öperek sınırdan giren soydaşlarımız, kabul edin ya da etmeyin bugün en şanslılarımız. Türk vatandaşıysan en kötü araca 4-5 kat fiyata biniyorsun. Türkiye'den başka hiçbir AB ülkesinde çalışamıyorsun. Seyahat edemiyor, etsen de gavur parasına dünya kadar para veriyorsun, onunla da kalitesiz ortamlarda kalitesiz bir tatil yapıyorsun...

Çünkü helal kazancın bu kadarına yetiyor. Helal kazanıp kendi ülkende adam yerine konmuyorsun ki gavurda değerin olsun. Bulgaristan'da aynı aracı 2.000 euroya alabiliyorken burada 10 bin euroya alıyorsun. Dünün uyduruk Gürcistan'ında sümüğünü silmeyeceğin Lari, TL'den daha değerli. Dubai'de otellerde turistlere masaj yapan filipinli göçmenlerden daha geleceksiz bir gelecek inşa ettik şu gençliğe. 

Kaybedenlerin ülkesinde kazananlar kulübüne geçmezseniz geleceğiniz yoktur. Sistem de sizi o kulüpte yer almazsan hor görmeye veyahut hiç görmemeye şartlanır.

Bunlar işin en basit kısmı. İşin en zor kısmı ise topraklarımıza aldığımız insanlarla ne kadar yaşamak zorunda olduğumuzu bilemememiz. Az buz da değil. 1 milyon olsa dersin evet eritiriz, sindiririz ama milyonlarca. Ama görüyorum ki gelen kültürünü koruyor. Türkleşmeyi sağlayacak bir ideal, bir politika da yok. Ümmetçilik tam gaz. Kulamparalığa, sosyal eşitsizliğe, liyakatsizliğe, talana (arazi, mülk), kadına şiddete, gençliğin geleceksizliğine kayıtsız kalanlar türbelerde filan evliyanın mezarı önünde rol kesiyor. Bir de tutup Peygamber döneminde halkın hurmadan başka yiyeceği yoktu ama ittiba ediyorlardı (tabi oluyor, sorgulamadan itaat ediyordu) diyor. Bu tiplere hoca, alim diye saygı göstermeye alışık bir kısım toplumsa biz düz ve gelişine konuşunca bize tepki veriyor.

Şuursuz işte. Halbuki bilse onun ve ondan türeyecek nesil için konuşuyoruz... Bir yanda inşaatta amelelik eden adamı görüyorum, bir yanda üç beş bahşiş almak için motorsikletle barsaklarını ilk kazada refüje saçacak kuryeyi görüyorum, bir yanda eminönünde taşa oturmuş lif satan teyzeyi, diğer yanda su satan çocukları, tespih satan engellileri görüyorum. 

Siha yapan, uçak gemisi yapan bir ülkede bunlar kabul edilebilir şeyler mi? Yoksa bizim değişmeyen gerçeğimiz aslında bunlar da bizler siha ve uçak gemisine bakarak mı başka dünyalarla avutuyoruz kendimizi?

İnsanların sefaletini gördüğüm her gün, yaşadığım ülkede şükrediyor ama onların bu sefaleti kanıksadığını, bunu yücelttiğini, bunu gelenek ve dinimizle meczedip kutsallaştırdıklarını görüyorum.

Toplum, kendilerine Allah'ın indirdiği emirler ile insan gibi yaşamak yerine sünni rahiplerin diliyle, fakirliği ile "sahabe" gibi yaşadığını sandığı sürece bu toplum da daha iyi şeyleri hak etmiyor.

Bu sebepten bu günlere dek kendimi sürekli sorumlu hissettiğim topluma ve gelecek nesle karşı daha az sorumlu hissediyorum. Başımıza sizler için bela alıyoruz farkında mısınız? Her konuşmamız ya mobbing ya bir yüksek yerden azar ya da "laflarına dikkat etsin" gibi şeylerle ödüllendiriliyor.

Buna ne kadar tahammül edebiliriz? Biz neyse, bizim gibiler neyse... geleceklerini bize yaslamış olan ailelerimiz, ağzının tadı bozulmasın diye buna tahammül etmeli mi?

Bu toplum için risk almak,konuşmak, problem yaşamaya değer mi? Rahat otur yerinde say paranı, ısır bifteğini paşam!

Bir yanda 30 derece sıcağın altında balyalar ve koliler yüklü arabasını sultanhamam ve mercan yokuşlarından çıkaran adamlar, bir yanda Anadolu'da taşra bürokratı olmak için parti yaygarası yapan tipler ve her geçen gün daha da azalan çiftçilerimiz ve kendisini besleyemeyen bir ülke olma gerçeğimiz?

Bir diğer yanda ise tüm yukarıda saydığım kişilerin tersine alın teriyle para kazanmak nedir hayatında hiç bilmemiş, öğrenmemiş cüppeli tiplerin demeçleri ve toplumda gördükleri saygıya bakıyorum. Hayır efendiler. Saygının adresi bu tipler değil. Saygının adresi "tensipleriyle" bir yerlere gelmiş tipler de değil. Saygıyı bu geleceği çalınmış millete göstereceksiniz.

Aslında o milletin de genelinin beyin ve düşünce dünyasındaki fakirliği, yozluğu ve çölleşmeyi görünce ona da saygı duymak için motivasyonunuz kalmıyor

Lakin soruyorsunuz bu sefer "Peki beni bu topraklara ait kılan ne kaldı? Bu ülke, bu vatan dediğim topraklara sadece coğrafi bir bağlılık mı hissediyorum? Bu siyasi sınırlar içerisinde egemen kalabilmiş bir ülkenin ve ona sembol olan ve şu ana dek stresten başka bir şey vermemiş değerlerini ne kadar taşıyabilirim?" Diyorsunuz. Bayrağın ağır bir tarafı yoktur. Değer görmemek ağırlaştırır o bayrağı... bu duygular iter insanı ihanete. Tüm bunların ağır geldiği bir yüzyılda insanları ihanete iten bir liyakatsizlik, cıvıklık, üretilen her şeyi değersizleştiren bir çöküş psikolojisi ve cehaletin prim yaptığı ve cahillerin koltuk aldığı ortamlarda kim ülkesi için ne üretmek isteyebilir ki?

Ümmet bilincinin cemaat bilincine yenildiği, vatanseverliğin partizanlığa, ilmin cehalete, ahlakın fırsatçılığa, liyakatin sadakate yenildiği her toprak, ahlaklı ve dürüst insanın hapishanesidir.

Dürüst bir insanın korkak olmasını da anlayabilirim. Dürüstlük ve cesaret nadiren aynı kişide buluşur.

Hatta dürüst, cesur ve zeki kimseler en azlarıdır. Bunların da çoğu eceliyle ölmez.

Çünkü bunlar tüm rantçıların, tüm hırslı cahillerin düşmanıdır. Dünyada hırslı adamdan daha tehlikelisi ise, cahil ve hırslı olan adamdır. Çünkü hırsının, sebep olacağı distopik öngörüleri yoktur. Başkalarına ve ülkeye vereceği zararları düşünmez.

Kurduğu zenginlik ile dolu dünyadaki rüyalarına giden yolda bu tip insanların yoluna çıkıp da çiğnemeyeceği papatyalar, ezmeyeceği güller, kırmayacağı fidanlar, kesmeyeceği çınarlar yoktur.

Gözünüzün yaşına bakmaz, biçer ve geçer.

Bir anda gelişen zenginliğin dünyası acımasızdır. Çobanı zengin yaparsan herkesi koyunu gibi görür.

Zengin çobanlar, zengin rahipler, tok kötüler, aç iyiler, korkak dürüstler, itilmiş alimler, yüceltilmiş cahiller... bunların hepsi aslında tek bir ülkenin bileşenleridir. Bitik ülkelerin belirtileridir.

En mahrem dağlarını afgan çobanlara teslim etmiş bir ülke olduk. Kim bilir kaç mağarasının yerini? Bilmiyor gençliğimiz yaşadığı şehirler ve köylerde. Kaç yerde terörist gezse onun aksanını anlamayıp terörist olduğunu bile askere söylemeyecek tipleri doldurduk ülkeye çoban diye.

Geçen her gün daha az eskisi gibiyiz. Her gün yarından genç, ama yarından daha zenginiz. 

Hala küçük Erbakan'ın laflarını konuşanları görüyorum. Asgari ücret 15 bin olsun, 20 bin olsun diyenleri görünce hayrete düşüyorum.

Ülkede euro belli, dolar belli. Giren doğrudan yatırım çok az. Dünya sermayesi faiz dışında ülkeye para emanet etmek istemiyor. Bu ülkede döviz belliyken istediğin kadar asgari ücreti belirle. Yine yiyeceğin ekmek, et bellidir.

İngiltere'de, Dubai'deki adam eti 120-150 liralara yerken sen niye yiyemiyorsun? Bunu soracak olan ben değilim. Etin yerine yumurta, mercimek, nohut da ikame edebilirsin. Ama bir ülkede fakirin et yemesi değil, beyin tabakasının kitap alamaması daha acıdır. 

Kitabı yumurta ve nohutla ikame edemiyorsun çünkü.

Gelelim iktidara, bu iktidardan bahsetmiyorum. Genel manada dünyada iktidarlar en fazla 10 sene sürmelidir. Dünyada hiçbir GELİŞMİŞ DEMOKRASİDE 20 yıl, bir iktidar yönetimde kalamaz. Almanya'da KOHL 18 sene kaldı ama ikinci bir Kohl'e izin verilmedi. Çünkü soyadın manası gibi LAHANA misali iç içe geçmiş ilişkilerle anılırdı Helmut KOHL. Bu lahanaların içerisi böcekler, gizli ilişkiler, kuytu gözeneklerle doluydu. Almanya'daki eyalet sistemi sebebiyle sınırsız bir yetkiye sahip olamadı Kohl ama onlara birleşik bir Almanya bıraktı. Bu biraz da tarihi süreci iyi kullanmasına borçluydu. Uzun süre iktidarda kalırsanız tarihin şanslı dönemlerinde bazen topu baskete yolladığınız da oluyor, ıskaladığınız da...

Bir sene yaşamayan bebek, dört mevsimi göremez. 
Görmeniz için uzun yaşamanız lazımdır. Her zaman iyi yöneterek değil bazen talihiniz iyi gider kazanırsınız bazen de talihi satın alırsınız.

Uzun iktidarlar da iyi değildir çünkü bir süre sonra halka sorumlu olduklarını unutur, İktidarın mutlak sahibi olduklarını, bunun için görevlendirilmiş olduklarını düşünürler. Kanuni döneminin Osmanlı'da çürümenin esas başladığı dönem olduğunu bir çoklarınız okumuştur.

Diğer yandan da insan doğal olarak soruyor. Kim gelsin? 20 yılda gelmesi muhtemel "cesaret, zeka ve dürüstlük" dediğimiz üç mühim bileşene sahip olup da bu günlere gelebilen kaç kişi kaldı? Kaç kişiye bu günlere gelebilmesi için "müsade edildi"?

En iyilerin bu dünyadaki kaderi ya Hz.Ali gibi suikaste uğramak, ya Hz.Ömer gibi camide hançerlenmek, veyahut Hüseyin gibi aldatılmak, halkı tarafından satılmak ve garip ölmektir... 

Irak, Kufe'de 3 bin kişi mektupla davet ediyor, seni Halife istiyoruz diye çağırıyorlar Hz.Hüseyin'i... sonra Muaviye'nin oğlu Yezid'in adamları gelince biz böyle bir şey demedik, Yezid'e tabiyiz diyorlar... Hazreti Hüseyin, Kufe'ye giremiyor. 70 adamıyla 4500 kişilik Yezid ordusuna mağlup oluyor... Bu tarz bir rakam farkı için mağlup olmak kelimesi yanlış. Katliama uğruyor zavallı.

Kufe de bunu Hazreti Hüseyin'i çok sevdiği için değil, Emevilerin Başkenti Şam'a taşıması ile Kufe'nin gelirlerinin düşmesi sebepli hoşnutsuzluklarından dolayı istiyorlardı

Emevilik o dönemden sonra Müslüman dünyasının geleceğini belirlerken sünniliğin de karakterine dönüştü. İktidara gelen, Muaviye gibi "zaten bana aitti" kafasıyla her tür demokrasiyi hanedana çeviriyor. Rövanşizm olmaması için de iktidarda kalmak için ne gerekirse yapılıyordu. BenAli, Mübarek,Saddam hep böyle kaldı. Yani her sünni liderin içerisine bir Muaviye kaçıyor ve her sünni devlet, sünni dünyanın liderliği için E'muaviyye imparatorluğuna öykünüyordu

Şükür ki bunlara çok uzak, bu tür 3.dünya örneklerine yabancı, oturmuş bir demokrasiye sahibiz. Sonuçta 3 bin yıllık devlet kültürü var

Ne kadar şükretsek azdır🤲ٱلْحَمْدُ لِلَّٰه

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye'de Yaşayan Zenciler

Müşür Nedir, Ne İşe Yarar?

Hükümetler Tarafından Gerçekleştirilen Tarihin En Büyük Altın Soygunları