deneme 149
İkrar : saklamayarak söyleme
faber est suae quisque fortunae
her insan kendi kaderini kendi yazar. (appius claudius caecus)
Türkçe'ye 'Bilgisayar Başında Değil' ya da 'Klavye Başında Değil' anlamlarıyla geçen Away From Keyboard kelimesi, birçok kullanıcı tarafından İngilizce halinin kısaltmasıyla AFK olarak kullanılıyor.
Solin : çiçek bahçesi
GALİLEO GALİLEİ: “.. Eppur Si Muove..” (Dünya yine de dönüyor..)
21 Haziran 1633 tarihinde İtalyan gök bilgini Galileo Galilei, engizisyon mahkemesinde dünyanın döndüğüne ilişkin tezini inkara zorlandı.
ancora imparo
kendisinden boyaması istenilen sistina şapeli için; "ben ressam değil heykeltıraşım" diye reddettiği halde, papa tarafından resim yapmaya zorlanan michelangelo'nun, 87 yaşındayken söylediği; "hala öğreniyorum" anlamına gelen ve hayat mottosu haline getirilmesi gereken latince sözü
Turn your pain into power.
Tetebbu kelimesi inceleme ve araştırma yazısı yani bilimsel makale anlamına gelmektedir.
Khaç = Haç. Türkçeye bu kelime #Ermenice’den geçmiştir. Yunanca aynı kelime #Stavros. Haç çıkarmaya o yüzden #istavroz deriz. Kar ise Ermenice “taş” demektir. Khaçkar = Haç Taşı.
şvester Hemşire Kız kardeş
Bir Mesele: İttihat ve Terakki
Osmanlı İmparatorluğu, yıllar boyunca padişahın tek otorite olduğu monarşiyle yönetilmişti.Fakat zaman ilerliyor ve dünya değişiyordu. Krallıklar yavaş yavaş meşruti monarşiye* evriliyordu. Özellikle Fransız İhtilali’nin gerçekleşmesiyle gün yüzüne çıkan özgürlük ve hürriyet kavramları, bütün dünyaya yayılıyordu.
*Meşruti monarşi ya da meşrutiye; hükümdarın yetkilerinin anayasa ve halk oyuyla seçilen meclis tarafından kısıtlandığı yönetim biçimidir.
İttihat ve Terakki Amblemi
Fransız İhtilali ile dünyayı etkisi altına alan düşünceler ve halk hareketleri, hiç şüphesiz Osmanlı İmparatorluğu’nu da etkilemişti.
Azınlık isyanları başlamış, halk hürriyet talep eder olmuş ve Avrupa’da öğrenim gören Osmanlı gençleri, teşkilatlanıp çeşitli cemiyetler kurmuşlardı. Ülkelerine hürriyet getirmek için kamuoyu oluşturan bu gençlere Jön Türkler (Genç Osmanlılar) denilirken, 1889 yılında kurulan cemiyetlerden biri, İttihad-ı Osmani Cemiyeti olmuştu.
İttihad-ı Osmani Cemiyeti
1889 yılında, Askeri Tıbbiye Öğrencileri olan İshat Sükuti, İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, Çerkez Mehmed Reşid öncülüğünde ve Hüseyinzade Ali Turan, Konyalı Hikmet Emin Bey, Cevdet Osman, Kerim Sebati, Mekkeli Sabri Bey, Selanikli Nazım Bey, Şerafettin Mağmumi ve Giritli Şefik tarafından kurulan bu gizli örgüt, daha sonra tarihe İttihat ve Terakki* olarak geçecekti.
*Birlik ve İlerleme
İttihat ve Terakki, imparatorlukta yaşayan hiçbir insanı etnik köken, din ya da dil ayrımı yapmaksızın birleştiriyordu. İçlerinde doktorlardan askerlere, esnaflardan düşünürlere, hayatın her alanından insanlar bulunuyordu.
II. Abdülhamit
Dönemin Osmanlı İmparatoru, 1876 yılında açılan meclisi tatil edip despotik yönetime geri dönen Sultan II. Abdülhamit‘di.
İttihatçılar, gazeteler başta olmak üzere medya organlarında baskıcı yönetimi ve idareyi açık ya da gizli şekilde protesto ediyorlardı.
Ancak yakalandıkları zaman ya öldürülüyor ya da sürgüne gönderiyorlardı. Bu yüzden dikkat ve gizlilik esastı.
Muhalif cemiyet, her geçen gün güçleniyordu. Yakın tarihimize damga vuran Enver Paşa, Talat Bey ve Cemal Paşa gibi korkusuz ve hürriyetperver insanlar, cemiyetin eylem biçimini değiştiriyordu.
Cemiyetin Paris’te düzenlenen büyük kongresinde, medya aracılığıyla gerçekleştirilen karşı duruşun artık askerlerin başkaldırısıyla sürdürüleceği kararı alındı.
Enver Paşa
Jön Türk Devrimi ya da 1908 Devrimi
Başarılı bir subay olan Kolağası Resneli Niyazi Bey, baskı rejimine son vermek üzere 3 Temmuz 1908 Cuma günü, emrindeki askerler ve kendisine destek veren sivillerle birlikte Makedonya dağlarına çıkıp hürriyet ateşini yaktı. Hemen ardından Enver Paşa askerleriyle dağa çıktı. Bu genç adamlar hürriyet için canlarından çoktan geçmişlerdi.
Girişimleri halkta ve orduda takdir topladı. Onlardan cesaret alan diğer İttihat ve Terakki üyeleri de buna benzer girişimlerde bulununca II. Abdülhamit, ikinci defa meşrutiyeti ilan etmek zorunda kaldı.
Resneli Niyazi Bey ve Enver Paşa -ki o dönem sadece 27 yaşındadır-, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan insanların hürriyet kahramanı oldular. Ülkede meclis açıldı, halk kendi adına karar vermeye başladı.
Bab-ı Ali Baskını
İttihatçılar, halk tarafından sevilseler de, yöneticiler tarafından sevilmiyorlardı. Bunun ilk sebebi, padişahın her sözünün kabul görmüyor oluşuydu.
Buna ek olarak; İttihatçılar, 31 Mart Vakası’ndan (13 Nisan 1909) sonra Abdülhamit’i tahttan indirmiş ve yönetimi yedi günlüğüne ele almışlardı. Bu durum, gelenekçiler tarafından hoş karşılanmıyordu.
Tarihler 23 Ocak 1913’ü gösterdiğinde, Enver Paşa ve Mehmet Talat’ın başını çektiği askeri darbeyi gerçekleştiren İttihatçılar, yönetimi ele geçirmişti. İsmini hükümet binası olan Bab-ı Ali’den alan askeri darbenin sonucunda, Balkan Savaşları’ndaki başarısızlığın ardından kaybedilmek üzere olunan Edirne, geri alınmıştı.
Talat Paşa
Artık iktidarda olan İttihat ve Terakki yönetimin başında, 3 Paşalar olarak da isimlendirilen Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa bulunuyordu.
Dünya kaynıyor, bir savaşın çıkması bekleniyordu. Fransa, İngiltere ve Çarlık Rusya’nın Osmanlı toprakları üzerinde tasarrufları olduğu aşikardı. Bu yüzden imparatorluk, Almanya ve Avusturya Macaristan İmparatorluğu ile birlikte savaşa girmişti.
Çanakkale Zaferi, Kut’ül Amare Zaferi ve Kafkas İslam Ordusu’nun Bakü’de elde ettiği zaferde, yönetim İttihat ve Terakki Fırkası’nın elindeydi.
Cemal Paşa
Ne var ki, Almanya ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu da savaşı kaybetmiş sayılmıştı. Bu sonucun sorumluluğu İttihat ve Terakki’ye kesilmiş; Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa sınır dışı edilmişti.
SONSÖZ
Şüphesiz ki, İttihat ve Terakki’nin yaptığı devrimler, darbeler ve değişim hareketleri Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna zemin hazırlamıştır. Uyguladıkları yanlış politikalar ve aldıkları hatalı kararlar kadar sayısız kahramanlığa imza atmış ve idealist duruşları ile hala takdir edilen İttihat ve Terakki için yazar, toplumbilimci, şair ve siyasetçi Ziya Gökalp şöyle demiştir:
İttihat ve Terakki Türk Milletinin ruhundan kopmuş bir mefkure hamlesiydi.
Nizamiye Medreseleri, Büyük Selçuklular zamanında kurulan ve vezir Nizamülmülk'ün adıyla anılan medreselerdir.
Merkezi ve en büyüğü, Bağdat'taki Nizamiye Medresesi olup Amul, Basra, Belh, Herat, İsfahan, Musul ve Nişabur'da benzerleri vardı.
Bağdat Nizamiye Medreselerinin kurulmasında Alpaslan ve Nizamülmülk'ün ilgi ve çabaları etken olmuştur. Bağdat Nizamiye Medreseleri yükseköğretim kurumlarıdır. Öteki medreseler, müderrislerin düzeyine göre orta ya da yükseköğretim sayılmışlardır. Nizamiye medreselerinde esas olarak din, hukuk ve dil öğretimi yapılmıştır. Felsefeye ilgili bilimler çok geçmeden programdan kaldırılmıştır. Felsefeye ilk ciddi tepkinin Bağdat Nizamiye Medresesinde 1091-1095 yılları arasında rektörlük ve müderrislik yapan Gazali'den geldigi ileri sürülmektedir. Medreselerin gelir kaynakları esas olarak vakıflardan sağlanırdı. Nizamiye medreseleri devlet parasıyla yaptırılmıştır. Bağdat Nizamiye medreselerindeki müderrislerin Şafiî mezhebinden olması şarttır.[1]
Fikrî etkileri: Nizamiye medreseleri İslâm dünyasının her tarafından, hatta Endülüs'ten gelen pek çok öğrenciyi Sünnî inançlara göre yetiştirerek Şiî propagandaları ve faaliyetlerin önlenmesinde, Sünni mezhepler arasında dayanışma sağlanmasında, toplumda ortak düşünce ve emellerin güçlenmesinde, Selçuklu devlet görevlisi yetiştirilmesinde önemli katkıları olmuştur.
Kurumsal etkileri: Nizamiye medreseleri İlhanlı ve Osmanlı medreseleri ve diğer birçok İslâm ülkesi medreselerine örnek olmuştur.
17’inci yüzyıl sonlarında 90 yaşında iken öldürülen Hamzavî piri Beşir Ağa da anlatılırken, 15’inci yüzyılda Edirne’de diri diri yakılan Hurufiler de anlatıldı. “Düşünceleri Nedeniyle İdam Edilenler” başlıklı bölümde, Osmanlı’da düşünceleri nedeniyle öldürülenler arasında toplu katliama uğrayan ilk kesim olan Hurufiler incelendi.
Hurufiliğin nasıl doğduğunu ve yayıldığını tarih tarih anlatan Zelyut, dönemin Osmanlı tarihçileri tarafından yazılmış eserlerde Hurufilerin nasıl diri diri yakıldığına dair satırları da okuyucuya aktardı.
İşte “Düşünceleri Nedeniyle İdam Edilenler” başlıklı bölümde anlatılanlar:
“Osmanlı Devleti’nde düşünceleri nedeniyle öldürülenler arasında toplu katliama uğrayan ilk kesim Hurufilerdir. Bunlar kırsal kesimde filizlenen düşüncelerini büyük engellere karşın zamanla kentlere değin taşımışlardır.
Hurufilik, Osmanlı ülkesinde başlangıçta ozan Seyyid İmadeddin Nesimî ve Tireli Abdülmecid önderliğinde yayılmıştır. Hurufiliğin kurucusu sayılan Fazlullah’ın 1394’te Alınca’da öldürülmesine karşın bu akım Orta Doğu’da ve Anadolu’da hızla yayılmıştır. Ölümden korkmayan ve onu ulaşılacak en yüce mertebe olarak gören Hurufilerin ikinci büyük temsilcisi, ünlü Türk ozanı Seyyid Nesimi de Halep’te derisi yüzülerek öldürülmüştür (1418). Orta Doğu’daki hassas dengeler nedeniyle devletler resmiyetin karşısındaki düşünceleri şiddetle izlediklerinden, Hurufiler de bin bir düşünce renginin yansıdığı Anadolu’ya yönelmişler ve Batınîlerin çoğunluğunu oluşturan Alevi-Bektaşilerle bağ kurmuşlardır.
15. yüzyılda Osmanlı sınırları içindeki vahdet-i vücut fikrinden can alan Batınî Türkmenler ‘Torlak, Işık, Rafızî’ gibi sıfatlarla kötüleniyorlardı. Şeyh Bedreddin’in manevi önderliğini yaptığı Çelebi Mehmet zamanındaki isyanın önderlerinden birisi olan ‘Torlak Kemal’in bu kesimden olduğu anlaşılmaktadır.
Bektaşilik biçimli Alevilik, Sarı Saltuk ve öğrencileri eliyle Rumeli’nde yayılırken Hurufilik ve Anadolu’da olduğu gibi burada aynı kesim arasında yandaş kazanmıştır. Bektaşiliğin resmiyete daha yakın çizgiler taşıması, karşı görüşlerin bu geniş kazan içinde yer almasına, aynı zamanda da pişmesine yol açmıştır. Bektaşilik ve Alevilikte bugün Hurufi birçok kalıntı vardır. Bunlardan en basiti de insanın yüzünde ‘elif, lam, ha’ harflerinin yani ‘Allah’ sözcüğünün yazılı olduğuna inançtır. Bu, aynı zamanda, insanı Tanrı’nın yansıması saymak, giderek de onu Tanrı ile özdeşleştirmektir. Bektaşi-Alevi kesimi, özellikle bu inanıştaki ozanlar, insana verilen önceliği kanıtlamakta Hurufilerin harfleri yorumlamalarından oldukça yararlanmışlardır.”
“EĞER İHMALİNİZ NEDENİYLE BU DİNSİZLER ELDEN KAÇARSA…”
“16. yüzyılda Hurufiliğin Rumeli’de oldukça yaygın olduğunu, bu konuda gönderilen yakın tarihli iki fermandan anlıyoruz.
1572 tarihli ilk ferman, Filibe ve Tatarpazarı kadılarına yazılmış, Halkı yoldan çıkaran Hurufilerin yakalanmasının son derece önem kazandığı ve sıkı biçimde korunarak İstanbul’a gönderilmeleri gereği dile getiriliyor. Sonra da gözdağı veriliyor: ‘Eğer ihmaliniz nedeniyle bu dinsizler elden kaçarsa, bu konuda dile getirileceğiniz hiçbir özür kabul edilmeyecek ve dinsizlere arka çıktığınız varsayılacaktır. Bu durumda kovulmakla kalmayacak, gerekli cezaya da çarptırılacaksınız…’
1576 tarihli yine Filibe kadısına yazılı fermanda, altı yıldır orada Hurufi dinsizlerin çalışma yaptıkları, bunların siyaset olunmak (sorgulanıp asılmak) üzere yakalanmaları buyurulmaktan…
17. yüzyılda Arnavutluk’ta güçlü bir Hurufi kolonisi olduğunu görüyoruz. Bu akımın Bektaşi-Yeniçeri ağaları yoluyla Yeniçerilerin arasına kadar sızdığını da anlıyoruz.
Hurufilik de feodal dönemde ortaya çıkan her siyasal harekette olduğu gibi özel dinsel giysiler içinde ortaya çıkmıştır. Batınî niteliği açıkça gözlenen ve zaten Batınî kesim içinde yandaş bulan bu akım, kopamayacağı bir kaynak olan ‘Kuran’dan kendi yararlarına sonuçlar çıkarma yoluna gitmiş, bunun için de harfleri yorumlamayı ve ondan Sünni olmayan veriler sağmayı yeğlemiştir. Daha önceki karşı akımlar, Kuran’ın görünür anlamı dışında bir de derinde iç (başka) anlamı bulunduğu savı üzerine kurulmuştu. Hurufilik ise soyutlamayı biraz daha ileri götürüp işi harflere değin indirgedi. Fakat harflerin yorumlanması, yalnızca ve yalnızca belli bir dünya görüşünün anlatımının aracından başka şey değildi. Yanı bu akımda harfler ve yorumlanışı amaç değil, araçtır.
Hurufilik, gerçekte kendisini İslamiyet’in bütün akımlarında şu ya da bu biçimde ortaya kor. Her şeyden önce o dönemdeki bütün görünüşler Arap harflerinin kutsal karakterli olduğuna inanır. Hurufilik de ‘ilim-i huruf’ adıyla bütün resmî ideolojiler içinde hareketsiz olarak yer almıştır. Kuran’daki ayetlerden ve bunların harflerinden, sayılarından yararlanarak insanların geleceğinden söz etmek, bir savaşı ona göre yorumlamak, bir hastalığın çözümünü bu yolla aramak, basit Hurufi işlemlerden olup bunun yasallığından kimsenin kuşkulandığı yoktu. Fakat Hurufiler harfleri resmî ideolojiyle çatışan sonuçlar yaratacak biçimde yorumlayınca var olan düzenle çelişkiye düşüyorlardı ve bu yüzden de yok edilmeleri için dinsiz oldukları yolunda fetvalar veriliyor, bundan sonra da Hurufiler katlediliyordu.”
“PADİŞAH’I BİLE HİÇE SAYARAK HURUFİLERİ CEZALANDIRMA YOLUNA GİTMİŞLERDİR”
“Burada anlatacağımız olayda da görüleceği gibi Hurufiler Fatih Sultan Mehmet’in onayını almış, beğenilmiş bir küme olarak saraya değin girebilmişlerdir. Fakat onların düzele çalıştıklarını gören ehl-i sünnet alimleri, Padişah’ı bile hiçe sayarak Hurufileri cezalandırma yoluna gitmişlerdir. Bu durum, saltanatın gerçek koruyucusunun/sahibinin devlet dininin elemanı kaldılar ve alimler kesimi olduğunu göstermektedir. Osmanlı sistemi, yarattığı bürokrasi aracılığıyla öyle katı kurallar üretti ki padişahların bile bu kurallar karşısında boyunları kıldan ince kaldı… Sultanların en güçlü göründükleri dönemler olan 15. ve 16. Yüzyıllarda bu durum en ileri düzeye yükseldi. Keyfilik, düzen bozuldukça ortaya çıktı., Ama biraz sonra görüleceği gibi, padişah kendi konuğunu elinden alacak bir alimi azarlama gücünü bile kendinde bulamamaktadır 15. Yüzyılın ortasında…
İmparatorluk içinde resmî İslam anlayışı dışında farklı görüşler ortaya koyan Hurufilerin önderi olan Fazıl Tevrizî ateşe atılarak diri diri yakılmış, yanındaki diğer Hurufilerin de boyunları vurulmuştur. Geriye kalanlar da sıkı biçimde izlenmişler, öldürülmüşlerdir.
Şakak-i Numaniyye çevirisinden aldığımız belgeden başka, Kalenderilikle Hurufilik arasındaki ilişkileri açığa çıkaracak bir başka belge daha ekledik bu bölüme. Hemen belirtelim ki bu çevirilerdeki suçlayıcı üslubun sahibi, eserlerin yazarları olan Osmanlı tarihçileridir. Bırakın yargıç gibi davranmalarını, bir savcı gibi bile davranamayan bu kişiler, anlattıkları kişilere açıkça hasımdırlar. Siyasal uyuşum içinde oldukları kişileri ise övgü yağmuruna tutmaktadırlar. Birbirleriyle kavgalı iki kişiyi, eğer ideolojik olarak onlarla çelişkide değillerse, aynı övgü dolu cümlelerle anlatmaktadırlar. Osmanlı yazarlarının bu öznellikleri unutulmadan okunmalıdır bu belgeler. Bugünün diliyle aktardığımız belgelerin başında kaynak eserin adı ile ilgili sayfa numarası bulunmaktadır.
…
‘ŞAKAİK-İ NUMANİYYE’
Âlim, arif, fazıl, kâmil Mevlana Fahreddin Acemî, İran’ın büyük âlimlerindendir. Seyyid Şerif Cürcani’den ders almıştır. Onu can kulağıyla dinlemiş, erdemler ve şanlarla parlamıştır.
Anadolu’ya gelince Molla Fenarî’nin oğlu Mehmed Şah Efendi’nin hizmetine girdi. Bursa kentinde Sultan Medresesi'nde öğretmen yardımcısı ve öğretmen oldu. Padişah zamanla onun maaşını artırmak istedi ama Fahreddin Acemi bunu kabul etmedi. Nedeni sorulunca şöyle açıkladı: ‘Gerekli ve önemli gereksinimlere yetecek ölçüde kullanılan devlet malı helaldir. Ama gereksinimden ve yeterli olandan fazlası helal değil, vebaldir. Yaşamaya yetecek olandan fazlasını istemek gereksizdir. Büyük insanlar böyle düşünegelmişlerdir. Ölçülü olmak büyüklüğü dururken israfçılık aşağılığına düşülmemelidir.’
(…)
82
(…)
Anlatıldığına göre, Hurufi topluluğunun yolunu sapıtmış ve aldatıcı Fazıl Tebrizî ve onun yandaşlarından bazı yararsız ve lanetlik müritler Sultan Murad Han pğlu Mehmed Han’ın hizmetine girmeyi başarmışlardır. Bunlar Sultan’ın övgüsünü de elde etmişlerdi. Batıl sözlerini doğru diye gösterek, gösterişi bilgi diye sattılar. Böylece Padişah’ın kutsal düşüncesi onlara eğilmiş ve içi de onalrın sevgisiyle dolmuş oldu. Hatta Padişah, adı geçen bu kovuntuları eşyaları ve adamlarıyla birlikte sarayına aldı. Onlara pek çok saygı gösterdi, ikramda bulundu.
Övülmeye değer Vezir Mahmur Paşa bu durumdan çok inciniyordu. Hurufileri saraydan çıkarmak ve kovmak temel ülküsü olmuştu. Fakat Vezir bu dinsizler hakkında Padişah’a bir şey söylemekten çekiniyor, korkuyordu. Bu çirkin sorunu çözmek isteyen Mahmud Paşa, durumu Mevlana Fahreddin’e bildirdi.
‘Bu kötülük kaynaklarının dünyanın ruhu konumunda bulunan Padişah’ın tertemiz içine henüz tam olarak işlemeden yok edilmelerinin ilacı nedir’ diye bilgi alışverişinde bulundu. Bu konuşmadan sonra Mevlana Fazıl Acemî, o dinsizlerin iç yüzlerini öğrenip inançlarının niteliğini tam olarak bilmek için onların faydasız ve çürük sözlerini doğrudan doğruya duymak istedi. Eğer onların durumlarında bir yasa dışılık olduğunu anlarsa onları yok etmek; eğer davranışları Tanrı’ya uygun ise gereken ilgiyi göstermek amacını güdüyordu.
Bunu kararlaştırdıktan sonra Mahmud Paşa Mevlana Fahrı Acem’i evinin bir köşesine gizledi. Melun Hurufileri ziyaret amacıyla evine çağırdı. Sözü edilen haydut topluluğu Vezir’i kendi yanlış mezheplerini istiyor sanarak geçersiz mezheplerine ilişkin söyleşiye başladılar. Sonunda söz sapık ve geçersiz mezhebe çağırmaya gelince Mevlana Fahreddin onurlu bir çabayla gizlendiği yerden fırladı. Öfkesi taşmıştı. Dinsizlere sövüp saydı. Adı geçen dinsiz, Mevlana Fahreddin’den korkusu nedeniyle Padişah’ın korumasına sığınmak için İslam ülkesi ve güven yeri olan cennetin benzeri Saray’a doğru kaçtı. Mevlana Fahreddin, uğursuz dinsizin Saray’da arkadaşından yetişti. Öyle şiddetli bir öfke gösterdi ki Padişah bile bu karşılaşmada araya girmekten utandı ve tartışmaya karışmadı.
Mevlana Fahreddin, Fazıl Tebrizî’yi Sultan’ın önünde hemen tutup sürükleye sürükleye Edirne kentindeki Üç Şerefeli adındaki camiye götürdü. O kutsal caminin müezzinleri sela verdiler ve ayrıca bağırdılar. Bütün insanları, varlıklısının ve yoksulunun tümünü camiye topladılar. Mevlana Fahreddin orada minbere çıktı. O pis Hurufi topluluğunun geçersiz yollarının batıllığını, onların dinsizliğini ve küfrünü söyleyip açık açık anlattı. Bundan sonra da Hurufilerin öldürülmelerinin gereğini ve zorunluluğunu, ayrıca bu konuda yardımcı olacakların en büyük sevab ile donanacaklarını halka bütünüyle bildirdi ve açıkladı. Sözü edilen Hurufi melunları ki sapkınlık harfleri, bilgisizlik ayetleri alınlarında gizlidir ve orada yazılıdır, tümü camiden çıkartılıp musallaya götürüldü. Bu maymun soyluların şeytan başkanlarını Mevlana Fahreddin yakılan ateşe attı.”
“HAZIRLATTIĞI ATEŞİ KENDİSİ ÜFÜRÜRKEN KUTSAL SAKALI BİLE YANIYORDU”
“O sapığın pis içinde bulunan dinsizlik ve sapıklık ateşi gerçek olarak tutuştu, ağzından dışarıya çıktı. Onun değersiz bedeni cehennem ateşi ile tutuşup yandı. Kendi yaydığı kara dumandan kendi pis yüzü dünyada ve ahirette kara oldu. Hurufi topluluğundan geri kalanlar, kesici dinsel yasalar gereği, din kılıcıyla öldürüldüler.
Fahr-ı Acem, Hurufileri yakacak ateşi yükseltmek için özenli ve sürekli biçimde çalışmıştır. Hurufilerin öldürülmeleri için hazırlattığı ateşi kendisi üfürürken kutsal sakalı bile yanıyordu…
Din adına insanları diri diri yakmaktan çekinmeyen bu zihniyet, özünde Acem ve Arap gericiliğinden beslenmekteydi. Bunlar, Osmanlı devletini içten içe kemirecek koyu bir din elbisesi dikerek toplumun sırtına zorla geçiriyorlardı. Önderleri yakılarak yönetim katından kovulan Hurufiler, çalışmalarını başkent dışına, özellikle de Balkanlar’a taşıyarak sürdüreceklerdir.
Yorumlar
Yorum Gönder