deneme 145


Eşitsizlik: İşçi Arıların Dünyasına Doğru
Dünyada finans kapitalizmin yarattığı eşitsizlik woke kültürüyle birleşerek ortalama insanı aidiyetsiz ve savunmasız bir işçi arıya dönüştürmeyi hedefliyor.

Thomas Malthus “Gıda üretim hızımızdaki artış, nüfus artışımızla paralel gitmiyor. Bu, düzenli döngüler halinde krizler yaşamamız demek” dediğinde, dönemi ve döneminden önceki tarihin hakikatlerine tam isabet oturan bir tespit yapmıştı. Fakat tam tersi olduğunda? Endüstri devrimi Malthus’un dayandığı temeli büsbütün ortadan kaldırdı. İnsanoğlu üretimi “ihtiyaç”tan soyutlayıp, kâra endekslediğinde ne olur? Üretim artışımızın hızı -şimdilik- nüfus artış hızımızın kat kat üstündeyse? Üretim araçlarını kontrol edenler için kâr maksimizasyonu arayışı beklendiktir, fakat üretim araçlarında çalışanların durumu git gide kötüleşiyorsa?

Buna benzer bir manzara, sanayi devrimi sonrasında İngiltere’de doğmuştu. Bu devrimin şehir olarak “çocuğu” olan Manchester’da 1773’te 24.000 olan nüfus, 1850’de 250.000 olmuş, yüz yıldan kısa bir sürede nüfusu on katına çıkan şehirdeki sefalet manzaraları ve basit geçimi bile karşılamayan bir para kazanabilmek için kölelerin dahi maruz kalmadığı bir sömürüye tabi olmak için can atan yığınlar, bu dönemde Manchester’da yaşayan Engels’e ilham vermişti. Komünizm, her ne kadar farklı öncülleri varsa da böyle doğdu: Mevcut manzaranın kabul edilemez olduğu aşikardı ve dönemin komünistleri radikal bir çözüm önerdiler.

Komünist çözüm uygulandığı her ülkede çıkmazlara girdi. Zira bu sistemde “teşvik” yoktu. İnsanoğlu neden çalışır? Daha önemlisi, neden keşif yahut icat yapar? Cevabı muhakkak “avantaj elde etmek için”dir. İcadın, keşfin, çalışman yahut aldığın risk seni ve soyundan gelenleri daha avantajlı hale getirmeyecekse, yalnız “iyi niyet”le, cemiyetin iyiliği, insanlığın onuru gibi soyut kavramlardan motivasyon bularak büyük gelişmelere öncülük etmek, sevgili Brian Hayden’in Status Pursuits in Prehistory, and the Condition We Are In makalesinde belirttiği gibi toplumun çok küçük bir yüzdesine tekabül eden insanların işidir. Merkezi planlamanın imkansız oluşu da devreye girince, komünist ülkeler teşvikten yoksun bir ekonominin işleyemeyeceğini milyonlarca insanın ölmesi, yetersiz beslenmesi ve dünyanın sunduğu en basit zevklerden bile mahrum kalması ile acı bir şekilde tecrübe ettiler.

Tarih boyunca görülüyor ki, eşitsizlik çoğu zaman sağlıklı bir toplumun alametidir. Toplumun büsbütün eşitlenmesi, ilkel dönemde “donmak”la aynı anlama geliyordu: Yine Hayden, insanoğlunun ve atalarının birkaç milyon yıl boyunca aynı kaldığına, ancak gıda fazlası üretecek icatlar yapıp “depolama”yı keşfettiğinde bunun değiştiğine dikkat çekiyor. Öte yandan, rakip topluluklarla çevrili bir toplum eğer -komünizmde olduğu gibi- zorunlu ve külli bir “eşitlik”i kurmaya çalışıyorsa, ciddi bir dezavantaj yaşıyor: Rakip toplumların eşitsiz yapısının yarattığı atılımlar, keşifler ve toplumsal piramit çok daha etkili bir organizasyon yeteneği getiriyor. Bu, basitçe eşit ve ölü olmak demek. (Modern komünist ülkeler bunun önünü “devletlerarası rekabet”le almışlardı. Kendi içlerinde rekabeti gerektirecek bir teşvik yoktu ve ekonomileri sorunluydu, ancak devleti yöneten yeni “siyasi sınıf”, alt sınıfları sömürerek devlet ölçeğinde diğer devletlerle bir rekabet yarattılar. Bu yüzden uzaya gidebilecek teknolojileri vardı ancak sıradan insanın yaşamını kolaylaştıran teknolojilerde çok daha geri kalmış ve bu teknolojinin yaygınlaşmasında en kötü kapitalist ülkeden bile beter haldeydiler.) Hayden, Richman, Poorman, Beggarman, Chief: The Dynamics of Social Inequality kitabında, avcı toplayıcıların denge mekanizmasından bahsediyor. Avcı-toplayıcı yaşam tarzı, cinsiyetler ve yaş grupları arasındaki “doğal” sayılabilecek iptidai ve hayvani eşitsizlik haricinde, pür eşitlikçi bir yaşam tarzıydı. Beklenen sınırı aşan altruizmle dalga geçilir, bencillikse cezaya tabi tutulurdu. Gıda kaynağına erişim eşitti, üstelik gıdayı elde etmek için gereken emek günde yalnız birkaç saate tekabül ediyordu. Böyle bir yaşam tarzında “aile reisleri”nin oy hakkı eşitti. Çoğunluğa uymayan ise terk etmek yahut başka bir gruba katılmakta özgürdü. Modern insan on binlerce yıl boyunca bu tarz üzere yaşadı ve çok uzun bir süre boyunca hiç değişmedi: Külli eşitlik, toplulukların donmasına sebebiyet verdi.

Tekerlekten ilk uçağa kadar geçen süre bin yıllarla ölçülürken, ilk uçaktan ilk uzay mekiğine giden sürenin on yıllarla ölçülmesinin bir nedeni olmalı. Bu neden, evet, “bilgi birikiminin artış ve yayılış hızı” ile etkilidir, ancak bunun da amili olan bir kök neden bulunmalıdır. Bu, muhtemelen eşitsizliğin, rekabetin, bencil avantajların önünü açan modern liberal kapitalizmdir. Tarih boyunca toplum yapısında eşitsizlik arttıkça yazı, kitap vb. bilgi kayıt araçları da gelişti, bunları kullananlar avantaj sağladılar, farklı rejimler, sosyal örgütlenmeler oldu (Örneğin Marvin Harris, Cannibals and Kings kitabında yağmurla tarım yapan Avrupa gibi bölgelerde daha adem-i merkeziyetçi, sulamayla tarım yapılan Mezopotamya gibi bölgelerde daha merkeziyetçi rejimlerin kurulduğunu söyler.) ve nihayet modern kapitalist sistem eşitsizliğin getirilerini en etkili hasat eden mekanizma olarak kendisini ispatladı.

Fakat eşitsizliğin kalıcı hale gelmesi yahut toplum örgütlenmesindeki eşitsiz piramitleşmenin kalabalık tabakalara verilen taviz karşılığında beklenen faydayı sağlamaması, toplumu istikrarsızlaştırır. Tarih boyunca kurulan birçok hiyerarşi bu nedenle bozulmuş ve büyük fırtınalar kopmuştur. Modern dünya, yeni bir “aşırı eşitsizlik krizi” ve bunun tetikleyeceği kitle hareketlerinin kıyısında mı? Bu sorunun cevabını vermek için, önce eşitsizliğin ekonomisini anlamak gerekiyor.
 
Eşitsizliğin Ekonomisi

Geride bıraktığımız son iki yıl içerisinde, tüm dünya pandemi kısıtlamalarıyla uğraşır ve ciddi ekonomik sıkıntılarla boğuşurken, dünyanın en zengin on insanı servetlerini ikiye katladılar. Bu on insanın servetleri öyle bir boyutta ki, eğer sahip oldukları her şeyin %99,999’unu kaybetseler dahi dünyanın geri kalanının %99’undan daha zengin olmaya devam ediyorlar. Şu anda da dünyanın en fakir %50’sinin -yani tam 4 milyar insanın- toplam servetinin altı katına sahipler.

Çoğumuz için rakamların büyüklüğü bir yerden sonra anlamını yitiriyor. Hayal gücümüz için milyonla milyar arasındaki fark o kadar da büyük değil. Gözümüzde canlandırabilmek için -pandemi öncesinde çekilmiş- aşağıdaki videoyu izleyiniz. Bugünkü duruma erişmeniz için, son sahnedeki pirinç tanelerini iki katına çıkartmamız gerektiğini lütfen unutmayın.



Peki dünyanın geri kalanında servet dağılımı nasıl değişiyor?

Burada belki de vurgulanması gereken en önemli nokta, bu bahsedilen gelir dağılımının gözümüzde canlandığı gibi bir ‘alt, ‘’orta’ ve ‘üst’ sınıf dağılımından çok daha dramatik bir farkla ayrıştığı gerçeği. Artık bu fark daha ziyade ‘en en üst sınıf’ ile, geri kalan herkes arasında yaşanıyor. Dünya giderek çok az sayıdaki global elitin ve altlarındaki milyarlarca -geri kalan herkes-in yaşadığı bir yere doğru evriliyor.

Rakamlara dökecek olursak; 2000 yılında dünyada toplam 470 dolar milyarderi varken, bugün bu sayı 5 kat artarak 2755’e çıktı. Sahip oldukları toplam servet ise aynı süre içinde tam 15 kat arttı. Yani milyarder başına ortalama servet de üç katına çıktı. 1995 yılından bu yana, en zengin %1, dünyanın yoksul %50’sinin toplamından 19 kat daha fazla zenginleşti. Çevreci bir perspektiften bakarsak, dünyanın en zengin 20(sadece yirmi) insanının, en yoksul 1 milyar insanının toplamından tam 8 bin kat daha fazla karbon emisyonuna sebep olduğu tahmin ediliyor.[i] İkinci bir Belle Epoque benzetmesini yapmak için dahi çok geç; çeşitli hesaplamalar gelir eşitsizliğinin pandemi sonrası meşhur altın çağ günlerini dahi geride bıraktığını söylüyor.

Bu farkın yalnızca sermaye sahipleri ile geri kalanlar arasında açılmasının yanı sıra, şirketlerin üst düzey yöneticileri ile ortalama işçi maaşları arasındaki fark da astronomik bir artış içinde. 1965 yılında ABD’de bir genel müdür ile işçisi arasındaki gelir farkı 15 kat iken, 2020 yılında bu fark 351 kata çıktı. Yani, çizginin öte tarafında kalan bir azınlığın her şeyi aldığı, berisindekilerin ise olduğu yerde saydığı bir ‘denge’ uzun yıllardır sürüp gidiyor.

Değinilmesi gereken bir başka husus ise; tarihte ilk kez milletlerarası eşitsizlik aslında azalıyor, yani farklı ülkeler arasındaki fark yavaş ama kararlı bir biçimde kapanıyor. Az-gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler, ortalama GSMH büyümesinde gelişmiş ülkeleri düzenli olarak geride bırakıyorlar. Yani, son 20 yılda ortalama her yıl %6 büyüyen Gana, uzun vadede yılda %2 büyüyen ABD’yi yakalayabilir -en azından teorik olarak. Önlerinde henüz uzun bir yol da olsa bu önemli bir trend. Ancak madalyonun öteki yüzünde, tüm dünya ülkelerinde aynı anda ülke-içi gelir adaletsizliği yine benzer bir %99 - %1 trendini takip ederek hızla artıyor. Yani, ülkeler-arası fark giderek kapanırken, global elitle global yoksul arasındaki fark da hızla açılıyor.

Bu trendin nedenleri hakkında birçok çalışma mevcut, en meşhurlarından birisi de Fransız ekonomist Thomas Piketty’nin 21. Yüzyılda Kapital isimli çoksatan eseri. Satıldığı kadar okunmadığına herkesin mutabık olduğu bu hacimli eserin çok kısa özetlenebilecek temel bir savı var; r>g. Yani, sermayenin büyüme hızı(r), dünyanın büyüme hızından(g) fazla. Yani, halihazırda cebinizde duran parayla yaptığınız yatırımdan elde edeceğiniz ortalama kazanç, çalışarak elde edebileceğinizden fazla. Ve bu da servet dağılımının limitte sonsuza yaklaşacak şekilde bozulacağının matematik bir göstergesi. Şuradaki istatistik de bunun nedenini açıkça gösteriyor; 1979 yılından beri ortalama bir çalışanın reel maaşı yalnızca %17 artarken, ürettiği katma değerin artış oranı %61. Aradaki fark, yatırımlarının karşılığı olarak işverene transfer edilen kâr.

Bu grafiğin ortaya çıkmasındaki en önemli nedenlerden birisi, hızla globalleşen dünya ekonomisi; birbiri ardına dünyaya kapılarını açan çeşitli ülkeler ve bu ülkelere kayan ekonomik üretim kapasiteleri. Ki bu, yukarıda değindiğimiz ülkeler arası eşitsizlik azalırken, global elit ve global yoksul arasındaki farkın açıldığı gerçeğine de tam uyuyor.

Ancak, bu gidişata doğal bir refleksle itiraz etmek ve tümden karşı çıkmak belki de çok mantıklı bir yol değildir. Brian Hayden’ın aşağıda okuyacağınız söyleşisinde belirttiği gibi; sosyal eşitsizlik, ancak ekonomik artık değerin üretilebildiği yerde ortaya çıkacaktır. Yani, uzun zamandır ivmelenerek artan bu adaletsiz gelir dağılımının nedeni belki de dünyanın son yüzyılda yaptığı müthiş teknolojik atılımın doğal bir sonucudur?

Simon Kuznets’e ekonomi dalında Nobel ödülü kazandıran ‘Kuznets Eğrisi’ hipotezi tam da bu konuyu anlatıyor. 19. Yüzyılın son çeyreği ve 20. Yüzyılın ilk yarısını esas alan hipotezinde Kuznets özetle, ekonomik gelişmenin hızlandığı zamanlarda, Pazar ekonomisinin (yani kapitalist ekonomik sistemin) öncelikle eşitsizliği artıracağını, ancak bir süre sonra bir dengeye kavuşarak tekrar azaltacağını iddia ediyor. Yani, yepyeni bir ekonomik aktivite alanı açıldığında, o alana ilk giren ve bomboş bir pazar yerinin keyfini çıkartan girişimciler -ya da başka bir deyişle Hayden’ın tezinde bahsi geçen ‘aggrandiser’lar- inanılmaz yüksek oranlarda kârlar elde etseler de; bu sahaya zamanla girecek yeni oyuncular piyasayı dengeye kavuşturacak, ve uzun vadede tekrar görece bir denge sağlanacak. Ve teoride, bu girişimciliğin önünde hiçbir engel yok. Kapitalist sistemde kimse sizin kolunuzdan tutup girişim yapmanıza engel olmaz. Nihai hedefin kâr, tek kuralın yüksek rekabet olduğu, eşit şartlarda oynanan bir oyun.

Kuznets’in bu hipotezine gelen çok sayıda eleştiriden -kendisinin de kabul ettiği üzere- en önemlisi, tezine temel aldığı verinin insanlık tarihinin yalnızca çok kısa bir dönemine işaret ettiği ve genelleştirilemeyeceği yönünde. Ancak 19. Yüzyıldaki büyük sanayileşme atılımıyla, bugünün büyük teknoloji devrimi arasında, o çağların petrol tekelleriyle günümüzün dev teknoloji şirketleri arasında belirli paralellikler bulmak da zor değil.  

Öte yandan, ortalama insana bakacak olursak, dünya hiç olmadığı kadar güzel bir yer. 1800’lü yıllardan önce tüm dünyada ortalama yaşam süresi 40 yılın altındayken, bugün 73 yıla dayandı. Ülkeler arası eşitsizliğin azaldığı savına uygun olarak, 1950’li yıllarda Afrika’da ortalama yaşam süresi hala 40’ın altındayken, bugün 61’e kadar yükseldiğini görebiliyoruz. Ekstrem yoksulluk içinde yaşayan (yani günde 2 doların altında kazanan) insan sayısı 20. Yüzyıl ortalarından beri sürekli olarak azalıyor. Yani, mevcut ekonomik düzen belki bir grup süper-zenginin servetlerini hayal etmesi dahi zor seviyelerin ötesinde büyütüyor, ama öte yandan milyarlarca insanın da hayat kalitesini açık ve net biçimde artırıyor. Belki de, Churchill’in meşhur lafına atıfla, kâr odaklı Pazar ekonomisi modeli, ekonomiyi yönetmenin en kötü yoludur -denenmiş diğer tüm yollar hariç tutulursa.

Şimdi bir de madalyonun öteki tarafına bakalım. Acaba gerçekten bir Kuznets eğrisinin tepesinde miyiz? Eğer öyleyse, neden dünyanın her yerinde gidişat ‘endişe verici’ görülüyor?

Buna karar vermek için yukarıda değindiğimiz noktaları üç farklı başlık altında inceleyeceğiz; eşitsizliğin doğallığı, sosyal mobilite olanakları ve postmodern çalışma koşulları.

İlk değineceğimiz nokta, eşitsizliğin doğallığı üzerine sahip olduğumuz ön kabul. Toplum içinde yeteneklerin eşit dağılmadığına, bazılarımızın diğerlerinden belirgin ölçüde daha becerikli olduğuna dair genel geçer bir kabulümüz vardır. Bazı insanlar diğerlerinin asla başaramayacağı şeylere doğuştan bir yetenekle doğarlar, ve bu yetenekler onların toplumun geri kalanından -belki de haklı olarak- ayrışmalarına yol açar. Ve çoğu zaman bu az sayıdaki yetenekli insanın yüzü suyu hürmetine toplumsal ilerlemeler gerçekleşir. Birkaç çok zeki bilim adamı olmasaydı ve bu insanlar gerçekten çok çalışmasaydı, bugün gördüğümüz sosyal ve teknolojik ilerlemeyi muhtemelen asla göremezdik. Toplumsal hiyerarşi de bu insanları öne çıkartacak şekilde doğal bir düzene oturur. Bu ön kabul bizi başarısızlığı daha da kolay kabullenmeye iter ve isyan etme/karşı koyma güdümüzü de dizginleyen doğal bir bariyere dönüşür. Ancak bu yeteneklerin neye göre dağıldığı hakkında fikirlerimiz, genel geçer ‘normal’ kabullerimizi takip etmeye meyillidir. Örneğin, bundan yalnızca birkaç yüzyıl önce köleliğin doğal olduğuna, bazılarının köle olarak doğduğuna ve bunu kabul etmesi gerektiğine hemen herkes inanıyordu. Ya da, kadınların oy kullanma ‘yetilerinin’ olup olmadığı yüz yıldan daha kısa bir süre önce batı dünyasında bir tartışma konusuydu.

Eşitsizliğin doğal olduğunu bir ön kabul olarak sunmak, bir ‘adalet’ duygusunu da beraberinde getiriyor. Hayatın olağan akışı mevcut kabuller içerisinde devam ettikçe, insanlar da statükoyu bu adalet duygusuyla beraber kabullenmeye yöneliyorlar. Hiyerarşinin üstünde yer alan gruplarla, alttakiler arasındaki fark ne kadar açık olursa olsun, bir kez kabul edilen düzen değişmedikçe, itiraz da kısıtlı oluyor. Ancak ne zaman ki hiyerarşinin üst tabakası, alt tabakadan beklentilerini aniden artırıyor, o zaman bir huzursuzluk duygusu yükselmeye başlıyor. Orta Çağ’da dahi, lordlarının emrinde yüzlerce yıl benzer koşullarda yaşayan insanlar, şartlar azıcık olsun değişip de kendilerinden ek bir vergi-hizmet istendiği anda, aniden bir köylü isyanı çıkartmaya meyilli davranıyorlar.

Günümüzde de buna benzer bir huzursuzluk, gözlemlediğimiz kadarıyla farklı noktalarda ortaya çıkabiliyor; örneğin çevreci talepler konusunda. Gündelik yaşamı içinde arada bir et yemek isteyen, sıcak bir evde oturmak, yılda birkaç kez seyahate çıkmak gibi gayet sıradan beklentileri olan orta-sınıftan bunlardan vazgeçmesi istendiğinde, özellikle de bunu talep eden insanların malikaneleri, özel jetleri ve özel aşçıları olduğu biliniyorken, bu kimsenin yapmak istemediği bir fedakarlığa dönüşüyor ve çevreci taleplere karşı yer yer bir öfke olarak dışa vuruluyor. Gayet haklı nedenlerle çevreci endişeleri bulunan sıradan insanlar da bu ‘elitler’le aynı torbaya girip birer züppe olarak kodlanabiliyorlar.

Bütün bunların üzerine bir de ‘görece olarak’ şartlarımızın kötüleştiğini hissetmemize neden olan bir yeni kültürün içerisine paraşütle indik ve hayattan beklentilerimizi belirleyen tüm referans noktalarımızı hızla kaybediyoruz. Artık ne ‘bize benzeyen diğerleri’ ne de ‘eski halimiz’ bizim için geçerli bir referans noktası oluşturma kabiliyetine sahip değil. Zira, en egzotik deneyimler, en uç yaşantılar, ‘iyi’ yahut ‘kötü’ fark etmeksizin hayatın tüm ihtimalleri önümüze sanal olarak seriliyor ve neyin gerçek, neyin sahte, neyin mümkün, neyin imkânsız olduğuna dair algılarımızı bir bir yitiriyoruz. Hepimiz Maldivler’de bir tatili hak ettiğimize inanıyoruz örneğin, Maldivler’in altı üstü Yalova’nın iki katı yüzölçümünde ufacık bir yer olduğunu ve yeryüzünde 8 milyar insan yaşadığını aklımıza getirmiyoruz. Yani sözün özü, artık neyin ‘adil’ neyin ‘adaletsiz’ olduğuna dair muğlak fikirleri olan ve yüksek vaatlerle kandırılmış dev bir dünya orta sınıfı var ve sayıları giderek artıyor. Baş döndürücü ekonomik büyümenin en büyük yakıtı olan ‘tüketim kültürü’nün yıllar süren endoktrinasyonu sonunda, artık herkes daha fazlasını istiyor, ama dünyanın bunları vermeye yetecek kaynağı yok. Ve birilerinin bu kaynaklara sonsuz erişimi varken, geri kalan hiç kimsenin erişemeyecek olmasını kabullenmek hepimiz için çok zor.[ii]

İkinci noktamız, sosyal mobilite olanakları. Pazar ekonomisinin -yahut kapitalizmin- en önemli vaatlerinden birisi, fırsat eşitliği vaadidir. Buna göre, yetenekleri olan ve bunları kullanmak isteyen her çalışkan birey, yeterince emek verirse başarılı olabilir ve kendine ‘elit’ler arasında yer bulabilir. Kitapçıların rafları, yoksul mahallelerde doğmuş başarılı -ve zengin- insanların biyografileriyle dolup taşar. Ancak gerçek maalesef pek de öyle değildir.

Gerçek şu ki, her bir çocuğun geleceği, içine doğduğu koşullarla, coğrafyayla, ailesinin sosyal statüsüyle -tahmin edileceği gibi- direkt olarak bağlantılı. Kendi yetenekleri, çalışkanlığı, emekleri ise her zaman ikinci planda. Örneğin, dünyanın en özgürlükçü ülkesi ABD’de yayınlanan ‘Fırsat Atlası’, bir çocuğun doğup büyüdüğü mahallenin posta koduyla gelecekte başaracakları arasında çok güçlü bir korelasyon olduğunu gösteriyor. Hatta, 1979 yılında yapılan bir çalışmaya göre, zengin ve başarılı bir avukatın çocuğu, aynı okulu, aynı sırayı paylaştığı ortalama bir memur çocuğuna göre 27 kat daha fazla ihtimalle en yüksek %10 gelirli kesime girme şansına sahip. Üstüne üstlük, yazının ta en başından beri belirttiğimiz üzere 1979 yılından bu yana başarılı bir avukatla ortalama bir memurun gelir farklı katlanarak arttı, artık muhtemelen aynı sıraları dahi paylaşmayacakları bir dünyada yaşıyoruz.

Tüm bu sosyal mobilite vaatlerinin ardında, esasen çizgileri giderek kalınlaşan bir sosyal katmanlaşma olduğu apaçık.  Kendisi ne kadar çabalarsa çabalasın başarısız olan kitlelerin, çok daha az eforla refaha kavuşmuş akranlarını gördükçe huzursuz olması, ‘adaletsiz’ hissetmesi ise olabilecek en doğal tepki olsa gerek.

Son olarak değinilmesi gereken husus ise postmodern çalışma koşulları.

Neoliberal ekonomi politikalarının dünyayı hızla ele geçirdiği son kırk yıl içinde, iki milyarın üzerinde insan global işgücüne katıldı. Ve bu katılım, gelişmiş ekonomilerde mevcut çalışan kesimin gelirleri üzerinde çok ciddi bir aşağı yönlü baskı yarattı. Ve bu gelirlerin yakın gelecekte artışa geçmeyeceği neredeyse kesin. Orta-gelirde takılı kalmış bu milyonlarca insan, katar katar aralarına katılan milyarlarcasıyla beraber yeni bir toplumsal sınıf yaratıyor.

Tüm bunlara ek olarak, hemen hemen tüm iş koll

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye'de Yaşayan Zenciler

Müşür Nedir, Ne İşe Yarar?

Hükümetler Tarafından Gerçekleştirilen Tarihin En Büyük Altın Soygunları