deneme 27


Dünya Ekonomisi ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü'nün araştırmacısıViktor Nadein Rayevsk diyor ki;

Ben Türk tarihinde Atatürk dönemini farklı bir dönem olarak görüyorum.  

Kanaatimce biz slav halkların, ermenilerin, greeklerin hatta arapların en büyük şansı Mustafa Kemal gibi bir liderin çökmüş bir devletin ve Türk kavminin en zayıf devresine denk gelmesidir. 

Eğer Osmanlının iyi bir devresinde Mustafa Kemal devletin başına gelse ve onun anlayışı devlete hakim olsa tahminimce Baltık denizinden karadenize, Basra körfezinden hazar denizine kadar herkes Türkçe konuşurd

Merak edenler için, “türban” sözünün nereden geldiğini anlatayım: Bu kavram, 18. asrın sonlarında Fransa’da, Osmanlı İmparatorluğu’nun Paris elçisi Moralı Esseyid Ali Efendi’nin sarığının Fransız hanımlara verdiği ilhamla ortaya çıktı.
 Paris sosyetesi, şıklığıyla dillere destan olan Osmanlı elçisini davet edebilmek için birbiriyle yarışır olmuştu. Ali Efendi davetleri hiç reddetmiyordu, hanımlara karşı gösterdiği nezaket dillerdeydi ve hanımlar, Ali Efendi’nin başındaki sarığına, elindeki çubuğuna, yürümesine ve etrafı selâmlamasına hayrandılar.
 Derken, Parisli hanımlar 1790’ların sonunda Ali Efendi’nin sarığına benzer şapkalar takmaya, saçlarını kıymetli kumaşlarla sarmaya başladılar ve bu yeni moda “türban” adını aldı. Sarıkta kullanılan, bugün “tülbent” dediğimiz ve Farsça aslı “dülbend” olan kelime Fransızca’da “turban”a dönüverdi!

 Ali Efendi, Paris’in giyimini-kuşamını değiştirmişti ama meslekî bakımdan gayet başarısız oldu. 1802 Temmuz’unda azledilip İstanbul’a çağırıldı, daha düşük vazifelere tayin edildi ve nihayet 1808 Temmuz’unda İkinci Mahmud’un fermanıyla kellesini cellâdın satırına teslim etti. Ali Efendi’nin Avrupa’da “türban” adını alan sarığını sardığı kellesi, gövdesinden ayrı olarak şimdi İstanbul’da, Mahmud Paşa Mezarlığı’nda bulunuyor.

 Ama, İslamî terminolojideki ismi Arapça’da “bakışlardan gizlenmek” ve “saklanmak” demek olan “hecebe” kökünden gelme “hicab” sözünün karşılığında kullanılan günümüzün “türban”ı, bizde bundan 25-30 sene öncesine kadar hiçbir zaman vârolmadı. Türk kadını, başını örtmek maksadıyla asırlar boyunca “yaşmak”, “kadın fesi”, “ferace”, “maşlah”, “tepelik”, “hotoz”, “tandırbaş”, “kundak yemeni”, “salma yemeni” yahut “felek tabancası” isimleri verilen birbirinden farklı ve herbiri gayet şık biçimde değişik vasıtalar kullandı ama bugünün türbanını hiçbir zaman bilmedi.


 Daha önce de defalarca yazdım: Günlük tartışmalarımızın hem ayrılmaz parçası, hem de bitmek tükenmek bilmeyen kavgası haline gelen “türban” dediğimiz baş örtme biçimi bize ait değildir! Bu model, 1970’li yılların başında Lübnan’da yaşayan İranlı bir din adamı, Hüccetülislam Musa Sadr tarafından yaratılmıştır. Hüccetülislam’ın böyle yeni bir örtünme modeli ortaya koymasının sebebi ise, Güney Lübnanlı Şii kadınları bölgeye hâkim olan Filstinli gerillaların tacizinden koruyabilme çabasıdır.

 Lübnan’da 1940’lı senelerde azınlıkta olan Şiiler, 1970’lerde ülkenin güneyinde çoğunluk haline gelmişlerdi ama bölge Filistinli gerillaların kontrolü altındaydı ve Kral Hüseyin’in Ürdün’den kovduğu gerillalar, sivil Filistinlilerle beraber Güney Lübnan’a yerleşmişlerdi. Askeri bakımdan zayıf olan Lübnan hükümeti ise, topraklarındaki bu silâhlı gruplara karşı birşey yapamıyordu.
 İşin askeri yönünden başka bir de sosyal boyutu vardı: Şii Lübnanlılar  ile Filistinli gerillalar arasında her an bir gerilim çıkıyordu, artan ekonomik sıkıntılara ilâve olarak gerillaların Şii kadınları taciz etmeleri gibisinden günlük rahatsızlıklar da vardı.


 Bugünün türbanı işte böyle rahatsızlıklardan, özellikle de Şiiler’in sık sık uğradıkları tacizlerden doğdu. Modelin yaratıcılığını Lübnan’da yaşayan İranlı yüksek seviyedeki bir din adamı, Hüccetülislam Musa Sadr yaptı ve kısa bir müddet sonra hemen bütün Şii kadınlar türban takarak bir örnek giyinir oldular.
 Musa Sadr, Şah dönemi İran’ının en büyük gazetesi “Kayhan”ın başında bulunan Emir Tahirî’ye 1975 yılında Beyrut’ta verdiği demeçte modeli bizzat hazırladığını anlatacak ve “İlhamımı Batı dünyasının kilise resimlerinden ve Lübnan’daki Katolik rahibelerin kulladıkları başörtülerden aldım” diyecekti. Sadr’a göre Lübnanlı Şii kadınlar bu yeni örtünme biçimi sayesinde diğer dinlerden ve mezheplerden olan hemcinslerinden apayrı bir görünüm kazanırlarken tacize ve tecavüze uğrama ihtimalleri de asgariye inmişti; zira yeni oluşmaya başlamış olan silâhlı Şii hareketinin de koruması altına girmişlerdi.
 Oralardaki ismi “hicab” olan türban, Lübnan’dan İran’a ihraç edildi ve Şah’ın gidişini hazırlayan olayların başladığı 1977 sonbaharında Tahran’da yönetim aleyhinde yapılan gösterilerde sembol gibi kullanılır hâle geldi. Şah karşıtı kadınlar hızla hicaba bürünüyorlardı. Şah’ın devrilmesi üzerine 1979’da sürgünden dönen İmam Humeyni’yi Tahran’ın Mehrâbâd havaalanında karşılayan yüzbinlerce İranlı kadının arasında çok sayıda hicablı kadın da vardı.
 Bu yeni tip başörtüsü, İslam Devrimi’nden sonra önce İran’da, hemen ardından da bütün İslam dünyasında siyasallaştı ve bir kimlik alâmeti oldu. İran Devrimi’nin fikri temellerini ortaya koyanlardan biri olan Ayetullah Murtaza Mutahhari, Şah karşıtı ayaklanmalar sırasında yayınladığı “Hicab-ı İslamî”, yani “İslami Örtünme” isimli kitabında Kur’an’ın “Nur” ve “Ahzab” surelerinde emredilen örtünme biçiminin omuzlara kadar uzanan başörtüsü olduğunu yazacak, Hüccetülislam Musa Sadr’ın yarattığı modelin de en doğru hicab biçimi olduğunu söyleyecekti.


 Ayetullah Mutahhari’nin dini özelliklerini bu şekilde belirlediği hicab, İran’da 1981’de yayınlanan “Kadınlar İçin İslami Giyim Yönetmeliği”ne de girdi. Yönetmelikte çarşafın ve Musa Sadr’ın modelinin İslam’a en uygun örtünme biçimi olduğu söyleniyordu ama kadınlara çarşafa bürünmek yahut yüzü kapatmak mecburiyeti getirilmedi, sadece yüzlerinin açıkta kalacak şekilde kapanmaları emredildi. Şehirli kadınlar genellikle çenenin altından düğümlenen ve asırlar boyunca bizde de kullanılan normal başörtüsünü tercih ettiler; devrim yolunda çaba gösteren kadınlar ise türbanı kullandılar, kırsal kesim ise eskiden olduğu gibi çarşaflı kaldı. İran’da çarşaf yahut omuzları kapatan türban mecburiyeti hiçbir zaman vârolmadı.


 Bugün hiç durmadan tartıştığımız türban işte böyle doğdu, İran Devrimi sırasında kazandığı popülarite zamanla ideolojik sembol ve siyasi kimlik vasıtası olarak İslam dünyasına yayılıp bize kadar geldi.

322 numaralı üyesi Atatürk'tü... Nasıl örgütlendiler

2 Haziran 1889, 1908 Hürriyet Devrimini başaran İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kuruluş günü olarak kabul ediliyor. O tarihte kurulan örgüt gerçekte Cemiyetin ilk çekirdeğidir. 

İttihat ve Terakki nasıl bir örgüttü? Bu önemli soruya verilecek en iyi yanıt, çok değerli iki adın açıklamaları olabilir: Tarık Zafer Tunaya, İttihat ve Terakki’yi, “Türkiye’nin yakın tarihine egemen olmuş ve damgasını vurmuş ilk ve en büyük siyasal örgüt” olarak niteliyor. Ziya Gökalp ise İttihat Terakki hareketini, “Türk Milleti’nin ruhundan doğmuş bir mefkûre hamlesi” olarak tanımlıyor. 


İşte bu devrimci örgüt, 21 Mayıs 1889’da İstanbul’da, Askeri Tıbbiye’nin bahçesinde ve odunluğunda yapılan toplantılarda filizlenmeye başlıyor. Kurucular: Makedonya’dan Ohrili İbrahim Temo, Harputlu Abdullah Cevdet, Diyarbakırlı İshak Sükuti, Kafkasyalı Mehmed Reşid, Bakülü Hüseyinzade Ali’dir. Bu beş gencin örgütlerine o zaman verdikleri ad: İttihad-ı Osmani, yani Osmanlı Birliği Cemiyeti’dir. Askeri Tıbbiye, o yıllarda Sirkeci’dedir.

İlk toplantılardan sonra Edirnekapı dışında İnciraltı mevkiinde,2 Haziran 1889’da daha geniş bir katılımla kuruluş kesinleştiriliyor. Trabzonlu Abdülkerim Sebati, Üsküdarlı Şerafettin Mağmumi, Bosnalı Ali Rüştü, İstanbullu Asaf Derviş’in de katılımıyla yapılan bu toplantıda Ali Rüştü Cemiyete reis, Şerafettin Mağmumi kâtip, Asaf Derviş de veznedar olarak seçiliyor. 

Kuruluş toplantısının yapıldığı İnciraltı mevkii, Mithat Paşa’nın Çiftliği’nin arazisi içindedir. Gençler bu seçimleriyle, mücadelelerinin Birinci Meşrutiyetin mimarı Mithat Paşa’nın devamı olduğu gerçeğini, tarihe bir not olarak düşmek istiyorlar. Birinci Meşrutiyet, Mithat Paşa’nın ve diğer Genç (ya da Yeni) Osmanlıların mücadelelerinin ürünüdür. İkinci Meşrutiyet ise onların anısını, ülküsünü yüreklerinde taşıyan Genç Türklerin (Jön Türkler) cesaretli ve kararlı fedakârlıklarıyla kazanılıyor.

Örgütün kuruluş tarihi de benzer biçimde özenle seçiliyor. 1889 yılı, 1789 Büyük Fransız İhtilali’nin 100. yılı olması bakımından çok anlamlıdır. O yıl Paris’te 1789 İhtilali’nin anısına büyük törenler yapılıyor, sergiler açılıyor. Bu kutlamaların yankıları, Osmanlı İmparatorluğu da dâhil tüm dünyaya yayılıyor.

İttihad-ı Osmani Cemiyeti’ni kuran gençlerin tümü Fransızca eğitim veren ve Batı modeline göre kurulmuş Askeri Tıbbiye’nin öğrencileridir. Fransız İhtilali’ni ve fikirlerini biliyorlar. Onlar, eğitimleri sayesinde dış dünyaya ulaşabiliyorlar. Yasak kitapları ve diğer yayınları okumak, bu mücadelenin başlangıcını oluşturuyor. Öğrenciler birbirlerini bu ilgiye göre ayırt ediyorlar. 

Askeri Tıbbiye’de atılan bu ilk adımı, Mekteb-i Mülkiye ile Harbiye izliyor. II. Abdülhamit iktidarı kurulan komiteleri buluyor, yargılıyor. Yargılananlar genellikle sürgünle cezalandırılıyor. Bu genç devrimcilerin önemli bir grubu Şeref vapuruyla Trablusgarp’a sürülüyor ama onları Trablusgarp’ta tutmak mümkün olmuyor. Büyük bir bölümü Avrupa’ya geçmeyi başarıyorlar. Avrupa’nın çeşitli merkezlerinde örgütlenme, gazete ve dergi çıkarma çalışmalarını sürdürüyorlar.

JÖN TÜRKLERİN AMACI NEYDİ

Gençlerin amacı, Sultan Abdülhamit’in istibdadına (baskı rejimine) karşı mücadele etmek ve “Hasta Adam” ilan edilen Osmanlıyı, meşrutiyeti geri getirerek bir kanun devletine bu yolla da başı dik onurlu bir devlete dönüştürmektir. Bir başka deyişle iyileştirmektir. Kaleme aldıkları Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti Nizamnamesi’nde bu amaçlarını net bir biçimde ifade ediyorlar: 

Mevcut hükümetin adalet, eşitlik, hürriyet gibi insan haklarını ihlal eden ve bütün Osmanlıları gelişmeden alıkoyarak vatanı yabancı tahakkümüne düşüren idare tarzına (karşı), İslâm ve Hıristiyan vatandaşlarımızı uyarmak amacıyla, kadın ve erkek bilcümle Osmanlılardan oluşan Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti teşekkül etmiştir. (Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti Nizamnamesi, 1890) 

OSMANLI AYDINI ÖRGÜTLÜ OLMAK İSTİYOR

Osmanlı aydını Abdülhamit’in istibdadına karşı mücadelesinin başarıya ulaşması için “teşkilatlanması” gerektiğini kavrıyor. Fakat Cemiyet, birlik halinde tek ve güçlü bir örgüt olarak kurulamıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun yapısı, II. Abdülhamit’in ezici, korkutucu baskı rejimi ve diğer tarihi gerçekler buna olanak vermiyor. Örgütler, çoban ateşleri gibi çeşitli adlarla, farklı tarihlerde kuruluyor, jurnal ve tutuklamalarla dağılıyor ve yeniden ortaya çıkıyor.

O dönemin tanığı olan Hüseyin Cahit Yalçın bu durumu vurguluyor: “Abdülhamit devri memleketin hemen her tarafında ve bilhassa İstanbul’da, dağınık ve birbirinden habersiz ve ayrı bir halde birçok cemiyetlerin kurulmasına şahit olmuştur. Kanuni ve açık surette siyasi faaliyete imkân olmayınca, vatanlarının mukadderatları ile yakından alakadar olan kimselerin gizli faaliyet imkânları aramaları pek tabii idi. Memleketin içinde öteden beri gizli bir hürriyet ırmağı toprak altından akıp geliyordu. Bu temiz ve ilahi cereyanı padişahlar idaresi mahvedememiş, yalnız gizlenmeye mecbur bırakmıştı.” 


Sina Akşin, 1889’dan da önce Jön Türk örgütlenmesi olan bir dernekten söz ediyor:“1865’te İstanbul’daki Belgrat Ormanı’nda piknik yapan altı genç, İttifak-ı Hamiyyet adında gizli bir dernek kurdular.Bunların arasında Mehmet ve Namık Kemal Beyler vardı. Ortak tutumları Ali ve Fuat Paşaların siyasetine muhalefetleriydi. İktidardaki bu paşaları Avrupa Büyük Devletleri karşısında fazla tavizci buluyor, buna rağmen Osmanlı bütünlük ve egemenliğinin yine de gerektiği gibi korunamadığına, devletin dağılmaya doğru gittiğine inanıyorlardı.”

HÜRRİYET DEVRİMİ’Nİ GERÇEKLEŞTİREN ÖRGÜT 

Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu kadar,  Türkiye Cumhuriyeti tarihinde de çok önemli bir rolü olan, 1908 Hürriyet Devrimi’ni gerçekleştiren, Selanik merkezli örgüttür. Bu teşkilat, Talât Bey tarafından 1906 yılının Eylül ayında kuruluyor. Talât Bey arkadaşlarını; gizli çalışan, hedefinde iktidar olan, ihtilalci bir örgütle mücadeleye çağırıyor: “Arkadaşlar, gazete, dergi okumak, toplanıp dağılmakla bu iş bitmez. Taraftarlarımızı çoğaltalım…” En çok güvendiği 10 arkadaşıyla birlikte, Selanik’te, Beş Çınar bahçesinde, “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti”ni kuruyor.

Heyeti Âliye’ye, yani bu örgütün merkez yönetimine İsmail Canpulat, Rahmi Bey ve Talât Bey seçiliyor. Manastır Şubesini kuracak olan Enver Bey, 12 no.lu üyedir. Daha sonra hızla yaygınlaşan örgüt hücrelerden oluşuyor. 

Enver Ziya Karal’ın bu örgüte ilişkin değerlendirmesi şöyle: “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti kuruluş bakımından olduğu gibi ülküsü ve ülküsünü geliştirmek için kabul etmiş olduğu usul bakımından da ihtilalci bir cemiyet idi. (…) Meşrutiyete götüren olaylar Selanik Genel Merkezi’nin çalışmaları doğrultusunda gelişti ve genişledi.”   

Bu merkez, bir yıl sonra 1907’de Paris’teki Ahmet Rıza Bey grubuyla birleşerek, “Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti” adını alıyor. Daha sonra kısaca “İttihat ve Terakki” adı benimseniyor. Terakki, ilerleme; ittihat ise birleşme anlamını taşıyor. Cemiyet’in yapısı içine aldığı bir örgüt de Şam’da kurulmuş olan Mustafa Kemal Bey’in Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’dir.

Mustafa Kemal Bey (Atatürk), Hakkı Baha Bey’in (Pars) Selanik’teki evinde yapılan yemin töreniyle, 29 Ekim 1907’de, 322 numaralı üye olarak Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne giriyor. 

İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1908’den 1918’e kadar, Jön Türk hareketinin en güçlü siyasi örgütlenmesi oluyor. 1909 sonu itibarıyla 360 şubeye, 850.000’den fazla üyeye, mecliste çoğunluğa ve hükümet üzerinde etkide bulunan nazırlara sahiptir.

Birinci Sason İsyanı
Ermenilerin, 1894 yılı içerisinde Osmanlı İmparatorluğu egemenliğine karşı başlattığı ayaklanma olayı

1894 Sason İsyanı veya Talori İsyanı, 1894 senesinde Sason'da gerçekleşen Ermeni isyanını ifade eder. Sason günümüzde Batman iline bağlı bir ilçe olmakla beraber Diyarbakır ile Muş arasında kalan dağlık bir bölgedir.[1] İsyan birçok eserde "Sason isyanı" olarak anılsa dahi bazı kaynaklarda "Talori İsyanı" olarak da geçmektedir. Bazı kaynaklarda Talori İsyanı denmesinin sebebi isyanın Sason'a bağlı Talori vadisinde başlamasından ötürüdür. Talori Vadisi ise Sason ile Muş arasında dağlarla çevrili geniş bir vadidir. Ayrıca bu vadi Silvan'lı Bekran aşireti'nin yaz aylarında yayla olarak kullandığı bir yerleşim yeridir. 1875 yıllarında bölgede üç Ermeni köyü mevcutken zamanla köy sayısı on dörde çıkmış ve bölgede Ermeni nüfusunda hızlı bir artış yaşanmıştır.[1] Hızla artan Ermeni nüfusu, Bekranlılar'ın bölgeden çıkmasını istiyor ve bölge aşiretleri ile manastır rahiplerinin desteklerini alarak kendilerinden şikayetçi oluyorlardı.Nitekim bölgede Ermeniler ile Kürtler arasında uzun süredir bir ihtilaf sürüyordu. Ermeniler emniyetlerini sağlamak adına Kürtler'e her yıl vermeleri gereken geleneksel haracı aşiret reislerine vermiyor ve Kürt aşiretlerine karşı direniyorlardı. Osmanlı Devleti ise Kürt aşiretlerini bir Ermeni kalesi olarak görülen Sason'a yönlendirerek direnen Ermenileri kontrol altında tutmak istemekteydi. Bunun üzerine İstanbul Kumkapı Olayın'dan sonra olayın sorumlularından Mihran Damadyan 1891 senesinde Sason'a gelerek yerli Ermeni halkı örgütlemeye yönelik girişimlerde bulunmuştur.[2] "Damadyan Çetesi" adıyla Sason dahilinde kurulan çete Sason'da yaşayan Kürtler'e yönelik saldırılar düzenlemiştir.[3] Çete lideri Damadyan'ın yakalanmasının ardından 1894'te Ermeni Taşnak örgütü, Sason halkının kendilerini Hamidiye tasfiyelerine karşı savunmasına yardımcı olmak için yerel nüfusa silah sağlayarak bölgedeki gerginliklerden yararlanmış ve Talori vadisinde birinci Sason isyanını başlatmıştır.[4] Ardından Damadyan'ın yakalanması üzerine isyancılar Hınçak cemiyeti üyesi olan Hamparsun Boyacıyan önderliğinde, Sason Talori’de kanlı eylemler gerçekleştirmiş ve Hınçaklar, Zadyan ile Behran aşiretlerine saldırarak yağmacılığa başlamışlardır.[5] Boyacıyan'ın Sason bölgesinde halkı kışkırtarak yaptığı propagandalara dair II.Uluslararası Türk-Ermeni İlişkileri ve Büyük güçler sempozyumunda şu ifadeler yer almıştır:


Ermeni komitecilerden Hamparsum Boyacıyan
“ Boyacıyan yaptığı propagandada; “Avrupa’dan geldiğini, isyan ettikleri takdirde,Avrupa devletlerinin müdahale ederek bir Ermeni devleti kurabileceklerini” söyleyerek bölge halkını ayaklanmaya teşvik etmiştir. „
—II.Uluslararası Türk-Ermeni İlişkileri ve Büyük güçler sempozyumu

1894'te özerklik için mücadele adı altında Kürtler'e gerçekleştirilen saldırılar Osmanlı Birlikleri ve Zilan Şeyhi'nin de arasında bulunduğu Kürt aşiretlerinin saldırılara cevap vermesi ile beraber 1894 yılında binlerce Ermeni'nin hayatını kaybetmesine sebebiyet verdi.[6] Sason'a gelen vergi memurlarının Ermeni çete üyeleri tarafından darp edilmesi ve bölgede Kürtler ve Ermeniler arasında yaşanan şiddetli çatışmalar üzerine Dördüncü Ordu Kolordusu'nun katıldığı Bitlis ve Muş İlleri'nden Hamidiye alayları ve Osmanlı düzenli birlikleri, Sason çevresindeki Ermeni bölgelerine gönderildi. Ardından, 18 Ağustos'tan 10 Eylül'e kadar 23 günlük bir operasyona başlandı. Bu harekât dahilinde en az 8.000 Ermeni öldü.[7] Hamparsun Boyacıyan bölgede Bekran aşiretinin çıkarılması yönünde halkı kışkırtarak Kürtler ile Ermeniler arasında çatışmalara sebebiyet vermiş ve Avrupalı devletler'in dikkatini çekmek istemiştir. Boyacıyan, üç bin Ermeni'yi harekete geçirmekle de bu amacını sağlamıştır. 23 Ağustos 1894 senesinde isyan hareketinin lideri Hamparsun Boyacıyan'ın tutuklanması üzerine isyan son bulmuştur. Boyacıyan mahkemede yargılanması neticesinde idama mahkûm edilmiş ancak Avrupalı devletlerin müdahil olması ile cezası Trablusgarp'ta ömür boyu hapis cezasına çevrilmiştir.[8] Fakat Boyacıyan, dokuz yılın ardından firar etmiş ve yeniden komite faaliyetleri içerisine girmiştir.[8] 1894 yılı gerçekleşen Sason isyanı Avrupa komuoyunda büyük bir yankı uyandırmış ardından bu isyan üzerine içinde Fransız temsilcisi Vilbert, Rus temsilcisi Jevasky, İngiliz temsilcisi Shipley, Şefik Bey, Ömer Bey, Celalettin Bey ve Mecit Bey'in yer aldığı Uluslararası Tahkikat komisyonu kurulmuştur.[9] Kurulan komisyonca 20 Temmuz 1895 senesinde Ermeniler'in masum olmadığına dair hazırlanan raporda; Tahkikat komisyonunun yedi ay süren incelemesi neticesinde olayları Ermenilerin başlattığı ve elde ettikleri silahlar ile olayı bastırmak adına bölgeye gelen güvenlik güçlerine saldırdıkları beyan edilmiştir.

Monarşilerde aidiyet monarkadır. Yeminler ona edilir. Son tahlilde her şey, bir adam ve soyuna endekslidir. Böyle bir ortamda milliyetçilik her zaman eksik ve kusurlu olur. 

Cumhuriyetlerde aidiyet anayasayadır, o yasalar da millet adına yapılır. Mahkemeler millet adına karar verir. Milliyetçiliğin siyasette aktör olması için en elverişli ortam budur. 

Şimdi, durup durup anayasaya, anayasal kurumlara saldıran bu adam, güçler ayrılığını ortadan kaldırıp fiili bir monarşiye dönüşmemize yancılık eden bu adam ne kadar milliyetçidir? Bahçeli ve MHP bırak milliyetçi olmayı, Türk Milleti'ne zarar veriyorlar. Önceki nesillerin fedakarlığıyla ortaya çıkan itibarı devraldılar ve o nesillerin ahfadının aleyhine kullanıyorlar. 

Seçim dönemlerinde Davutoğlu gibi tek seçmeni olmayan adamlar eliyle AKP'den oy çalma "strateji"leri bile geliştirilirken, MHP'nin bu aşikar çelişkisi ve ihanetini kaşıyarak buradan oy almaya çalışan yok. Oysa zayıf ortak MHP, tabanına sürekli bir bilişsel çelişki yaşatıyor, sürdürmek için daha saldırgan ve daha cüretkar olmak zorunda kalıyor. Her defasında çıtayı bir üst mertebeye taşıyor. 

Bu alanın büsbütün terk edilmesi esasen AKP'nin iktidarının devam etmesinin sırrı. Zira AKP kan kaybediyor, fakat MHP etmiyor ve onu ayakta tutabiliyor.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye'de Yaşayan Zenciler

Müşür Nedir, Ne İşe Yarar?

Hükümetler Tarafından Gerçekleştirilen Tarihin En Büyük Altın Soygunları