deneme 144
"Araplar VII. yüzyılda Akdeniz bölgesine ulaştıklarında, Nasturilerin de geri kazanım çalışmaları yoluyla, Bizans ve Pers uygarlıklarının kültürel mirasıyla temas ederler. Atina Akademisi'nin 529 yılında kapanmasıyla Yeni-Platoncu filozofların da sığındığı Cundişapur'daki kraliyet akademişi İslam İmparatorluğu'nun ilk bilimsel merkezi haline gelir; birçok âlim sonraki yıllarda buradan başkent Şam'a geçecektir. İslam kültürünün altın çağı, 750 yılında halifeliği ele geçiren ve Bağdat'ı başkent yapan Pers asıllı Abbasi hanedanının krallığıyla aynı döneme denk gelir; nitekim 750 ile 850 yılları arasında Süryaniceden yapılan tercümelerin sayısında büyük bir artış olur, sonraki 100 yıl içerisinde de antikçağ felsefe ve bilim kültürünün Arapça olarak geri kazanılması süreci başlar.
Meritokrasi, yönetim gücünün, yetenek ve kişilerin bireysel üstünlüğüne yani liyakata dayandığı yönetim biçimidir. Bu yönetim şeklinde idare gücü, üstün özellikleri olduğu düşünülen kişiler arasında paylaştırılmaktadır, kayırma yoktur. Özellikle kamu yönetiminde daha bilgili ve yetenekli kişilerin seçilmesi ve yine hizmet içindeki ilerleme ve yükselmelerinin bilgi, başarı ve yetenek kıstaslarına göre yapılmasını amaçlar. Osmanlı Devleti'ndeki Devşirme sistemi buna benzer bir örnek olarak gösterilebilir.[1]
Kökeni
Değiştir
Meritokrasi sözcüğü ilk kez Britanyalı sosyolog Michael Young'ın hiciv tarzındaki eseri İngilizce: Rise of the Meritocracy (Meritokrasinin Yükselişi)'nde geçmektedir.[2][3] Bu kelime Latince Latince: meritum ile Yunanca kratein (Yunanca: κρατεῖν) sözcüklerinin birleşmesinden oluşmuştur. Meritum; yeterli ve değer anlamına, kratostan türeyen krasi ise güç, etki ve kuvvet anlamına gelmektedir. Sözcükler birleşince ortaya çıkan sözcük ise toplumda değerlilerin, seçkinlerin güçlü ve etkili olmasını savunan bir görüşün adıdır. Dolayısıyla üst kademelerde zekâ, çalışkanlık ve diğer meslekî hünerleri bulunan kişilere yer verilmesi anlamına gelmektedir.
Sistem
Değiştir
Liyakat sistemi (İngilizce: merit system), siyasi kayırmacılık sisteminin uygulamada olumsuz sonuçlar vermesi neticesinde ortaya çıkan bir sistemdir. Sistem, 1883 tarihli “İngilizce: Pendleton Act”in ABD’de uygulanmasıyla başlanmıştır. Kayırma sisteminin ortaya çıkışından itibaren geçen zaman içinde devletin rolü büyük ölçüde değişmiştir. Devletin geleneksel düzenleyicilik işlevleri hem hacim yönünden katlanarak artmış, hem alan itibarıyla son derece genişlemiş; bunun sonunda devlet yeni ve büyük sorunlar üstlenmiştir. Devletin bu yeni görevlerini yerine getirebilmek için modern kamu personeli, zamanımızın sosyal, ekonomik, bilimsel ve teknik problemlerini çözme gücüne sahip olmalıdır. Bu ihtiyaçlarla ve sorunlarla karşı karşıya kalan devlet, bunları çözümleme sorumluluğunu üzerine almış ve “liyakat sistemini” geliştirmiştir. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi, yazarın Kamu ve Kamu Personeli kitabında bulunmaktadır.
Ayrıca sosyolog Melvin Tumin'in ifade ettiği üzere meritokrasi, toplum içerisinde bireylerin yetenekleri ölçüsünde rol almaları durumudur.
İngiltere merkezli Meritocracy Party, beş maddeden oluşan bir manifesto yayımlamıştır.[4] Bu maddeler şu şekildedir:
Kayırmacılık yoktur: Ailenizin değil, sizin kim olduğunuz önemlidir.
Yandaşçılık yoktur: Başkalarının sizin için ne yapabildiği değil, sizin ne yapabildiğiniz önemlidir.
Ayrımcılık yoktur: Cinsiyet, ırk, din, yaş, geçmiş önemsizdir. Yetenek her şeydir.
Eşit imkânlar: Herkesle aynı noktadan başlar ve yeteneklerinizin sizi götürdüğü yere gidersiniz.
Tatminkar erdemler: En başarılı insanlar, en yüksek tatmine erişirler.
Eleştiriler
Balibar ve Wallerstein tarafından, nepotizmaya karşı ilerici uygulamaları olduğu vurgulandığı halde kapitalist toplum yapısından dolayı iyi eğitime ulaşmayı sağlayacak maddi imkânların yarattığı ayrıcalıkla iyi eğitilmiş olanın daha yetenekli ve zeki olanın önüne geçmesine neden olduğu gerekçesiyle eleştirilmiştir.
Cündişapur (Farsça: جنديشاپور), günümüzde İran'ın Huzistan Eyaleti sınırları içinde bulunan eski bir şehir.
Cündişapur
Cündişapur'un İran'daki konumu
Cündişapur Antik Kenti
Şehir, Sasani Devleti'nin ikinci hükümdarı I. Şapur tarafından kurulmuştur ki şehrin yerini de bizzat kendisi belirlemiştir. I. Şapur, 259 yılı sonları ya da 260 yılı başlarındaki Edessa Muharebesi'nde Roma İmparatoru Valerianus'ı bozguna uğrattı ve 70.000'e yakın Roma askerini esir aldı. I. Şapur'un emriyle bu esirler Cündişapur'a yerleştirildi. Daha sonra Suriye'de bulunan sanatçı ve bilginler, Edessa'dan (günümüzde Urfa) sürülen Nestûrîlerve Atina'dan sürülen Yeni Eflâtuncu filozofların da buraya yerleştirilmesiyle şehir bir bilim merkezi olmaya başladı.
Hükümdar I. Hüsrev şehirde tıp ve felsefe öğretimi yapan bir okul açtırdı. Aristo ve Eflâtun’un bazı eserleriyle Kelile ve Dimne bu devirde Farsçaya çevrildi ve Fars edebiyatı altın devrini yaşamaya başladı. Yine şehirde Aramice eğitim yapan tıp okulunda Yunan ve Hint doktorlar görev yapmaktaydı.
Etimoloji
Değiştir
Farsça Gondēšāpūr (veya Gundēšāpūr) kelimesinden gelmektedir. Šāpūr, "Pencere" anlamına gelmektedir. Gund-dēz-i Shāpūr bir başka kaynağa göre ise Şapur, "Askeri kalesi" anlamında da kullanıldığı görülmektedir. Klasik Süryanice, "Kasaba" denilen (ܒܝܬ ܠܦܛ) (Beth Lapaṭ); Yunanca "Bendosabora" olarak; Arapça: شابور Jundaysābūr جندي; ve Yeni Farsça: گندیشاپور olarak geçer.[1]Ya da Gund-dēz-i Shāpūr,"Shapur askeri kalesi" anlamına da gelebilir.[2]
İslam devri
Değiştir
Şehir, 638 yılında halife Ömer zamanında savaşmadan Müslümanlarca alındı. Müslümanlar bilim ve tıp merkezi haline gelen bu şehre gereken önemi verdiler ve şehir İslam hakimiyeti zamanında da önemli bir merkez olmayı sürdürdü. Özellikle İslam dünyasında adından söz edilen pek çok doktor burada yetişti.
877 yılında Saffariler tarafından alınan şehir bu dönemde başkent oldu. Büveyhîler zamanında taht kavgaları sırasında birkaç kez el değiştiren şehir nihayetinde 1055’te Selçuklu devletinin idaresine geçti. Fakat bu bölgedeki istikrarsızlık ve savaşlar yüzünden şehir eski önemini kaybetti.
Şehir kalıntıları Dezful ile Şuşter şehirleri arasında, Dezful'un 14 km. güneydoğusunda, 39 numaralı karayolundan biraz içeride bulunmaktadır.
Sözelciliğin sayısalcılıktan farkı burada başlıyor aslında. Aynı indirgemeyi bir fizikçi, matematikçi, veri bilimcisi vs. yapsa anında yanlışlandığını görür ve boyunun ölçüsünü alır. Sözelcilerde daha kontrolsüz bir arazi var. Tespitleri havada uzun süre süzülebiliyor.
Bir benzerini Talat Tekin için söylerim. Türk lehçelerinin/dillerinin tamamen ayrık olduğunu kendince "deneylerle ispatladığı" bir makalesi vardır ki sayısalcı gözüyle bakınca içler acısıdır. Ama adam o makaleyle sahasında bir paradigma oturtmuş ne yazık ki.
Ömer Seyfettin (11 Mart 1884, Balıkesir - 6 Mart 1920, İstanbul), Türk yazar, şair, asker ve öğretmen. Türk edebiyatının önde gelen hikâye yazarlarındandır. Türk kısa hikâyeciliğinin kurucu ismi, ayrıca edebiyatta Türkçülük akımının kurucularından olup Türkçede sadeleşmenin savunucuları arasındadır.
Ömer Seyfettin
1319 (1903)
Doğum
11 Mart 1884
Gönen, Balıkesir, Osmanlı İmparatorluğu
Ölüm
6 Mart 1920 (35 yaşında)
Üsküdar, İstanbul, Osmanlı İmparatorluğu
Defin yeri
Zincirlikuyu Mezarlığı, İstanbul
Meslek
Şair, öğretmen, yazar, Türkolog, asker ve veteriner hekim
Milliyet
Türk
Eğitim
Askeri Baytar Rüştiyesi
Edirne Askeri İdadisi
Mekteb-i Harbiye-i Şahâne
Edebî akım
Türkçülük
Etkilendikleri
Ziya Gökalp
Askeri kariyer
Bağlılığı
Osmanlı İmparatorluğu
Branşı
Osmanlı ordusu
Hizmet yılları
1903-1914
Rütbesi
Mülâzım-ı evvel
Birimi
3. Ordu
Batı Ordusu
İzmir Redif Tümeni
Komutası
Kuşadası Redif Taburu
Çatışma/savaşları
İlinden İsyanı
Trablusgarp Savaşı
Balkan Savaşları
I. Dünya Savaşı
Ödülleri
Yaşamı
Değiştir
"Eskiden Türk milletini parçalayan iki kuvvet vardı:
1- Rus pençesi
2- Milli gaflet.
Birinci kuvvet artık kırıldı. Fakat ikinci kuvvet hâlâ duruyor. Bu kuvvete karşı uğraşmak, bugün bütün milliyetini idrak etmiş Türkler için farzdır."
11 Mart 1884 yılında Gönen, Balıkesir'de doğdu. Yüzbaşı Ömer Şevki Bey'le, Fatma Hanım'ın ikisi küçük yaşlarda ölen dört çocuğundan biridir. Öğrenimine Gönen'de bir mahalle mektebinde başladı. Ömer Şevki Bey'in görevinin nakli dolayısıyla Gönen'den ayrılan aile, İnebolu ve Ayancık'tan sonra İstanbul'a geldi.
Ömer Seyfettin, önce Mekteb-i Osmanî'ye, 1893 ders yılı başında Askerî Baytar Rüştiyesi'nin subay çocukları için açılmış özel sınıfına kaydedildi. Bu okulu 1896'da tamamlayarak Kuleli Askeri İdadisi'ne yazıldı. Daha sonra Edirne Askeri İdadisi'ne nakil olarak eğitimine, arkadaşı Enis Avni ile birlikte burada devam etti.[2] İlk edebi çalışmaları olan şiirlerini Edirne’deki öğrenciliği sırasında yazdı.[3]
1900'de idadîyi bitirerek İstanbul'a döndü ve Mekteb-i Harbiye-i Şahâne'ye başladı. İstanbul’da Mecmua-i Edebiye dergisinde şiirlerinin yayımlanmasıyla yayın dünyasına girdi. Tenezzüh adlı ilk hikâyesi bu dönemde, 13 Nisan 1902 tarihinde Sabah dergisinde yayımlandı. 9 Ağustos 1903 yılında Makedonya'da çıkan karışıklık üzerine "sınıf-ı müstacele" denilen bir hakla okulundan sınavsız şekilde, 19 yaşında mezun oldu.
İzmir Hayatı
Değiştir
Ömer Seyfettin, mezuniyetten sonra piyade asteğmeni rütbesiyle, merkezi Selânik'te bulunan Üçüncü Ordu'nun İzmir Redif Tümeni'ne bağlı Kuşadası Redif Taburu'na tayin edildi. İzmir’de bulunduğu sırada, Makedonya’da başlayan başkaldırıyı bastırmak üzere Selanik’e ve Manastır’a gönderildi, bu bölgede görev yaptı. Buradaki görevinde gösterdiği başarılardan dolayı Altın ve Gümüş olmak üzere iki Liyakat Madalyası ile ödüllendirildi. 1906'da İzmir Jandarma Okulu'na öğretmen olarak atandı. Bu vesileyle İzmir'deki fikrî ve edebî faaliyetleri ve bunlar içerisinde yer alan gençleri tanıma fırsatı buldu. Nitekim batı kültürünü tanıyan Baha Tevfik'ten Fransızca bilgisini artırmak için teşvik gördü; Necip Türkçü'den ise yalın Türkçe ve milli bir dille yapılan millî edebiyat konusunda fikirler edindi.
Selanik ve Genç Kalemler dergisi
Değiştir
Ocak 1909'da Selânik Üçüncü Ordu'da görevlendirildi. Manastır, Pirlepe, Köprülü, Cumâ-yı Bâlâ kasaba ve köylerinde görev yaptı.[2] Razlık (günümüzde Bulgaristan'da bulunan bir şehir) kasabasının Yakorit köyünde bölük komutanlığı yaptı. Balkan çetecilerinin Türk düşmanlığını dile getirdiği Bomba, Beyaz Lâle, Tuhaf Bir Zulüm adlı hikâyeleri bu görevleri sırasında edindiği izlenimler sonucu yazdı. Yazıları ve hikâyeleri İstanbul’da ve Selanik’te çıkan çeşitli dergilerde takma isimlerle yayımlandı. Ali Canip’e yazdığı meşhur mektubu da bu sırada Yakorit’te yayımlanmıştır. Ömer Seyfettin’in dil konusunda görüşlerini özetleyen bu mektup, Yeni Lisan hareketinin başlamasına vesile olmuştur.
1910 yılında Ziya Gökalp’in de arzu ve tavsiyesi ile tazminatını ödeyip askerlik görevinden ayrıldı. Hayatını yazar ve öğretmen olarak sürdürmek üzere Selanik’e yerleşti. Rumeli’nin tek Türk bilim ve edebiyat dergisi olarak Selanik'te çıkarılan Hüsün ve Şiir dergisinin ismi, Akil Koyuncu'nun istek ve ısrarı üzerine Genç Kalemler'e çevrildikten sonra 11 Nisan 1911'de Ömer Seyfettin'in Yeni Lisan isimli ilk başyazısı imzasız olarak yayınlandı.
Balkan Savaşı ve esaret
Değiştir
Genç Kalemler yazı heyetini oluşturanlar, Balkan Savaşı'nın başlaması üzerine dağılmak zorunda kaldı. Ömer Seyfettin’in sivil hayatı bir yıl kadar sürmüştü. Yeniden orduya çağrılan yazar, Yanya Kuşatması sırasında, Kanlıtepe'de 20 Ocak 1913 tarihinde 21 askeriyle birlikte esir düştü.
Atina yakınlarındaki Nafliyon kasabasında geçen ve 28 Kasım 1913 tarihinde sona eren on aylık esareti sırasında sürekli okudu. Mehdi, Hürriyet Bayrakları gibi hikâyelerini bu dönemde yazdı. Hikâyeleri Türk Yurdu'nda yayımlandı. Esareti süresince gerek okuyarak, gerekse yazarak, yazarlık hayatı için önemli olacak tecrübeler kazandı.
İstanbul ve Türk Sözü dergisi
Değiştir
Ömer Seyfettin, 15 Kasım 1913'te esareti bitince İstanbul'a döndü. Bir yıl kadar sonra, 23 Şubat 1914'te askerlikten ayrıldı ve Kabataş Sultanisi'nde edebiyat öğretmenliği görevine girerek, yazarlık ve öğretmenlikle hayatını kazanmaya başladı. Türk Sözü dergisinin başyazarlığına getirildi ve burada Türkçü düşüncenin sözcülüğünü yapan yazılar yazdı.
1915'te İttihat ve Terakki Fırkası ileri gelenlerinden Doktor Besim Ethem Bey'in kızı Calibe Hanım'la evlendi. Bu evlilik Fahire Güner isimli bir kız çocuğuna rağmen, 3 Eylül 1918'de sonlandı ve Ömer Seyfettin yeniden yalnızlığa döndü. Gerek bozulan evliliği gerekse I. Dünya Savaşı yenilgisini görmesi onu etkiledi. Anadolu’da uzun seyahatlere çıkarak bu olumsuz havadan kurtulmaya ve her hafta en az bir hikâye yazmaya çalıştı.[4]
Son yılları
Değiştir
1917'den ölüm tarihi olan 6 Mart 1920'ye kadar geçen zamanda, birçok olumsuz duruma rağmen verimli bir hikâyecilik döneminin içinde olmuştur. Bu dönemde on kitap dolduran yazar, 125 de hikâye yazdı. Hikâye ve makaleleri Yeni Mecmua, Şair, Donanma, Büyük Mecmua, Yeni Dünya, Diken ve Türk Kadını gibi dergilerle Vakit, Zaman ve İfham gazetelerinde yayınlandı. Bir yandan da öğretmenlik görevini sürdürdü.
Ömer Seyfettin'in Zincirlikuyu Mezarlığı'ndaki kabri.
Ölümü
Değiştir
23 Şubat 1920'de hastalığı ağırlaşan Ömer Seyfettin, Üsküdar'daki Haydarpaşa Numune Hastanesi'ne kaldırıldı. 6 Mart 1920'de 35 yaşında hayatını kaybetti. Önceden teşhis edilememiş olmakla beraber, yapılan otopsi sonucunda hastalığının diyabet olduğu belirlendi.[2] Hastanede kimsenin ziyaret etmemesi ve cenazesine sahip çıkılmaması nedeniyle kimsesiz olduğu düşünülen Ömer Seyfettin'in naaşı, tıp fakültesi öğrencilerinin dersinde kadavra olarak kullanıldı.[5] Naaşının kadavra olarak kullanıldığı fotoğraf bir gazetedeki tıp haberinde yayımlanınca Ömer Seyfettin'i tanıyanlar hastaneye gitti fakat Seyfettin'in başının gövdesinden ayrıldığı anlaşıldı.[6] Ancak bu iddia bahse konu görselin 1890 yılında Mekteb-i Tıbbiye’de (Tıphane-i Amire) çekilmiş bir kadavra görüntüsüne ait olduğu anlaşıldığından yalanlanmıştır (Gettyimages‘ta fotoğraf için “Skeletons, organs, and a dissemboweled cadaver surround Turkish medical students and faculty. Istanbul, 1890s. | Location: Faculte Imperiale de Medicine Civile, Istanbul, Turkey. (Photo by Abdullah Freres/Library of Congress/Corbis/VCG via Getty Images)” notu sunulmuş).[7][8] Ayrıca Ali Canip Yöntem ve Halit Fahri Ozansoy, Ömer Seyfettin’i öldüğü gün dahi ziyaret ettiklerini aktarmaktadır.[9] Naaşı önce Kadıköy Kuşdili Mahmutbaba Mezarlığı'na defnedildi. Daha sonra buradan yol geçeceği veya bölgeye araba garajı yapılacağı gerekçesiyle mezarı, 23 Ağustos 1939'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kararıyla Zincirlikuyu Mezarlığı'na nakledildi.
Ölümünden sonra
En yakın arkadaşı Ali Canip Yöntem, onun hayatını ve mizacını anlatan, en kuvvetli hikâyelerini içeren Ömer Seyfettin ve Hayatı adlı bir kitap yazdı ve bu kitap 1935 yılında yayımlandı. Kısa bir süre sonra da bütün hikâyeleri bir kitap serisi halinde basıldı. Bu hikâyeler günümüzde de okunmaktadır.
Etkisi
Ömer Seyfettin'in hikâyelerinde kullandığı çocuk teması, eğitsel bakış açısı ve modern Türk hikâyeciliğine etkisi, türkçe öğretimine katkıları akademik çalışmalara konu olmuştur.
Düşünceleri
Evrim kuramına bakış açısı
1839’da Tanzimat Fermanı ile başlayan Türk modernleşmesi[15] Jön Türk’lerin genellikle Fransız ağırlıklı entelektüel kaynaklardan beslenmesi ve İttihat Terakki kadrosunun düsturu haline gelen 19. yüzyıl pozitivizmi ile güçlü bir “bilimci” damara sahip olanların bir hareketi olagelmiştir.[16] Ömer Seyfettin de bu gelenekten gelen, ancak kuşağının, yüzünü batıya çeviren yüzeysel ve kaba çoğunluğundan farklı kişiliklerinden biridir.[17] 19. yüzyıl Türk modernleşmesi entelijansiyası, kabalaştırılmış biçimiyle Darwin ve evrimden de haberdardır. Bu kaba Darwinizm, modernleşme aktörlerinin devindirici motifleri arasında önemli bir yere de sahiptir.[18][19]
Bu dönemde, kuşağını etkileyen felsefi, edebi, siyasi ve bilimsel kuramların farkında olan yazar, Darwin’i ve dönemindeki evrim anlayışını içinde barındıran iki öykü ile karşımıza çıkmaktadır. (4). Bunlar, Gizli Mâbet kitabında yer alan "Kesik Bıyık" ve "Pireler" adlı öyküleridir.[20]
Kesik Bıyık
Seyfettin'in, "Kesik Bıyık" adlı öyküsünden bir kesit şu şekildedir;
“Darwin denilen herifin sözüne inanmalı. Evet, insanlar mutlaka maymundan türemişler! Çünkü işte neyi görsek hemen taklit ediyoruz; oturmayı, kalkmayı, içmeyi, yürümeyi, durmayı, hâsılı hâsılı her şeyi…”
Pireler
Seyfettin'in, Gizli Mâbet kitabındaki bir diğer öyküsü olan ve özellikle Darwin sonrası maddi dünya algısını bir şekilde içeren akılcı Batı tıbbı karşısında eski usul hekimliğin yerildiği, "Pireler" adlı öyküsünden bir kesit şu şekildedir;
“Siz istersiniz muska…siz istersiniz üfürük…Siz istersiniz ilâç! Halbuki hastalıkların evvelâ sebeplerini bulmak lazım! Bu sebep bulununca şifâ bulundu demektir! Senin köpek hasta, niçin?…Allah dünyada hiçbir hayvanı, hiçbir âzâyı vazifesiz yaratmadı. En fena hayvanların, en muzır mikropların bile vazifeleri vardır. Dört ayaklı hayvanlar çok tembeldirler. Allah bunların üzerine pireleri koydu. Niçin? Uyandıkları zaman rahatsız olup tekrar uyumamaları için…Bu pirelerin ısırmalarından kaşınarak hareket, yani jimnastik yapmak için…Siz ne yaptınız? Bu köpeği yıkadınız. Üzerine kolonya sürdünüz. Vücudunda hiç pire kalmadı. Rahat uyumağa başladı. Uyandı tekrar uyudu. Uyandıktan sonra onu uyutturmayacak hayvanlar üzerinde yoktu. Uyuya uyuya iştahı kapandı. Midesi bozuldu. Yemedi, içmedi, hareket etmedi. Vücudu toksin doldu. Hastalandı. Bir ay daha üzerine pire koymaya idiniz, açlıktan halsizlikten ölecekti!…”
“…sonra sineklere, farelere, vızvızlara, kedilere geçti. Küçük buzağıları koşturmak için tabiat, burunlarının dokunamayacağı bir yere, meselâ kuyruklarının dibine bir takım muacciz (taciz eden) sokucu sinekler musallat ediyordu. Darwin’in hakikatlarını dinliyordum…”
Ömer Seyfettin, "Pireler" öyküsünde bahsettiği, Osmanlı’ya dek akseden, “Darwin’in hakikatları” olarak tanımladığı bu kavramsal çerçeve, aslında döneminde Darwin’e de çok yabancı olmayan; evrimsel biyolojinin işleve ilişkin açıklama biçimlerine önemli bir süre egemen olan uyarlanma (adaptasyon) kavramına karşılık gelmektedir. Bu görüşe göre her canlının, canlıdaki her bir organın bir işlevi bulunur. Bu işlevi tanımlayan ise, canlıların içine doğdukları, onların biyolojisinden bağımsız çevrelerin oluşturdukları çözülmesi gereken sorunlardır.
Türk edebiyatı
Ruşen Eşref Ünaydın'ın 1918'de yayımlanan "Diyorlar ki" adlı kitabında bulunan mülakatında Ömer Seyfettin, kendisini etkileyen edebiyatçılardan şöyle bahsetti:
"Şinasi'den sonraki edebiyata gelince, Kemal Bey'i (Namık Kemal) çok sevdim. 'Evrâk-ı Perîşân'dan sayfalar ezberledim. Bana hayatiyet veren; beni iyiye, doğruya, güzele samimiyetle alakadar eden Kemal'dir sanıyorum. Ne yalan söyleyeyim, Hâmid'i (Abdülhak Hamit Tarhan) pek o kadar anlayamıyorum. Ekrem Bey'e (Recaizade Mahmud Ekrem) gelince, Nijad'ı için yazdığı şeylere hâlâ bayılırım. Ne müessir şeylerdir. Fikret!.. (Tevfik Fikret) İşte bana 'mükemmellik' iştiyakını veren! İdadiye mektebinde iken hep 'Rübab'ı okuyordum. Halid Ziya, bizim ilk üstadımızdır. Ben bir gece hiç uyumamış, sabaha kadar 'Bir Ölünün Defteri'ni okumuştum. Onun yalnız lisanı skolastiktir. Yoksa tekniği öyle kuvvetlidir ki Avrupa'nın cenûb-ı şarkîsinde; mesela Romanya'da, Sırbistan'da, Bulgaristan'da, Yunanistan'da o kuvvette bir romancı yoktur."
Seyfettin, kendini tanımlayıp dönemin edebiyatının eleştirisini yaparken ise şu ifadeleri kullandı:
"Bana gelince, ortaya esaslı bir eser koymadan sanatkârlık hülyasına kapılmam bile! Edebiyatımızın şiarı, 'Çok laf, az eser!'dir. Ben şimdilik bu şiarı bozmaya çalışıyorum. Ağustos böceği gibi öterek yan gelmekten ise karınca gibi çalışmak daha iyi değil mi? Şimdiye kadar öttüğümüz elverdi. Biraz da iş yapalım ki çorak edebiyatımız şenlensin. Değil mi?"
Yorumlar
Yorum Gönder