deneme 31
"Fırsat maliyeti, herhangi bir malın üretimini bir birim artırmak için başka bir maldan vazgeçilmesi, feragatta bulunulması gereken mal ve/veya kazanç miktarıdır. Başka bir ifadeyle; İktisadi bir seçim yapılırken vazgeçilmek zorunda kalınan en iyi ikinci alternatiftir."
Fırsat maliyeti nedir örnek?
Örneğin, sinemaya gitmek ile evde kalıp kitap okumak arasında karar vermeye çalışıyorsanız, sinemaya gitmenin fırsat maliyeti sadece sinema bileti için ödediğiniz tutar değil, aynı zamanda evde kitap okumaktan alacağınız haz olacaktır.
Bir malın üretiminin artırılması amacıyla diğer maldan hangi oranda vazgeçildiği, fırsat maliyetinin hesaplanmasını mümkün kılmaktadır. Dolayısıyla fırsat maliyeti kavramı, istenilenleri elde etmek için vazgeçilen diğer en iyi alternatifleri içermektedir.
Avusturyalı iktisatçı olan Friedrich von Wieser, Sosyal İktisadın Temelleri, tercih etme zorunluluğunu ve yetersiz kaynaklar “fırsat maliyeti” olarak tanımlamıştır.
Birşey yaparken ben burada bu konusmayiyyapmasam daha iyi ne yapardım bunu düşünürüm en önemli şey zaman
"Hiç kimse, iyiye kullanma iktidarını kendinde görmedikçe, yüksek makam almayı istememelidir.
Hiç kimse, itidali sağlayacak nefis hakimiyetine malik olmadıkça, kuvvet ve kudret sahibi olmak istememelidir.
"Doğu İmparatorluğunda Yunan uygarlığı, 1453'te İstanbul düşene kadar kurumuş bir biçimde, bir müzede gibi varlığını sürdürdü, sanatsal bir gelenek ve Iustinianos'un ROMA HUKUKU DERLEMESİ dışında, İstanbul'dan dünya için önemli bir şey çıkmadı.
"İlkel toplumların bile akraba evliliği yapmayacak kadar bilinçli olması :)
Totemci bir toplumda çeşitli klan ve grupların yarı hayvan, yarı insan ataları olduğu, aynı adlı hayvandan geldikleri düşünülür. İnsanlar kuzenleri olan hayvanları öldürüp yemezler ve totem grubu içinden evlenmezler.
Hemen bir aile Makedonya muhaciri getirttim. Kasabaya yerleştirdim.
Gizli tahsisattan dört lira verdim. On, on beş domuz tedarik ettirdim. Makedonyalıya, 'Domuzlarını aç tut. Hiçbir şey verme. Sokaklarda, bahçelerde, tarlalarda kendilerine yiyecek bulsunlar!' dedim. Domuzlar kasabaya yayıldı. Türklerin halini bir görmeliydin... Hepsi fena halde kızdılar. Bütün ihtiyarları ertesi gün huzuruma geldi.
'Bulgar'ın domuzları sokaklarda geziyor, çeşmelerin yalaklarını kirletiyorlar. Tarlaları eşiyorlar. Biz buna tahammül edemeyiz' dediler. Ben onlara uzun bir hürriyet nutku irat ettim. Allah'ın yarattığı mahlukların hiç kabahatleri olmadığını, keçi, inek, öküz, tavuk gibi domuzların da hür yaşamak hakları olduğunu söyledim.
'Biz sizin koyunlarınıza kızıyor muyuz?' dedim. Cevap veremediler. Fakat artık domuzların içtiği çeşmeden su taşımıyorlar, domuzların gezindiği çayırlıklarda soyunup yağlanıp güreşemiyorlardı. Altı yedi ay içinde küçük sürü üredi. Hemen bütün kasabayı kapladı. Türkler baktılar ki bu mahluklardan kurtuluş yok, birer birer hicrete başladılar. Evvela en zenginler tası tarağı topladı. Mallarını, tarlalarını yok pahasına satıyorlardı. Ben hükümet namına boyuna alıyordum. İstanbul'a kapağı atan, bir iki hafta sonra hemen akrabalarını gelip alıyordu. Köylüler de, kasabalıların arkasından ayrılmıyorlardı. Ben ha bire Makedonya muhaciri getirtiyordum.
Uzatmayayım. Bulunduğum yerde iki senede bir Türk nüfusu kalmadı. Evet Türk... Hepsi ateş önünden kaçarmış gibi yüzlerce senelik yerlerinden yurtlarından uzaklaştılar. İçinde hiç Bulgar bulunmayan Türk kasabalarına hükümet benim bulduğum usulü tatbik etti. Yani bir aile Makedonya muhaciri, küçük bir sürü domuz!.. Hepsi bir sene sonra yarı yarıya iniyordu. Benim icadım olan bu tuhaf zulüm İslanbulof'un
çok hoşuna gitti. Beni ne vakit görse 'Sen dahisin bire!.. Sen
Hismark'tan büyüksün bire!..' diye boynuma sarılır, alnımdan
öperdi.
Dergiler çoğunlukla gerçek anlamda dini bir içerik sunmaktan ziyade dinin siyasette yer almasını savunuyordu. Genellikle batı karşıtı, hrıstiyan karşıtı ve tartıştıkları meselelerin birçoğuna şiddetli ve saldırgan bir siyasi tarzda yaklaşan, yabancı düşmanı yayınlardı. Örneğin Hindistan üzerine sıklıkla çıkan makaleler modern Hint ve Pakistan müslümanlığındaki son derece önemli dini sorunlar ve eğilimlerden tamamen habersiz görünüyor ve sadece belli gruplara hitap eden siyasi içerikli el ilanlarından ibaret kalıyordu. İçeriklerinin büyük çoğunluğu davanın savunusundan ibaretti ve gerçek İslami değerlerin nasıl tahrif edildiğine dair bilindik yaklaşımın, baskın Batılı kavramlar çercevesinde yeniden dile getirilmesi yoluyla yapılıyordu. Bu kavramlar içinde şunlar sayılabilir ; İslamiyet’in eski ve yeni tarihinin sunumunda tarihsel romantizmin kullanılması ve aşağılık kompleksi. Bu kompleks, eğitimli Müslümanların herhangi bir Batılının İslamiyet hakkında yazdığı bir övgüsünü almaya ve onu makul sınırların da ötesinde iyice şişirmeye iten bir kompleksti. Tarihe romantik yaklaşım, Müslüman düşünürlerin kendi uygarlıklarını Batılı kavramlar çerçevesinde gereksizce haklı göstermeye çalıştıkları başka Müslüman ülkelerde de görülmektedir. Türkiye’de de bunun bazı yeni biçimleri söz konusudur. Örneğin Osmanlı ulemasının gerçekte iyi bir Kemalist ve Cumhuriyetçi olduğunu ve Mustafa Kemal’in de bizzat iyi ve sadık bir müslüman olduğunu göstermeye yönelik teşebbüsler gibi.
Tuhaf bir zulüm
"On sene evvel Petersburg'a gitmiştim. Sazanof'la görüştüm. Malum ya, bu hımbıla Avrupa'da diplomat derler.
'Siz İstanbul'u almak istiyorsunuz, değil mi?' diye sordum.
Hiç tereddüt etmedi.
'Evet' diye başını salladı.
'O halde İstanbul'u almak çok kolaydır. Size öğreteyim!'
dedim.
'Nasıl?' dedi.
'Sizin tasavvur ettiğiniz gibi cihan harplerine, Avrupa muharebelerine lüzum yok. Sade, basit bir sistem!'
'Nasıl?' dedi.
'Türkleri İstanbul'dan hicrete mecbur etmek, sonra yerlerine yavaş yavaş Rus muhacir göndermek. Yirmi beş sene içinde İstanbul'da bir Türk kalmaz. Halis bir Rus şehri olur!' dedim.
'Fakat bu nasıl mümkün olur?' diye tekrar sordu.
'Gayet kolay!' dedim. Türklerin körü körüne kara taassuplarından başka hiçbir siyasî fikirleri olmadığını, vatan, yurt, ocak bilmediklerini, İstanbul'daki her Türk mahallesine bir aile Bulgar yahut Rus yerleştirip yanlarına da serbest gezebilmek şartıyla birer sürü domuz verilirse az vakitte bütün Türklerin çil yavrusu gibi dağılacaklarını anlattım. Eşek! inanmadı. Evet eşeğin biri... Payitahtlarına göz diktiği milletin daha ruhunu bilmiyordu. Siyasetime güldü. Hatta sözlerimi latife zannetti. Bizim sefire demiş ki: 'Gospodin Kepazef ne tuhaf adam! ilk defa görüştüğümüz halde benimle şaka etti.'
Evet, eşek! Avrupa'da, hele Rusya'da siyasetten anlayan bir
tek adam yok... Hepsi eşek, hepsi... "
"Yeni bir miladî yıla bismillâh derken...
Necm suresinde buyurulduğu gibi
"İnsan için kendi çalışmasından (emeğinden) başka bir şey yoktur"
(Necm 53/39)."
"Ey genç dostum!
Hayatta hep gıpta edilen olmaya çalış.
Sana övgülerle yaklaşanların övgülerinin cazibesine kapılmadan, haset sahibinin nazarına da aldırmadan kendi yolunda yürürsen mutlaka bir gün gıpta edilen bir konuma gelirsin."
"Kitap ihanet etmez...
Kitap sana asla ihanet etmez,
ona her başvurduğunda emrine amade bir şekilde seni beklediğini görürsün.
Hemen hemen tüm meslek gruplarında ciddi bir kalite sorunu oluştu bence. Mesela hukuk fakültesi mezunu biri dilekçe yazmayı bilmeli bence ya da mühendislik fakültesi bitirmiş biri birim dönüştürmeyi yapabilmeli.
Heron çeşmesi genel çalışma mantığı itibari ile üst üste duran fanus şeklindeki haznelerin birbirlerine borularla bağlanmasıyla oluşan su ve havanın basıncından yararlanıp teorik olarak sonsuza kadar devir daim yapan bir fıskiye teorisidir. Heron Çeşmesi çalışma esnasında hiçbir hidrolik, motor veya jeneratör gibi sistemler kullanılmadan suyun bulunduğu yükseklikten daha yukarı çıkmasını sağlayan basit ama düşündürücü bir sistemdir.
Bu ve buna benzer pek çok türetilmiştir ve hala günümüzde kullanılmaktadır.
Peki bu çeşmeye adını veren Heron kimdir?
Heron (d. MS 10-ö. MS 70), Antik Çağ'da yaşamış Yunan matematikçi ve mühendistir. Roma zamanında Mısır'ın İskenderiye kentinde yaşamıştır. Antik çağın en büyük deneycilerinden biri olarak kabul edilen Heron, çalışmalarıyla Helenistik geleneksel bilimin öncüsü olmuştur. Kitaplarının en az 13 tanesinin günümüze ulaştığı biliniyor. Tapınak kapısının hidrolik bir sistemle kapanması için yaptığı tasarımlar sonucu Heron çeşmesi üzerine çalışma yaptığı sanılıyor.
Günümüzde mühendis iş ilanı
- Üniversitelerin mühendislik fakültelerinde en az 3.99 ortalama ile mezun olmuş,
- Cambridge Üniversitesinde yüksek lisans yapmış,
- Harvard Üniversitesinde doktora yapmış,
- İngilizce Fransızca Japonca Almanca Rusça Çince Fince Sanskritçe bilen bunun yanı sıra Mars'ta 2 sene yaşamış, Mars dilini çok iyi yazıp konuşabilen,
- 32 senelik iş deneyimi olan
- Şantiyede kalabilecek,
- ABCDE ... Z' ye kadar iş güvenliği belgesi olan
- Uçak, gemi, tank, otobus, tren, taksi kullanabilecek ehliyeti olan,
Aylık 3 bin TL ye çalisacak mühendis aranıyor.
"Yusuf Has Hácib
"yorıgkı bulıt teg yigitlikni ıdtım
tüpi yil keçer teg tiriglik tükettim"
Gençliğimi, geçen bir bulut gibi geçirdim;
ömrümü fırtına hızıyla tükettim""
"Kadınlar üzerindeki egemenliğimiz gerçek bir zorbalıktır.
Kadınlar üzerinde egemenlik kurmamıza sırf bizden daha yumuşak tabiatlı, bu itibarla daha insancıl ve mantıklı oldukları için izin veriyorlar.
Bizler mantıklı olsak, bu niteliklerin kadınları bizden daha üstün hale getirdiğini görebiliriz,
ama öyle olmuyor ve biz mantıklı olmadığımız için üstünlüklerini yitiriyorlar...
"Turancılık Romantik bir hayal değildir.
Mondros imzalanmadan hemen önce Türk Ordusu’nun Azerbaycan’a girdiğini hemen unuturuz. “Nuri Paşa at belinde / Türkiye’den Kars’tan gelir / Azerbaycan diye diye / Yenilmeyen arslan gelir” dizeleriyle ölümsüzleşen bu harekat, Brest-Litovsk’u imzalamış, ihtilaller ve iç savaşla hırpalanmış Rusya’nın savaştan çekilmesiyle, Türklerin “Turan” istikametinde attığı dev bir adımdır ve, bu harekat kapsamında Türkiye, Azerbaycan ve Dağıstan Türklerinden müteşekkil ordumuz Ruslar, Ermeniler ve ilginçtir ki, İngilizlerle savaşmıştır.
Bu dönemde harekatın ve Turancılığın nasıl bir akis uyandırdığını, iki gazete kupürüyle anlatmak mümkün.
The Brooklyn Daily Eagle, New York, 17 Mart 1918 künyeli ilk küpür, Amerikan Kongre Kütüphanesi’nin dijital arşivinde mevcut. “Berlin – Buhara Hattı Orta Asya’da Alman Hegemonyası’nın Yolunu Açıyor” başlıklı makalede ilginç tespitler var. Aşağıdaki kesitler, uzun makaleden önemli kısımların çevirisidir:
İslam birliği fikrini, bir başka deyişle Sultan’ın dini liderliğinde birleşme rüyasını gözden düşüren 1908 ihtilalini takiben, Genç Türkler kendilerini “Turancı” olarak adlandırma ve bir “Turan Rönesansı” için mücadele etme fikrine kapıldılar.
…
Turancılık akımının şimdiye dek pek duyulmamasının nedeni, Rusya’nın çöküşüne kadar büyük önem arz etmemesindendi. O anda, neredeyse bir gecede olgunlaştı. Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan 8.000.000 Türk’e karşılık, çoğunluğu Orta Asya’da olmak üzere, Rus bölgesinde 16.000.000 Türkçe konuşan insan yaşıyor. Turancıların hedefi, savaş çıkmadan önce de benimsedikleri gibi, güçlenmiş ve yenilenmiş bir Türkiye ile, Rus bölgesinde yaşayan Türkçe konuşan bütün toplulukları yeniden birbirine bağlamak. Rus ihtilali de onlara bu şansı tanıdı.
…
Eğer Almanya Rusya’nın batısının büyük bir kısmını yutar, ve aynı zamanda Orta Asya’yı Türk araçları sayesinde kontrol ederse, Eski Dünya’da karşılaştırma kabul etmez şekilde bütün diğer güçlerden daha hakim bir pozisyona gelecek.
…
Bu dev projeyi gerçekleştirebilmek için Türklerin Kafkasya’yı askeri kontrolleri altına almaları gerekiyor.
…
İran’ın bir yandan Osmanlı Türkü, diğer yandan Çağatay Türkü tarafından diz çöktürülmesi, Anglo-Rus rejiminden pişman olmasına neden olacaktır.
…
Kuzey İran’a da Berlin-Buhara demiryolu hattının tamamlanması için ihtiyaç duyuluyor.
Makale, Tebriz’in Kafkas demiryolları açısından önemini, Turancı ideallerin Alman ittifakıyla birlikte gerçekleşmesinin İngiliz İmparatorluğu’na özellikle Hindistan’da vereceği zararı anlatarak devam ediyor. Almanya’yla ittifak yapmış Türkiye’nin, Rusya’nın çöküşünden kaynaklanan güç boşluğunda Turancı bir hamle yapması, ta “Çin Türkistanı”na uzanan bir havzada hakim olmasını sağlayacaktır, bunun önünde duran tek engelse, Kafkasya’dır. Demek, Bakü’ye girerken İngilizlerle bu yüzden savaşmışız
"Ayrıca halkın din konusunda doğru bir şekilde bilgilenme ihtiyacını karşılamak amacıyla bugün bile en güvenilir kaynak eser olarak faydalanılan Elmalılı Hamdi Yazır'ın "Hak Dini Kur'an Dili" adlı Türkçe tefsir kitabı ve Prof. Dr. Kamil Miras'ın "Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi" adlı hadis eserinin devlet imkanlarıyla bastırılmasını sağlaması da onun dine hizmet arzusunun müşahhas örneklerindendir. Atatürk'ün insiyatifi ve onayı olmasaydı herhalde bu önemli neşir hizmetinin tahakkuku mümkün olmazdı. "
“Beyaz adamın yükü” refah getirmedi
Avrupa’nın emperyal güçleri 19. yüzyılda etki alanlarını genişletmek için gözlerini yeni coğrafyalara diktiklerinde; Afrika, doğal kaynaklarının zenginliği ve sömürü için olgunlaştığı iddia edilen gelişmemiş ekonomileri nedeniyle sömürgecilik için son derece idealdi. Harekete öncülük eden liderler, emperyalist yayılmayı ahlaki olarak haklı çıkarmak için popüler hale gelen bir terimden “beyaz adamın yükü”nden bahsettiler. Bu terim, 1899’da Rudyard Kipling tarafından yazılan popüler bir şiirden alınmıştı.
Avrupa’nın emperyal güçleri 19. yüzyılda etki alanlarını genişletmek için gözlerini yeni coğrafyalara diktiklerinde; Afrika, doğal kaynaklarının zenginliği ve sömürü için olgunlaştığı iddia edilen gelişmemiş ekonomileri nedeniyle sömürgecilik için son derece idealdi. Harekete öncülük eden liderler, emperyalist yayılmayı ahlaki olarak haklı çıkarmak için popüler hale gelen bir terimden “beyaz adamın yükü”nden bahsettiler. Bu terim, 1899’da Rudyard Kipling tarafından yazılan popüler bir şiirden alınmıştı. “Beyaz Adamın Yükü” hem emperyalizmin hem de ırkçılığın ve beyaz üstünlüğünün destekçileri için bir paratoner görevi gördü. Bu terimi destekleyen felsefe, “medeniyet, misyonerlik ve ticaret”ten oluşuyordu.
Niyetlerini, Batı medeniyetini dünyanın geri kalanına yaymak olarak açıklayan Avrupa güçleri, her türlü faaliyetlerine gerekçe olarak aynı terimi kullandı. Ekonomik sömürü de bu gerekçelerden biriydi.
“Geri kalmış toplumları” kurtarmak için seçilenler olduklarını düşünmek hoşlarına da gidiyordu. Bu kurtarıcı olma fikri daha sonra politikacılar ve işadamları tarafından, kendilerinden aşağıda gördükleri ırkları, finansal emelleri için kullanmayı haklı çıkarmak için kullanıldı. Günümüzde bu anlayışın devamı olan yapılar tarafından kullanılan metotlar farklı da olsa “Beyaz Adamın Yükü” teriminden ilham alınmış olduğu görünüyor…
AFRİKA’YI ELDE TUTMA ARZUSU BİTMEDİ
Afrika kıtasında dekolonizasyon tam olarak gerçekleşmedi çünkü bunun olması sömürgeci güçlerin ekonomik ve jeopolitik çıkarlarına uygun değildi. Bu çıkarlar, sömürgeci-sömürge ilişkisinin devam edebilmesi için, siyasi ve ekonomik olarak zayıf Afrika devletlerinin varlığını gerektiriyordu. Bu bakımdan sömürgeciler tarafından Afrika devletlerine nominal bağımsızlık verilmesi, Afrika kıtası ülkelerini müreffeh hale getirmedi. Bağımsızlıktan sonra kıta ülkelerinin durumu önemli ölçüde daha iyi değil, aksine sömürge ülkelerinin kalkınma yardımlarına muhtaç olarak devam etti.
Bağımsızlık sonrası dönemde “Sömürgeci Avrupa devletleri” ve “Soğuk Savaş’ın süper güçleri”, dünyanın madeni olarak hizmet eden kıta üzerinde, yeni bir egemenlik biçimine yol açtılar. Her ne kadar sömürge güçleri kıtadan bayraklarını ve isimlerini geri çekmiş olsalar da kurdukları düzen ortadan kalkmadı. Sadece şekil değiştirdi. Bu bakımdan Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan sömürgecilerin kıta ile olan yeni sömürge ilişkisine dair “Sömürgecilerin yol, yöntem, biçim değiştirerek kıtayı elde tutma arzuları bitmedi, bitmeyecektir” ifadesi ile sömürge heveslilerinin şekil değiştirdiğini net bir şekilde açıklamaktadır.
KITAYA GETİRİLEN ORANTISIZ KÂR
Dünyanın başka bölgelerindeki emek ve kaynak sömürüsüyle gelişimini sağlayan kapitalist ülkelerin tüm siyasi liderleri zaman zaman yoksulluk, hastalık, açlık ve cehalet üzerine birçok açıklama yaptılar. Uluslararası kuruluşlar, akademisyenler, ünlüler, hayırseverler ve vakıfları Afrika kıtasındaki yoksulluğu sonlandırmak için daha fazla yardım çağrılarında bulundular.
Söylemleri incelendiğinde pek çok adil ve insancıl duyguların, mükemmel ilkelerin, kısacası takdire şayan siyasi ahlak kurallarının olduğu görülür. Bu durum hiç şüphesiz eski Batılı güçlerin sömürgeci girişimleri ile bugünün bağışçı ülkeleri arasında bir paralellik ortaya koymaktadır. Bu benzerlikler, hem sömürgeci dönemde hem de sonrasında, Batı’nın kendi eylemlerini (Batılılara göre) geri kalmış insanlara faydalı bir düzen getirmek ve geri kalanları kurtarmak için seçilenler olarak kendi kendini savunmasında “Beyaz Adamın Yükü” terimiyle denk düşmektedir.
Kalkınma ve modernleşme teorileri noktasında, “Beyaz Adamın Yükü” ile kapitalist sömürü arasındaki ilişki “gelişmiş/az gelişmiş” ikiliği düşüncesi ile Afrika uluslarının geri olduğu düşüncesini sürdürdü. Kalkınma, kimin “modern” kimin “geri” olduğu ve “modern” olanın “geri” olanın sosyal, politik ve ekonomik hayatlarına müdahale etmesi gerektiği inancı etrafında kavramsallaştırıldı. Bu çerçevede, az gelişmiş olarak adlandırılanlar politik, ekonomik ve sosyal olarak geri kabul edildi.
Kipling’in şiirindeki “Beyaz Adam” kolonilerde yönetici, memur, mühendis, kaşif, asker, diplomat, doktor, misyoner, tüccar vb. görevlerde çalışan yüz binlerce beyazın simgesiydi. Günümüzde bu kişiler farklı isimler adı altında kıtada görev üstlenmeye devam ediyor. Şiirin altında yatan duygu, başlığından da görüldüğü gibi, büyük bir yalandır. Sömürge dönemi deneyiminden anlaşılacağı gibi beyaz adamın yükü, gönüllü ve şiddetli bir egemenlik varsayımıdır.
Bu nedenle emperyalistler ve kapitalistler Afrikalılara yardım etmek için asla isteyerek Afrika kıtasına gitmezler. Gerçekten de, hem emperyalizmi hem de kapitalizmi kıtaya getiren asıl ruh, “Beyaz Adamın” maddi tanrısı olarak sembolize edilen kârdır. Bu bağlamda gelişmiş olarak görülen ulusların dünyanın yoksul bırakılan bölgelerine etkin bir şekilde yardım etmesi ve tüm dünyanın bir Refah Devletine dönüştürülmesi gibi bir şeyin başarılabileceğine dair çok az ihtimal var.
Sonuç olarak Afrika kıtası veya diğer bölgeler, gelişmiş olarak görülen devletlerin yapay iyi niyeti veya sahte cömertliği ile gelişmeyecektir. Ancak, kıta devletlerini ve halklarını gelişmemiş tutmakta çıkarı olan dış güçlere karşı bir mücadele yoluyla gelişebilir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan: Fransa Afrika'yı bir sömürge kıtası olarak kullanmıştır
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Angola temasları kapsamında iki ülke arasında eğitim, tarım, gümrük, turizm alanlarında 7 anlaşma imzalandı. Anlaşmaların imza töreninin ardından konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Gerek ikili yaptığımız görüşme gerek daha sonra heyetlerarası görüşmemizle Türkiye-Angola arasındaki bu süreci kayıtlara düşmüş oluyoruz. Görüşmemizin siyasi, askeri, ekonomik, ticari, kültürel alanlarda 7 anlaşma ile birlikte teyit edilmiş olması aramızdaki ilişkilerin ne noktaya vardığını göstermesi bakımında önem taşıyor.' dedi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, sözlerine şöyle devam etti:
Afrika kıtası yıllar yılı sömürülmüştür. Angola 400 yılı aşkın maalesef Portekiz tarafından sömürülmüş olan bir ülke konumundadır. Angola'nın dışında Afrika'nın ülkelerinin birçoğunun yeraltı kaynakları maalesef Batı tarafından sömürülmüştür. Adaletsiz bir yaklaşımın çok net ortaya koyduğu neticedir. Bunların en önemlisi Fransa'dır. Fransa, Afrika'yı adeta bir sömürge kıtası olarak kullanmıştır. Yüz binlerce insan buralarda öldürülmüştür.
Afrika sömürge parasını bırakıyor
Kahramanmaraş depremlerinde Afrika ne yaptı?
Cezayir Savaşı hâlâ bitmemiş olabilir mi?
#Afrika#sömürge#Rudyard Kipling
YORUM YAP
Yorumlar
Yorum Gönder