deneme 183



II. Selim Osmanlı tarihinde devlet yönetimiyle ilgilenmeyen ve ordusunun başında sefere gitmeyen ilk padişahtı. Yönetimi kızı Esmehan Sultan'ın kocası olan ve çok başarılı sadrazam olan Sokollu Mehmed Paşa'ya bıraktı. Ayrıca Cülûs bahşişinin ilmiye sınıfına da verilmesi âdetini ilk defa II. Selim çıkarmıştır.
bana Oscar Wilde'nin bir sözünü hatırlattı. "Aramızdaki ilişki çok güçlü, çünkü bizi aynı günah bağlıyor" diyor.

Halkın bekleyişinde hep acı ve keder vardır çünkü onun sevgisi kesret üzerine yaşar ama arifin bekleyişinde derin denizlerin huzuru ve gökteki yıldızların keyfi vardır çünkü onun sevgisi teklik üzerine yaşar. O kavuşmayı bekleyişin bir parçası yapmıştır. 

Ticaret ya da tasarruf yapayım diyorsun.
Paranı TL tutuyorsun değer kaybediyor.
Dolar Euro alıyorsun zırt pırt birkaç lafla inip çıkıyor.
Mülk alıyorsun muhit afgan doluyor.
Çiftçi mahsül ekiyor tam biçerken ithalatta gümrük sıfırlanıyor malın para etmiyor.
Yıllarını verip uğraştığın emeklerin heba oluyor.
Okuyorsun diplomanın da değeri hergün düşüyor
İsyan edip "ulan çoban olurum daha iyi" diyorsun.
Yüzbinlerce afgan çoban geliyor.

Neresinden bakarsan bak tüm bunlar yanlışlıkla olamayacak kadar planlı konsantre kötülük.

İnsan her adımını mezardan uzaklaşmak için atar. Yine de her adımda mezara biraz daha yakınlaşır. Nitekim nasıl ki her nefesini yaşamını uzatmak için alır. Yine de her nefeste yaşamından bir nefeslik zaman azalır. İntibah


sustainability : Sürdürülebilirlik

you are close the winning
kazanmaya yakınsın

Of course You are not. You are just a hypothetical 😏
Tabii ki değilsin. Sen sadece bir varsayımsın 😏 

"Dünya herkesin ihtiyacını karşılayacak kadar zengindir, hırsını karşılayacak kadar değil."
 Mahatma Gandhi"
 
Savaş başladı. Sen Yehova Şahidi değilsen, ikinci bölüme geç.

only 0.5 of learners claim that title each week. impressive 
her hafta öğrenicilerin sadece 0,5'i bu unvanı talep ediyor. etkileyici
Good will and sensible effort...
İyi niyet ve mantıklı çaba 

övgü, yargılar ve stres yaratır; geribildirim ise çözüm sunar ve geliştirir
Ovgü bağımlılık yaratırken kendisine, geribildirim bağımlılık yaratmaz. geribildirim gelmediğinde de başarı hissi devam eder.


"en iyisi çalışmak, unutabilecek kadar çalışabilmek. bedbahtlar, ölümü düşünmeye vakit bulanlardır." 

Valla Zaman Ya Silahi (Türkçe:"Ey Sevgili Silahım"), Afrika ülkesi Mısır Arap Cumhuriyeti'nin 1979 yılına kadar kullanımda olan eski ulusal marşıdır. Ülkenin 1960 yılından itibaren Suriye ile birlikte oluşturduğu Birleşik Arap Cumhuriyeti döneminde Walla Zaman Ya Selahy ulusal marşı kullanılmış, bu birlik bir yıl sonra 1961 yılında dağılmış olsa da Mısır tarafından ülkenin ismi 1971 yılına kadar ulusal marşı da 1979 yılına kadar resmi olarak kullanılmaya devam edilmiştir. 1979 yılında bu marş kullanımdan kaldırılarak Biladi, Biladi, Biladi marşı ülkenin yeni marşı olarak kabul edilmiştir. Aynı marş 1958 ile 1968 yılları arasında büyük bir Arap ulusal birliği oluşturabilmek adına Irak Cumhuriyeti tarafından da ulusal marş olarak kabul edilmiş ve kullanmış, Mısır 1979 yılında yeni marşını kabul ederek bu marşı kullanımdan kaldırsa da Irak Cumhuriyeti 1968 yılında rejim değişikliği yaşamasına rağmen kullanmaya devam etmiştir. Irak'ta iktidarda bulunan Baas rejimi de son olarak 1981 yılında farklı bir ulusal marşı kabul ederek yürürlüğe koymuş ve bu marşı kullanımdan kaldıran son ülke olmuştur."

Tarihteki miadını doldurup çökmüş bir devlet ile ifttihar etmen seni ilgilendirir.
Biz Türkiye Cumhuriyetini ayakta tutmak için uğraşıyoruz.
Bunun önünde ki en büyük engel de sizsiniz.

Cumhurbaşkanı Erdoğan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nden Azerbaycan'a direk uçuş gerçekleştirdi. 
Azerbaycan inişe izin verdi.
Yıllardır havacılık sisteminde uygulanan ambargo KKTC'den kalkan resmi veya özel herhangi bir uçak Türkiye'de iniş yapmadan başka bir ülkeye uçamaz kuralı delindi.
Bu tanıma yolunda tarihi bir adımdır.

Mankurtların ölüm, bozkurtların da doğum günü olan Cumhuriyetimizin 100. yılına, 

Sen biz değilsin sen bir oligark yapı olan tarikatların kemalizmle soslanmış göz altları morarmış audili bir oyuncusun.





"Kibele tanrıçası nerede?
Frig vadisi içinde yer alan Eskişehir, Kütahya ve Afyon şehirleri yakınlarında yapılan kazılarda gün ışığına çıkarılan Tanrıça Kybele ile ilgili pek çok hikaye var. İşte onlardan birisi. Tanrıça Kybele, bir ölümlü olan hizmetkarı Attis'a aşık olur."
Anadolu'da çok sayıda Kybele anıtı vardır.

Amerika kıtasına ilk giden Kristof Kolomb değil, Vikinglerlerdir.

M.S 1001 yılında büyük bir yolculuk gerçekleşmiş ve Vikingler bilinmeyen kıtaya ulaşmışlardı.

Amerika’daki ilk yerleşkeler Newfoundland ve Kanada Labrador’unda olmuştur.

RÖPORTAJ
Özil kazandığında da göçmendi

Türk Alman Üniversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi Müdürü Prof. Dr. M. Murat Erdoğan, Mesut Özil’in “Kazanınca Alman, kaybedince göçmen oluyoruz” açıklaması için; “Bana kalırsa kazanınca da göçmen oluyordu. Çünkü 2014 Dünya Kupası’ndaki başarıya rağmen Almanya’daki bir grup, ‘Milli marşlar okunurken neden Mesut okumuyor’ gibi eleştirilerde bulunuyordu. O dönemde de bu sıkıntılar vardı. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Almanya Rusya’da Dünya Kupası’nı alsaydı da bu olay patlayacaktı” diyor.

Mesut Özil’in “Kazanınca Alman oluyorum, kaybedince göçmen” serzenişi hararetle tartışıldı. 

Mesut Özil’den önce de Alman milli takımında oynayan Türkiye asıllı oyuncular vardı ama çok popüler olmadılar. Mesut Özil çok önemliydi. Çünkü Türkiye de istiyordu. O tercihini Almanya tarafına yaptı ve olağanüstü başarılı oldu. Hatta sadece Almanların değil dünyanın önemsediği bir oyuncu oldu. Mesut Özil’in yaptığı, “Kazanınca Alman, kaybedince göçmen oluyoruz” açıklaması son derece enteresan. Bana kalırsa kazanınca da göçmen oluyordu. Çünkü 2014 Dünya Kupası’nda başarıya rağmen Almanya’daki bir grup, “Milli marşlar okunurken neden Mesut okumuyor” gibi eleştirilerde bulunuyordu. O dönemde de bu sıkıntılar vardı. Dolayısıyla Mesut Özil’in üzerinde bu birikmişlik var. 
MUHAMMED ALİ CLAY’İ HATIRLATTI

Özil’in bu kararını nasıl değerlendirmek lazım?
Birçok yerde yazıldı çizildi ama tekrar etmekte fayda var. Bu karar Muhammed Ali Clay’in Amerikan yönetimine karşı açtığı bayrağı hatırlatan bir başkaldırı gibi aslında. O anlamda çok çarpıcı ve artık sadece bir futbolcu olarak anılmayacak. Uyum ve göç tartışmalarının birçok yerinde Mesut Özil’in bu düşünceleri ve söylediklerinin önemli bir yeri olacak. Bütün göçmenlerde benzer tepkiler vardı ama bunu söyleyen dünya çapında tanınan biri olunca etkisi daha çok oluyor. Dolayısıyla Mesut Özil’in “Kazanırken Alman kaybederken göçmen oluyorduk” sözü akademik literatürde, medyada, siyasette yıllarca etkisini sürdürecek ve bunun üzerine referanslar verilecek bir cümle haline geldi. Göçmen olmanın zaten ağır bir yükü vardır oldum olası. Dünyanın her yerinde böyledir ama Almanya’da biraz daha fazladır. Bu yükün getirdiği bir patlama.

BASTIRILMIŞ BİR MİLLİYETÇİLİK VAR

Daha önce Alman milli futbol takımında oynayan futbolcular üzerinde de bu baskılar var mıydı?
Bir siyahi oyuncu, bir Mesut Özil, bir İlkay Gündoğan… Bunların Alman milli takımında oynaması zaten olağanüstü bir yetenekle olabiliyor. Dünyanın her yerinde göçmenler zoru başarmak zorundadır. Mesut Özil’in ya da diğer Türklerin Alman milli takımında ya da diğer takımlarda tutunması normal bir Alman’ın gösterdiği performansın çok daha fazlasını göstermesiyle mümkün olabiliyor. Çünkü bütün milli takımlarda milliyetçilik önemli bir rol oynar. Dolayısıyla bu baskı oldum olası vardır. Löw bir teknik direktör olarak, milliyetçilik bazında sadece Alman olanı oynatmak değil takıma faydalı olacakları toparlamaya çalıştı. Ama başka insanlar o takımın ne kadar Alman olup olmadığıyla daha çok ilgilenirler. Almanya’da İkinci Dünya Savaşı döneminde milliyetçiliğin getirdiği bir kırılmanın yarattığı bir tabulaşma süreci de var. Milliyetçilikten söz etmek çok zordur. Herkes milliyetçiliği lanetler ama alttan alta bastırılmış bir milliyetçilik vardır. İkisi arasında sıkışmış bir ülkedir Almanya. Onun için milli takımlar düzeyinde yabancı oyuncuların oynaması Almanya için çok yeni bir olay. Bunun getirdiği bir takım alerjiler olabiliyor. Yalnız altını çizmek lazım, Alman toplumunda yabancıların milli takımda oynamasına sonuna kadar destek olan insanların sayısı rahatsız olanlardan fazla. Mesut’un “Almanya’nın iyi insanlarına” verdiği selam da bunun bir göstergesi.

ÖZİL’DEN ÇOK ERDOĞAN’I KONUŞUYORLAR

Özil’in “takımda yer almayacağım” açıklaması toplumda nasıl karşılık buldu?
Sokaktaki insanın ruh hali ancak uzun kapsamlı çalışmalar sonrası ortaya çıkar. Ama ilk tepkiler doğal olarak medya ve politikacılardan gelir. Bugünlerde Alman gazetelerinin hemen hemen hepsinin manşeti Mesut Özil’le ilgili. Biraz şaşkınlık, biraz kırgınlık, biraz hayal kırıklığı var. “Biz seni yıllar boyu milli takımda oynattık. Bir sürü para kazandın. Yurt dışına gittin, şu an dünyanın en çok para kazanan oyuncularından birisin. Her şey acaba bizim seni dışlamamızla mı ilgili yoksa senin performansınla mı ilgili” diyorlar. İkincisi Mesut Özil olayında da aslında asıl büyük sorun son 6-7 yıldır Recep Tayyip Erdoğan etrafında dönen tartışmalar. Biz Türkiye’de Angela Merkel ve yaptıkları hakkında belki haftada 2-3 cümle konuşuyoruz ama orada her gün gazetelerde, her televizyon programında, komedi şovunda, filmlerde, bütün entelektüel programlarda ve sıradan insanlar arasında çok yoğun bir biçimde Recep Tayyip Erdoğan konusu konuşuluyor. Türkiye ve Türklerle ilgili her şey ama her şey Erdoğan gözüyle ya da onunla ilişkilendirilerek okunmaya çalışıyor. Dolayısıyla Mesut Özil’e gelen eleştiri de Mesut Özil’in verdiği cevap da böyle bir şeydir. Almanlar Özil’e “Seçim döneminde gittin Erdoğan’a destek oldun. O bir diktatör. Bir diktatöre nasıl destek olursun. Alman milli takımında oynayan biri olarak Almanlara faşist, Nazi diyen bir liderin yanında nasıl resim çektirirsin” diyor. Mesut Özil çok nazik bir cevap veriyor. “Ben bir şahısla fotoğraf çektirmeye gitmedim. Kendi anavatanımın Cumhurbaşkanıyla fotoğraf çektirdim. Bu ikisini birbirinden ayırın” diyor. Mesut Özil’in duruşu gayet mantıklı ve makul. “Eğer Türkiye’nin Cumhurbaşkanı beni davet ediyorsa ben davete icabet etmek durumundayım. Bunun bir propaganda olup olmaması beni ilgilendirmez” diyor. Şu an aslında Almanya’daki en büyük kriz bununla ilgili yaşanıyor. İnsanlar Mesut Özil’den bahsederken, daha çok Erdoğan’dan söz edecekler.

BATI’DA MÜSLÜMAN OLMAK ZOR

Türklerin tehlikeli görülmelerinde Müslüman olmalarının da payı var mı?
Ona hiç kuşku yok. Batı toplumlarında Müslüman olmak zor bir şey zaten. Sokaktaki ortalama 60 yaşındaki bir Alman kadın televizyonda bir bomba patladığını ve bunun Müslüman bir örgütle ilişkilendirildiğini görüyor ve hayatını onunla geçiyor. Sofistike bir şey düşünmesini bekleyemezsiniz zaten. Bir noktada da vicdansızlık etmeyelim. Suriye’de bir savaş var. Bu savaş Müslümanlar arasında. Fakat kaçan insanların hepsi bizim bugün eleştirdiğimiz, Müslümanları baskılıyorlar dediğimiz batı toplumlarına kaçmaya çalışıyor. Çünkü bütün olumsuzluklara bütün şikayetlere rağmen hala insanların 3 aşağı 5 yukarı yaşayabilecekleri hukuk ve refah içinde bir zemin var. Mesut Özil’le ilgili olarak bir sürü insan bir sürü şey söyleyebilir ama inanın bana toplumun en az yarısı Özil’in yanında. Müslümanları tehdit olarak görenler var ama Müslümanlarla yaşamanın toplumu çeşitlendirdiğine ve bunun gerekli olduğuna inananlar da var.

Özil bunları yaşıyorsa Almanya’da yaşayan herhangi bir Türk nasıl baskılar yaşıyor?
Özil’in yaşadığı baskıyı ortalama bir Türk yaşamaz. Çünkü toplum göçmen gelsin, inşaatta çalışsın, fabrikada çalışsın, tuvaleti temizlesin, tren yollarına baksın ama üst kademelere tırmanmasın diye bakıyor olaya. Kriminalize insanlar değilse hiç kimse rahatsız olmaz hatta çok da severler. “Aa Türkleri çok severiz, çok düzgün insanlar, çok güzel çalışıyorlar” derler. Ama yukarıya doğru tırmanmaya başlarsanız asıl orada çıkıyor engeller. Dolayısıyla hedefi olan, hırsı olan, başarısı olan insanlar sorun yaşıyor. Mesut Özil bunun en tipik örneklerinden biri.

HİBRİD KİMLİKLER OLUŞTU
Şu hususun mutlaka altını çizmeliyiz. Özellikle uluslararası göçler, hem göçmenlerin hem de yaşadıkları ülkelerin kimliklerini allak bullak ediyor. Sonra ortaya “hibrid”, birden çok kimliğin ortaya çıktığı yapılanmalarla karşılaşıyoruz. Ne Alman ne Türk diyoruz ya bazen, oysa hem Alman hem Türk hem başka bir şey var karşımızda. Hayatın gerçeği de bu. Birden çok kimlik artık aynı bünyelerde. Buna biz de Almanlar da saygı duymalı, göçmen kökenlileri cendereye sokmamalı. Bizim yürüttüğümüz Euro-Turks-Barometre gibi çalışmalarla sağlıklı veriler edinmeli ve buna göre politikalar üretmeliyiz. Humbold Üniversitesinde Prof. Dr. Naika Foroutan’ın çalışmalarına bakmak lazım. Konuyu ciddiye almak ve özellikle kendi insanlarımızı zan ve zor altında bırakmamamız lazım.

ALMAN TOPLUMUNA GÜVEN SARSILDI
Türklerin Almanya’da yaşadığı travmalar var. Bunların en büyüğünü Solingen-Mölln’de yaşadı Türkler. Solingen olayında devletin bir takım unsurlarıyla ilişkili olan hatta kısmen de desteklenen aşırı sağcı gruplar Türkleri evleriyle birlikte yaktılar. Bu büyük bir travma yarattı. O zaman Türk toplumu bunu Almanlara atfetmedi. “Bunu yapan küçük radikal gruplardır” dediler. Ardından NSU cinayetleri oldu. 2011 yılında bu konuda bir araştırma yaptık. Almanya’da yaşayan Türk toplumu “Bu cinayetler Alman toplumuna atfedilemez” demişti. Ancak hem Solingen-Mölln’de hem NSU cinayetlerinde Türk toplumunun Alman devletine güveni sarsıldı. Mesut Özil olayı ise yeni bir aşama getirdi. Artık Alman devletine değil, Alman toplumuna da güvenin sarsıldığı yeni bir döneme girdik. Bunun tamiri daha zor aslında. Göçmenler her türlü sorunu yaşamakta oldukları ülkenin kendilerine dayatmalarının, sınırlamalarının, ayrımcılığının bir sonucu olarak görürler. Duygusaldırlar. Türk toplumu bundan sonraki süreçte biraz Mesut Özil refleksi gösterecektir. Birçoğu başarısız olduğu yerde “Alman toplumu önümüzü kesti” diyecektir. Bunda haklı da olabilirler, bazen de bahane olacak. Kim bilir belki biz de yıllar sonra benzer ilişkileri Suriyeliler bazında duyacağız.

ALMANYA’YA SIĞINAN TÜRKİYE’Yİ AÇIK CEZAEVİ GİBİ ANLATIYOR

Erdoğan ve Türkiye neden bu kadar Almanya’nın gündeminde?
Bu uzun bir konu ama özetlemeye çalışayım. Şu an Almanya’da 3,5 milyon Türkiye kökenli insan yaşıyor. Bunların bir bölümü Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, bir bölümü Alman vatandaşı, bir bölümü çifte vatandaş. Almanlar, Türkiye ile çok yoğun bağlantıları nedeniyle Türkleri kendi insanları gibi görmek yerine Türkiye’nin bir uzantısı olarak görüyorlar ve bundan tedirginlik duyuyorlar. Çifte vatandaşlığa da bunun için karşı çıkıyorlar. Almanya’da iki milyondan fazla çifte vatandaş var. Çifte vatandaş Eyalet Başbakanı bile oldu. Ama bu neredeyse istisnai olarak Türklere kapatılıyor. Çünkü bu göçmenlerin ileride siyasi bir enstrüman olarak Almanya’yı destabilize edebileceğine dair bir endişe var. Bu endişe doğrudur, yalandır, abartılıdır ayrı ama bu endişeleri görmek lazım ve bu endişe üzerinden hareket etmek lazım.
2010 sonrasında Türkiye’nin yurt dışı Türklerle ilgili politikalarında çok ciddi bir değişim yaşandı. Yurt Dışı Türkler Başkanlığı kuruldu. Türkiye operasyonel olarak yurt dışında çok aktif hale geldi. UETD üzerinden organizasyonlar gerçekleştirildi, yürüyüşler düzenlendi. Bu Almanların “Acaba buradaki Türkler Türkiye’nin, Erdoğan’ın bir enstrümanı haline gelecek ve bizim toplum yapımıza, siyasi yapımıza zarar mı verecek” diye bir endişeye kapılmalarına neden oldu.

ERDOĞAN’IN LİDERLİK  GÜCÜ KORKUTUYOR
Bizde Erdoğan bir meydana gelir milyondan fazla insan toplayabilir. Almanya’da Merkel gelsin 20 bin kişi toplayamaz. Böyle bir gelenek yok. Dolayısıyla burada Türk siyasilerin gelip kampanya yapıyor olması olağanüstü şekilde tedirginlik oluşturdu. Erdoğan’ın liderlik gücü –ki bu 15 Temmuz’da da görüldü- Avrupalılarda başka bir kaygı yaratıyor. Son yıllardaki Türkiye politikaları Avrupa’da bir tehdit algısı ile karşılanıyor ve çifte vatandaşlık, siyasi propaganda imkanları, diaspora politikaları, güvenlik vb. şeyler hep bu endişe ile şekillendiriliyor. Bunun Türk toplumunu hangi yönde etkileyeceğini sadece kısa vade için değil, orta ve uzun vadede düşünmemiz gerekiyor.

TÜRKİYE’Yİ KÖTÜLEYEREK TUTUNUYORLAR
Bir başka önemli şey de şu. 1960’lı yıllardan itibaren Türkiye’de siyasi sebeplerden dolayı kalamayan insanların gittiği yer Almanya oldu. Bu kitlenin ülkede tutunabilmelerinin temel yolu Türkiye’yi suçlamak, en azından Türkiye’deki sorun alanlarını oraya taşımaktır zaten. Ancak bu şekilde mülteci statüsü alıp, kendilerine bir alan açarlar. Onlar da ister istemez Türkiye ile olan ilişkiyi hem çok canlı tuttular hem de bu havanın yayılmasında etkili oldular. Şu an Almanya başta olmak üzere Avrupa’da öyle bir hava var ki, sanki “Türkiye açık bir cezaevi. Bunun müsebbibi de Erdoğan.” Bu nedenle ona yönelik her sempati olağanüstü şiddetli bir reaksiyon getiriyor.

15 TEMMUZ AVRUPA’DA TRAVMA OLUŞTURDU
15 Temmuz Avrupa’da başka bir travma yarattı. Erdoğan bir telefon aracılığıyla “Vatandaşlarımı meydanlara çağırıyorum” dedi. İnsanlar akın akın meydanlara aktı. 250’den fazla insan şehit oldu. Süreç devam etseydi birçoğu da canlarını feda etmeye hazırdı. Biz bunu bir demokrasi zaferi ve Türk toplumunun dayanışması olarak görüyoruz. Almanlar ise “Erdoğan bir işaret verdi insanlar sokağa çıktı. Acaba günün birinde bu işareti Almanya’daki Türklere verirse ne olur” diye düşünüyor.
Bir başka önemli handikap ise sadece FETÖ ile mücadele kapsamında değil, örneğin imzacı akademisyenlerin işlerinden olanların Almanya’da sığınak araması. 15 Temmuz sonrasında Almanya’ya gidip sığınan yeşil ve kırmızı pasaportlu vatandaş sayısı tarihin rekorunu kırdı. Bunlar TC vatandaşı. Her biri ayrı bir hikaye anlatıyor. Onların da canına minnet. Bütün ülkeyle ilgili bir sürü malzemeyi bizzat TC vatandaşı olanların ağzından duyuyor. Bunlar artık Almanya’nın günlük politikasının parçaları. Türkiye’de de ne yazık ki sıklıkla gereksiz ve kısa vadeli politikalar için hatalar yapılıyor. Kriz yönetimini çok başarabildiğimiz söylenemez. Ve unutmayalım ki 55-60 yıldır sıradan insanlarımızın yarattığı bu mucizeye yeterince saygı göstermeyebiliyoruz, onların inşa ettiklerini de tahrip edebiliyoruz. Bu konularda daha özenli olmalıyız.
11 Eylül sonrası siyasal İslam’ın bir biçimde terörizmle ilişkilendirilmesinin de etkisi var. Dolayısıyla Türkiye’den gelen Müslümanlar her ne kadar bugüne kadar hiçbir sorun yaratmamış olsalar da bunu potansiyel bir tehdit unsuru olarak algılıyorlar. Mesela en son Suriye’deki savaşta DEAŞ ve oranın bağlantılarında tartışıldı. Bizim bu gerçekliği görüp olup biteni öyle anlayabileceğimizi düşünüyorum.

KAMU DİPLOMASİSİNİ BAŞARAMIYORUZ
Özellikle son dönemde Erdoğan yurt dışında büyük ilgi görüyor. Bu da Almanya, Avusturya, Hollanda’da politikacıları rahatsız ediyor. Seçim çalışmalarına engeller koyuluyor. Fakat burada yanlış bir hesap var. Erdoğan elbette Türklerin desteğini alıyor ama bu kadar abartılacak bir şey değil. Almanya’da 10 kişi oy verebiliyorsa sadece 5’i seçime gidiyor. Bu 5 kişiden 2’si muhalefet partilerine veriyor. Geri kalan ortalama 3’ü Erdoğan’a ya da onun işaret ettiği şeye oy veriyor. Aslında böyle bir okuma ile denilebilir ki Erdoğan Avrupa’daki Türkiye kökenlilerin % 60’ını değil, 10 Türk’ten 3’ünü “kontrol-motive” edebiliyor. Ama seçim sonucu yüzde 60 çıkınca Almanlar paniğe kapılıyorlar.
Almanya’da sağında soluna bütün partilerde Erdoğan’a yönelik bir diktatör algısı var. Bizim bu konuyu yeniden değerlendirmemiz lazım. Kamu diplomasisinde nerede hata yapıyoruz? Yaptığımız işlerin neresinde hata var? Bu toplumun her yanına yansıyor. “Ey Merkel” dediğimizde karşı tarafta başka etkileşimler ortaya çıkıyor. Hem söylemlerimize hem de karşı tarafı nasıl ikna edeceğimize bakmalıyız.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye'de Yaşayan Zenciler

Müşür Nedir, Ne İşe Yarar?

Hükümetler Tarafından Gerçekleştirilen Tarihin En Büyük Altın Soygunları