deneme 154
"Yapılan çalışmalar; morbidite ve mortalite oranı yüksek olan kronik hastalıklar"
"Bununla birlikte, bu terimin ilk kez ortaya çıktığı ve ilk gettonun kurulduğu kent Venedik'tir."
Böylelikle, 29 Mart 1516’da dünyanın ilk gettosu kurulmuştur. Yahudiler, Napolyon’un Venedik’i fethetmesine kadar 2.5 asır burada yaşadıktan sonra 1797’de gettonun bütün kapıları açılmış ve kentin diğer bölgelerinde yaşamak için özgür bırakılmışlardır.
Göç
Kontrolsüz göç, kontrolsüz güçtür.
Milletin güç kaybıdır... artık güç de kontrol de başkalarındadır.
Güçlü Türkiye sloganı atanların; yine yeni bir aldanışı -- ya da aldatışıdır !
Göçmen olmanın da zorlukları vardır . Bir başarı kazandığı takdirde iki ülkeyi de sevindirir ama yanlış yaptığı zaman hemen parmak gösterilir. Bunu en iyi Almanya'daki futbolcumuz Mesut Özil dile getirmiştir.
Mesut Özil'in yaptığı, “Kazanınca Alman, kaybedince göçmen oluyoruz” açıklaması son derece enteresan. Bana kalırsa kazanınca da göçmen oluyordu.
Göç
Göç ülkeler için güçtür.Türkler anadoluya göçmeseydi anadoluda 3 kıtayı yönetecek güç olmazdı .
Ne Paris bildiğiniz Paris
ne dünya bildiğiniz dünya.
Barbar kavimler istilâsı herkesin başına belâ!
En ağır yükü de Türkiye'ye yüklediler.
Göç
Emekli Albay Orkun Özeller:
"Çoban, jandarmanın eli ayağıdır. Arazide ne oluyor, ne bitiyor, kim ne yapıyor çobanlar bilir.
Çoban mesleğinin tamamını Afganlara bırakırsanız güvenlik zafiyeti yaşarsınız."
"Roma İmparatorluğu'nun Sonunu Getiren Olay: Mülteci Akını (Adrianopolis Savaşı)
Göç göçmen
German ırkına ait olan ve Romalılar tarafından "barbar" olarak adlandırılan Gotler, Hun saldırılarına maruz kalınca evlerinden kaçmak zorunda bırakıldılar. Hunlar önüne gelen herşeyi yıkıp yakınca Gotlar da Doğu Avrupa'daki yerleşkelerini bırakıp güneye doğru akın etmeye başladılar.
Hunlar büyük bir katliam yaşatıyordu bu nedenle de Gotların kaçışı çok hızlı oldu.
Hızlı bir şekilde kaçan Gotlar Tuna kıyılarına yerleşmeyi doğru buldular hem Tuna nehri Hunlara karşı bir savunma duvarı görevi de görecekti.
Yalnız tek bir sorun vardı. Burası Flavius Julius Valens Augustus yönetimindeki Roma İmparatorluğu'na aitti. Akın öyle kuvvetliydi ki kısa sürede Roma İmparatorluğu sınırlarındaki Gotların sayısı yüz binleri bulmuştu.
Gotların önderi Fritigern, Roma İmparatorluğu'ndan kendilerini İmparatorluk tebaası olarak kabul etmelerini istedi. Roma İmparatorluğu bunu kabul etti ama ağır şartlarla. İmparatorluk Gotlardan bulundukları toprakları işlemelerini ve gerektiğinde İmparatorluğa asker sağlamalarını istiyordu. Roma İmparatorluğu o dönemler heybetinin zirvesinde olduğundan her an yeni askerlere ihtiyaç duyuyordu. Bunun karşılığında da hem Gotlara yardım dağıtılıacak hem de onların bu topraklarda kalmalarına izin verilecekti.
Anlaşma gereği dev bir Got akımı başladı ve kısa sürede sayıları 200.000'i buldu. Akın sırasında can havliyle botlara binen Gotlardan bazıları aşırı yüklemeden botların batması sonucu can verdiler. En sonunda sağ salim nehri geçmeyi başaranlar yeni hayatlarına başlayacaklardı.
İlk başta Romalıların Gotlara karşı tutumu sağduyuluydu fakat bir süre sonra Romalılar arasında ahlaksızlık başladı. Gotlara yardım götüren Romalılar bunları kendi çıkarlarına kullanmaya başladılar ve Gotları açlığa mahkum bıraktılar. Sefalete bürünen Gotlar kendi imkanlarıyla Romalılardan köpek eti satın almak zorunda bırakıldılar. En sonunda da artık Romalı olmak değil Romayı yok etmeye karar verdiler.
Bugün Edirne topraklarında bulunan Adrianopolis'de 100.000 kişilik Gotlar, 40.000 kişilik Romalılara karşı ayaklandı. İmparator Valens de Gotları küçümseyerek Batı Roma imparatoru Gratian'ın yardımını beklemeden Gotlara karşı savaşa girdi. Sonuç ise hezimetti. Gotlar 30.000 Roma askerini katlettiler.
Bu noktadan sonra Roma İmparatorluğu'nun düşüşü başladı. 3 Ağustos 378’de yaşanan bu savaşın ardından Aziz Ambrose “tüm insanlığın sonu, dünyanın sonu” demiştir"
Veganlık, Domuz ve Post-Modernizm: Protein Tüketim Vergisi
M. Bahadırhan Dinçaslan
Tarih boyunca protein tüketimi bir tür ayrıcalık yahut kitle kontrolü aracı olmuştur. Yahut, tüketimdeki farklılıklar ve bunlara ilişkin yaşam tarzı farkları, toplumların zaman zaman birbirlerine üstün gelmesine neden olmuştur. Cengiz’in ordusundaki en fakir Moğol, Çin ordusundaki en zenginden daha fazla et ve protein tüketiyordu, mesela. Yahut, bozkırın yerleşik tarıma izin vermeyen dokusunda göçebe hayvan tarımı yapmayı başaran Türkler ve Moğollar, bu sayede atlı, esnek ve sıfır yatırımla savaşa hazır bir toplum yaratabilmişler, üstelik bu toplum yapısı yerleşik toprak tarımının aksine nüfusun büyük bir yüzdesinin askere alınabilmesine imkan sağladığı için, nüfusları kat be kat az olmasına rağmen komşu toplumlara üstünlük sağlamışlardı. (Göçebe hayvancılığın özellikleri için bkz: Ecology of Central Asian Pastoralism, Lawrence Krader)
Avcı hayvanlardaki yiyecek önceliğine benzer bir şekilde, insanoğlunun evrimsel serüveninde erkek, baba, şef, avcı (…) her zaman yemede öncelikli kabul edilmiş, protein kaynağının en verimli kısımlarını uhdesine almıştır. Sürü liderinin karaciğeri kendi payı kabul etmesi gibi, besin kaynağının en besleyici kısmı her zaman “otorite”nindir. Bu tersten de okunabilir: Yeterli protein alıp gelişebilen, güçlenebilen sürü/grup üyeleri, lidere meydan okuyabilirler. Öyleyse otorite, hem kendi ayrıcalığını rekabetten korumak, hem de ayrıcalıklı pozisyonunu sağlayan yaşam tarzını devam ettirmek için gıda üzerinde de kontrol sağlayacaktır. Stalin’in özellikle Ukrayna bölgesindeki toprak sahibi köylülerden kurtulmak için bir coğrafyayı açlığa mahkum etmesiyle, toprak tarımı yapmaya başlayan Hinduların sığırı yalnız sütünden faydalanılan bir “iş hayvanı”na dönüştürmek ve bu sayede toprak veriminde istikrarı sağlamak için sığır kesmeyi bir “yeme tabusu” haline getirmesi aynı mantığın birer tezahürüdür.
Bu bakışı biraz ileri götürürsek, Marvin Harris’in The Abominable Pig makalesindeki bakış doğru olabilir: Domuz tabusu yalnız hastalık gerekçesiyle yahut bir yemekten uzak durmak/bir yemeği tercih etmekle sağlanan “grup kimliği” inşasında oynadığı rolle açıklanamaz. (Ayrıca bkz: Why Food Matters, Paul Freedman) Öyle ya, Yahve (yahut Allah) domuzu hastalık gerekçesiyle yasaklayacağı yerde yalnızca “iyi pişirin” diyebilirdi. Yaşam tarzına uygunsuzluk da gerekçe olamaz: İslam öncesi Türklerin göçebe yaşam tarzına uygun olmayan bir hayvan olarak domuz yetiştirilmemiştir; ancak domuz bir nefret objesi değildir. Takvimimizde domuz vardır, bugün bile “çocuk”larımıza “domuz yavrusu” diyoruz. İslam literatüründe Kuran’da yalnız eti yasaklanmış olsa da fiili bir “domuz nefreti” vardır, Yahudi literatüründe ise domuza bakmak bile sorunludur. Yalnız uzak durmayı değil, nefret etmeyi emreden bir dil vardır. Eski Mısır’da domuzun evvela epey prestijli ve yaygın olan konumunu kaybedişi belki de bu nefretin evrimsel nedenidir.
Domuz, besi hayvanları arasında en verimli protein kaynağıdır: Kısa sürede yavrular ve yemi ete çevirme oranı küçük ve büyükbaşlarla kıyaslanamayacak kadar yüksektir. Ancak domuz ot yemez. İnsanın tüketemeyeceği bitkileri insan besinine çeviren koyun, keçi, sığır, deve gibi hayvanların aksine, insanın doğrudan rakibidir: Kök, mantar, yemiş, tahıl ve kabuklu yemişlerle beslenir. Eski Mısır’da domuz epey yaygın ve hatta üst sınıfların özellikle tercih ettiği bir hayvandır. (Bkz: A Zooarchaeological Inquiry into Pork Consumption in Egypt from Prehistoric to New Kingdom Times, H. M. Hecker) Ancak bir süre sonra Mısır metinlerinde “buğdayın domuzlara yem edildiği”nden şikayet eden köylüleri görmeye başlarız. Nüfus arttıkça ve sınıf farkları belirginleştikçe domuz köylülerin nefret objesi olmuştur: Onlardan daha iyi beslenen ve aristokrasinin yine onlardan daha iyi beslenmesini sağlayan bir hayvan! İbrani geleneğin Mısır ilişkisi ile paralellik arz eden bu hikaye, Mısır’ın “alt sınıfı”nı teşkil eden (yahut ettiğine inanan) Yahudilerin sınıf bilincinin bir tezahürü olarak domuzu tabulaştırmış olabilir.
Her halükârda, protein kaynağına erişim her zaman egemen sınıflar tarafından kontrol altında tutuldu tespitinin aleyhinde hiçbir kanıt yok – bunu basit bir hakikat olarak kabul edebiliriz. Bu iş öyle bir raddeye varmıştır ki, sair günlerde et ve hayvansal ürün (özellikle tereyağı) tüketimini yasaklayan kilise, daha sonraları bu yasağı delmek isteyen varlıklı insanlara endüljanslar satmış ve bu mesele Protestanların Katolisizme eleştirileri arasında ciddi yer tutmuştur – Rouen Katedrali’nin bir kulesine bu yüzden “tereyağı kulesi” adı takılmış; kulenin finansmanı tereyağı yeme izin belgeleriyle sağlandığı için. Bugün dahi İngilizce’de sınıf ayrımı yemek isimlerinde kendini gösterir: Hayvan isimleri Anglo-Sakson etimolojiden türerken, et isimleri Norman Fransızcası etimolojiden türer; zira köylüler uzunca bir süre Anglo-Sakson, soylular Norman kültürünü muhafaza etmişlerdi. (Sheep – mutton, cow-veal gibi) Hemen bütün Avrupa’da soylular ve yer yer kilise, ne zaman hayvan kesileceğini, yani ne zaman et tüketileceğini belirlemişler, bu yasağı delenlere ciddi cezalar getirmişlerdi. Hatta buna alternatif olarak av hayvanlarından protein edinmeye çalışan köylüler av yasaklarıyla durdurulmuş, bütün Avrupa feodalizminin en belirgin özelliklerinden biri, kaçak avlanmayı ölüme varan cezalara layık gören bir hukuk sistemi olmuştu. Köylülerin köylü kalmaları, tarlada verimli çalışabilecek ancak diğer fonksiyonların gelişimini desteklemeyecek bir diyetle beslenmelerine bağlıydı.
Bugün bütün dünyayı saran vejetaryenlik-veganlık furyası, yeni bir protein kontrolü rejiminin ayak sesleri gibi geliyor. İnsanlara yalnız besin olarak değil, bütün tüketim alanlarında hayvansal ürünlerden uzak durması öğütleniyor. Fakat insanoğlu basitçe omnivor bir hayvan ve hayvansal besin alması gerekiyor. Özellikle belli hayvansal yağları tüketmediğinde, protein alamadığında ölümle sonuçlanan hastalıklar yaşıyor. Bu yüzden alternatifler yaratmak zorundalar. Alternatifler ekseriyetle geleneksel olandan daha pahalı. Hele ki kozmetik vs alanında sağlıklı, bitkisel gibi propagandalarla satılan ürünler, eşdeğeri ürünlerden kat be kat pahalılar. Artık protein tüketme izni satılmıyor da, protein tüketiminin ayıp olduğuna inandırılıyoruz, bu ayıptan kaçmak için de daha pahalı/daha zahmetli ve her zaman daha az besleyici ürünlere yönlendiriliyoruz.
Bunun adı protein vergisidir. Aristokrat sınıflar, şekeri önce kendi ayrıcalıklarının bir simgesi yapmışlar, hatta çürük dişi bile gurur vesilesine dönüştürmüşlerdi. Ancak üretim arttıkça ve şekerin besleyici fakat uzun vadede faydasız özellikleri keşfedildikçe, alt sınıfların en yaygın gıdası haline getirdiler. Literatürde soya proteinleri verilen maymunların itaatkar ve yakınlık kurmaktan kaçınan davranışlar sergiledikleri (ve aynı zamanda endişe kaynaklı agresyonlarının arttığı) tespit edilirken, protein tüketiminin zihin fonksiyonlarının sağlıklı işlemesi için bir gerek-şart olduğu açıkken, insanların et tüketmesini engelleyecek furyalar, onları aynı rap müzik, queer theory yahut post-modernizm gibi kişiliksiz, hedefsiz, aidiyetsiz “işçi arılar”a çevirmek isteyen bir zihnin ürünleridir.
"Fakat insanoğlu basitçe omnivor bir hayvan ve hayvansal besin alması gerekiyor. Özellikle belli hayvansal yağları tüketmediğinde, protein alamadığında ölümle sonuçlanan hastalıklar yaşıyor. " Bu tümüyle yanlış. Uzun yıllardır bu konuda çalışan, yayın yapan bir hekimim. Sizle aynı şeyleri savunan yayınlar oldu, hala da var ancak çoğunlukla materyal metodları kusurlu. Tersini de yazayım hadi, vegan vs. beslenmek daha sağlıklı demek de yanlıştır. Fakat şu apaçık bir gerçek ki insan hayvansal proteine ihtiyaç duymaz. Vegan olmadığımı da belirteyim (bir önemi varsa)
Göçmenler tek kimlikli değildir, her bir göçmen birden fazla kimliği bünyesinde barındırır. Mesela bir göçmen Müslüman, Hıristiyan ya da dinsiz olabilir; aynı emekçi Türk, Kürt vb olabilir; aynı emekçi aynı zamanda kadın ya da erkek olabilir; vejeteryan ya da et obur olabilir; gay ya da heteroseksüel, sağlıklı ya da bazı hastalık ya da sakatlıklara sahip olabilir… Aynı emekçi genç ya da yaşlı olmanın getirdiği bir kimliğe sahip olabilir… Ayrıca her bir emekçinin kendi yaşamından, tecrübelerinden, eğitiminden vb kaynaklanan kendine özgün kültürel bir kimliği vardır. Din dil ayrımı yapmadan tüm emekçileri ortak paydada buluşturan tek kimlikleri onların sınıf kimlikleridir. Yani emekçi zaten kendi içinde çok-kültürlüdür. Yani ne kadar emekçi varsa, o kadar farklı kültür ve kimliğin olduğundan bahsetmek yanlış olmaz."
Göç
Uluslararası Göç Örgütü (İngilizce: International Organization for Migration - IOM) acil durumlarda yardım, mültecilerin yeni bir ülkeye yerleştirilmesi, gönüllü geri dönüşlere yardım, göçmen sağlığı, para gönderme ve yasal göç seçeneklerinin desteklenmesi gibi alanlarda faaliyet gösteren uluslararası bir örgüttür. Merkezi İsviçre’nin Cenevre şehrinde bulunan ve hükûmetler arası bir kuruluş olan IOM, toplam 173 üye devletten oluşmaktadır. 1951 yılında Intergovernmental Committee for European Migration (ICEM) adıyla II. Dünya Savaşı'ndan etkilenerek göç eden insanlara yardım etmek amacıyla kurulan örgüt daha sonra isim değiştirerek bugünkü halini aldı. Örgütün resmi dilleri İngilizce, Fransızca ve İspanyolcadır. Genel sekreterliğini 2018 yılında beri Portekizli bir avukat, sosyalist parti üyesi ve 1995-1997 yılları arasında Savunma Bakanı olarak hizmet etmiş António Vitorino yapmaktadır. IOM, 2016 yılının Aralık ayında tam olarak Birleşmiş Milletler çatısı altına girmiştir. Birleşmiş Milletler Göç Ajansı ismi ile de anılmaktadır.[1]
Uluslararası Göç Örgütü
Kuruluş
1951 (72 yıl önce)
Tür
UAÖ
Amaç
İnsani
Merkez
Cenevre, İsviçre
Üyeler
Mart 2019 itibarıyla; 173 üye ülke ve 8 gözlemci ülke (80'den fazla küresel ve bölgesel STK ve STK de gözlemci konumunda)
Resmî diller
İngilizce, Fransızca ve İspanyolca
Genel sekreter
António Vitorino
Bütçe
$1.8 milyar (2019)
Personel
11.500
Resmî site
iom.int
Eski adı
Hükümetlerarası Avrupa Göç Komitesi
IOM Türkiye
Değiştir
1991'de sona eren 1. Körfez Savaşı sırasında ilk defa Türkiye'de faaliyetlerine başlamış olan IOM, ana ofisi Ankara olmak üzere, Istanbul, Gaziantep, İzmir gibi diğer ofisleri ve 1000'in üzerindeki çalışanıyla göçmenlerin 3. ülkelere yerleştirilmesi, sınır-ötesi insani yardım ve mülteci koruma programı gibi çalışma alanlarıyla çok sayıda göçmene ve faydalanıcıya ücretsiz olarak hizmet vermektedir.
1960li yıllarda ve sonrasında Almayanya giden Türk vatandaşlarla Türkiye'ye sığınan Suriyeli göçmenleri karşılaştırmak aynı şey olduğunu söylemek akıl tutulması olsa gerek. Çünkü iki göçün sebepleri üzerinden gidersek bile bu ayrımı çok net görebiliriz . İkinci dünya savaşı sonrasında Almnyanin bir iş gücüne ihtiyacı vardı. Devletler arası ikili anlaşmalarla bu giderilmeye çalışıldı.
Bizimkiler orada oranın vatandaşlarinin yapmadığı yetişemediği işleri yapmak üzere gittiler . Gidişleri meşru idi . Suriyeliler ekonomik sebeplerle göç etmedi.
Almanyadaki vatandaşlarımızın ekonomiye katkıları bakımında şu veriler olumludur. 2020 yılı itibariyle Almayan ekonomi bakanının açıklamasına göre Türk kökenli yüzbinden fazla iş insanı bulunmakta var yarım milyona yakın çalışanı toplam elli milyar Euro ciro ile Almanya nin refahına ve ekomisine ciddi katkı sağladığını belirtti
Göç
Göç kendi içinde iç ve dış göç olarak ikiye ayrılmaktadır.
İç göçler de kendi içerisinde “mevsimlik göçler, sürekli göçler, emek göçleri ve zorunlu – gönüllü göçler” diye kategorilere ayrılır. Dış göçler ise, “beyin göçleri, işçi göçleri ve mübadele göçleri” diye üç kısımda değerlendirilir.
İç göç : Ülke içinde nüfusun yer değiştirmesidir. Toplam nüfus değişmez . Sadece belli bölgelerde yada illerde nüfus değişimi olur. Bunların başlıca sebepleri sanayileşme ile birlikte işgücünün geçimini sağlamak için kentlere göç etmesi denilebilir. Türkiye'de bu durum özellikle 1950'den sonra görülür.
Mevsimlik göç: Yılın belli zaman dilimlerinde gezmek, çalışmak veya dinlenmek için yapılan yer değiştirme hareketidir. Bu pamuk toplamak, bağ evine gitmek yada tatile gitmek şeklinde olabilir . Burada en büyük kıstas zamanın dar olmasıdır.
Sürekli göç: İnsanların bir yerden bir yere temelli yerleşmek için gitmesine denir. Bu yer değiştirme gönüllü olabileceği gibi zorunlu da olabilir . Daha iyi eğitim daha iyi bir yaşam standartları için yapılırsa gönüllü, terör, afet vs beklenmedik olaylar karşısında olursa zorunlu göçler olarak adlandırılır.
Emek göçleri : Bunlar tayin nedeniyle yada işgücü nedeyle olan göçlerdir. Bir memurun bulunduğu yerden başka bir yere gitmesi , Doğudan başka bölgelere inşaatta çalışmak için gidenler örnek verilebilir . Mevsimlik göçten farkı kısa süreli olmamasıdır.
Zorunlu- gönüllü göçler: Zorunlu göç kişinin kendi isteğine birakilmayan devlet tarafından yaptırılan göçlerdir. Bu durumlarda belli illerin nüfusları azalırken belli illerin artmaktadır. Mersin Adana illeri buna örnek verilebilir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında iç iskan kanunuyla da olmuştur. Şeyh Sait isyanı, Ağrı ve Dersim isyanlarında Doğudan Batıya zorunlu göç sağlanmıştır. Ayrıca Keban ve Hirfanlı barajları yapımında çevre köyler zorunlu olarak boşaltılmıştır. Gönüllü göçler de kişinin kendi isteği söz konusudur. Eğitim sağlık iş vb için yapılan göçlerdir.
Dış göçler : Bir ülkeden başka bir ülkeye olan göçlerdir. Deprem afet terör olaylarından kaynaklı zorunlu olabileceği gibi , daha iyi şartlarda yaşama isteği gibi gönüllü de olabilmektedir. Almanya'ya ve batı Avrupa ülkelerinde giden işçiler gönüllü dış göçe örnektir. En büyük dış göç işçi göçüdür.
Beyin göçü (brain drain) : Yetişmiş iyi eğitimli nüfusun daha gelişmiş bir ülkeye göç etmesidir. Bu da iç ve dış olarak ikiye ayrılır. İç beyin göçü ülke içinde olan göçtür. Ülkemizde devletten özel sektöre geçiş olarak görülür. Dış beyin göçünde doktor, mühendis gibi yetişmiş grubun ülke dışına çıkmasıdır. Beyin göçü alan ülke daha iyi şartlar sunarak gelişmişlik düzeyini daha da yukarılara çeker. İç beyin göçünün ülkeye fazla bir zararı olmamasına karşın dış beyin göçü büyük kayıptır. Beyin göçünün nedenleri ; siyasi, ekonomik ve sosyal koşullar olabilmektedir.
İşçi göçleri: Ülke içinde olabileceği gibi ülke dışına da olan işçi göçüdür. Federal Almanya imzalanan ikili anlaşmalar sonucu ülkemizden işçi göçü olmuştur. Ülkemiz bunu imzalarken istihdam güçlüğü çeken işçilerin Almanya'da nitelikli hale gelmeleri ve döndüklerinde ülkemize faydalı olabileceğini düşünmekteydi. Almanya ve diğer batı Avrupa ülkeleri ise ikinci dünya savaşında sonra yeniden toparlanmak ve işçi gücünü karşılamak amacıyla talep etmiştir.
60lı yıllarda Batı Avrupa'ya kayan işçi göçü iş gücü ihtiyacının yetmesi sebebiyle 80lerde altyapı inşaat ihtiyacıni karşılamak üzere Ürdün Arabistana, 90larda Sovyet bloğu ülkelere kaymıştır. Yurtdışına giden bu işçi göçü ülkeye beraberinde döviz getirdiği için ekonomik anlmada ülkemize ciddi katkıları olmuştur.
Mübadele Göçleri: Mübadele sözlük anlamı olarak değiş- tokuştur. Bu göçü yapan kişilere mübadil denir. Bir anlaşma çerçevesinde ülkeler arasındaki nüfus karşılıklı olarak yer değiştirir. Lozan antlaşması uyarınca Yunanistan'la yaptığımız 1 milyon ikiyüzbin Rum Anadolu'dan gitmiştir. Yerine 500bin Türk oradan ülkemize gelmiştir. Batı teakya Türkleri ve İstanbul Rumları istisna tutulmuştur. Mübadele Göçleri ekseri savaşlardan sonra yapılan antlaşmalar sonucu olmaktadır. Zorunlu olması karşın sık karşılaşılan bir göç türü değildir ve birçok insanı mağdur etmektedir.
Yorumlar
Yorum Gönder