deneme 34
"Herakleitos'un evrenin asli unsurunun ateş olduğu şeklindeki kanaati İran kökenli nazariyelere dayanmaktadır. Bu etkileşim kimi Müslüman bilim adamlarının, durumu abartarak, Yunan felsefesinin tümüyle İran kökenli olduğunu iddia etmelerine neden olmuştur.
"Meşhur şair Fuzulî, “Şikayetname"sini, rüşvet ve rüşvetçiliğin sosyal hastalık halini aldığı bir devirde yazmıştır. Şüphesiz, Fuzulî'nin “Şikayetnamesi" XVI. asır Osmanlı sosyal tarihinin şaheser vesikalarından biridir. Bilindiği gibi, Kanuni Sultan Süleyman, Bağdat'a girdiği zaman (1534) Fuzulî, Padişah'a Bağdat Kasidesi'ni sunar. Fuzulî'nin jestinden memnun kalan Osmanlı padişahı, Şair'e verilmek üzere günde dokuz akçelik bir tahsisat bağlar. Bu tahsisatı alabilmesi için Fuzulî'ye bir de berat verildiği halde, şat vakıf memurlarının hileleri ve hırsızlıkları yüzünden uzun müddet oyalanır, memurlar kendisine bu parayı bir türlü ödemezler... Rüşvet ve yolsuzluktan çok müteessir olan Fuzulî, devrin Nişançı paşası Celalzade Mustafa Çelebi'ye bir mektup yazmak zorunda kalır ki, bu mektup "Şikayetname" adıyla meşhurdur. İşte Fuzulî, "Selam verdim rüşvet değildür deyü almadılar" diye başlayan Şikayetnamesini bu sebeple yazmıştır.
"11 Eylül saldırılarından önce özellikle Amerika'da İslâm ve müslümanlara karşı gösterilen şüpheci tavrın, ideolojik söylemlerden dinî çevrelere, medyadan popüler kültüre kadar geniş bir alana yayıldığını görüyoruz. Müslüman toplumların baskıcı, teokratik, gerici, gelişmemiş, irrasyonel, şehvet düşkünü, kadın düşmanı vb. olarak tasvir edilmesi, İslâm'ın modern Batı'nın "ötekisi" olarak kurgulanmasına doğrudan katkı sağlamıştır. Böylece soğuk savaş döneminin bitmesiyle ortadan kalkan "kızıl tehlike"nin yerini "yeşil tehlike" almıştır."
"İmparatorluklarının görkemli olduğu günlerde Fransızların bir "medenileştirme misyonu" vardı, İngilizler "beyaz adamın yükü"nü taşıyordu,otomatik silahlar bu yükü taşımalarını kolaylaştırıyordu. Hilaire Beloc'un 1898'de yazdığı üzere: "Ne olursa olsun, bizim / Maxim tüfeğimiz vardı / Onların yoktu."
Bugünlerde Washington "medeni dünya"nın başını çektiğini, onu koruduğunu ileri sürüyor, Amerikan retoriğinde o ülkenin ilk sakinlerinin köklerinden sökülüp imha edilmesiyle başlamış bir gelenek bu.
"26.02.1920 Amerikalı Gazeteci Streit'le Mülakat
Bizim dinimiz Islamiyetir. İslamiyet, doğmatik kısmı dışında nazara alınırsa, en geniş anlamıyla hoşgörü temeline dayanan "sosyo-politik" bir sistemden başka bir şey değildir. Ve ferdiyetçilik ile komünizm arasında orta bir yol teşkil etmektedir.
"1700 sonrası dönemde Doğu kadınsıyken -zayıf ve çaresiz-, Batı kimliği ataerkil ve güçlü olarak yapılanmıştı. Bu da Asya’nın onu esaretinden kurtarması için (bağımsızlık yasası, sonradan “beyaz adamın yükü” olarak adlandırılacaktı) “öylece yatmış, Bonapart’ı bekleyen” Oryantalist görüntüsüne neden olmuştu. Ve bu teori hayatî bir öneme sahiptir; çünkü Doğu’yu egzotik, çekici ve tüm bunların ötesinde pasif olarak damgalamak (yani, kendi kendine gelişme inisiyatifine sahip değildi) Batı’nın Doğu’yu etkisi altına alması ve kontrol etmesi için dâhice bir meşrulaştırma zemini yaratmıştı.
"Zengin efendiler ayrıca tarihin parmak isırtan akademik dönemlerini de finanse etmeye başlamışlardı. Birçoğu gayrimüslim olan parlak şahıslar, Bağdat'ta saraya ve Orta Asya'da Buhara, Merv, Cündişapur, Gazne’nin yanı sıra Endülüs ve Mısır gibi akademik mükemmeliyet merkezlerine çekiliyor, matematik, felsefe, fizik ve coğrafya dâhil olmak üzere birçok konuda çalışıyorlardı. At tıbbı ve veterinerlik bilimlerinden antik Yunan felsefesine kadar Yunanca, Farsça ve Süryanice pek çok metin Arapçaya tercüme edilmişti.
"Medenileştirme misyonu" (la mission civilisatrice/vazife-i temeddün) sloganıyla hareket eden Avrupalılar, başka toplumları sömürmenin ve kendilerine benzetmenin ("a-similasyon"), "Beyaz Adamın Yükü" olduğuna inanmışlardı. Bu tarihi misyon, evrensel bir düzenin kurulması için zorunlu görülüyordu.
"Avrupalılar diğer milletlerin topraklarını işgal etmişlerse bu, buralardaki yeraltı ve yerüstü kaynaklarından faydalanmak için değil, bu halklara medeniyet götürmek içindir. Rudyard Kipling'in mısralarında ölümsüzleşen şu meşhur White Man's Burden (Beyaz Adamın Yükü); Afrikalılara sabun verip temizlenmeyi öğretmek, Doğu'nun uyuşuk halklarını çalışkan toplumlar haline getirmek ve artık yirmibirinci yüzyılda uçakla füzeyle oraya buraya demokrasi getirmektir.
Terziler geldiler. Kırılmış büyük şeylere benzeyen şeylerle
daha çok koyu renklere ve daha çok ilişkilere
Bir kenti korkutan ve utandıran şeylerle.
Kumaşlar bulundu ve uyuyan kediler okşandı.
Sonra sonsuz çalgısı sevinçsizliğin.
Çay içmeye gidenler vardı akşamüstü,
parklara gidenler de
Duruma uymak kısaltıyordu günlerini
artamayan eksilmeyen bir hüzünle..
Yorgun ve solgundular,
kumaşları buldular, kenti doldurdular
O çelenk onbin yıllıktı, taşıyıp getirdiler
Ölülerini gömmüşlerdi,
kalabalıktılar, tozlarını silkmediler
Bütün caddeler boşaldı, herkes yol verdi,
"Tanrıtanır kadınlar ve cumhuriyetçiler
piyangocular, çiçek satın alanlar,
balıkçılar ağlarını, paraketelerini,
ırıplarını, oltalarını
zokalarını, çevirmelerini
ve kepçelerini topladılar.
Sigaralarını yere atıp söndürdüler
sigara içenler."
Bir şey vardı ısınmaz kalın kumaşların altında,
kesip biçtiler
Patron çıkardılar, karşılaştırdılar,
Katlanılmaz bir uykunun sonunu kesip biçtiler
Şarkılara başladılar ölmüş olan bir at için
Makaslarını bırakmadılar
Bekleniyorlardı.
"Ey artık ölmüş olan at! - dediler -
Ne güzeldi senin çılgınlığın, ne ulaşılırdı!
Sen açardın,
Otuzüçbin at türünün tek kaynağıydın sen!
Tüylerin karaparlaktı. Koşumların,
- kokulu yağlarla ovulup parlatılan -
nasıl yakışırdı sağrılarına ve göke.
Göke bir ululuk katardı sonsuz biçimin, at!
Toynaklarını liflerle ovardık
Senin karaya boyanırdı koşuşun
Uyandırırdı bütün karaları ve denizleri.
Çılgın kişnemeni duyardık
sonsuzun yanıbaşından
Ne güzel gözlerin vardı Kara at!
Binlerce kişi,
- çocuklar, kadınlar, erkekler görkemli yahut
darmadağın giysileriyle herkes
körler ve cüzzamlılar,
bütün kutsal kitaplar kalabalığı,
ermişler, kargışlılar ve günahlılar
gebe kadınlar, vâz edenler
ve dondurmacılar ve at cambazları ve
tecimenler ve kıralcılar ve gemicilerle
Tanrıtanımazlar ve tefeciler ve
yalvaçlar...-
ormanlardan ve kıyılardan ve kıraç yerlerden gelmiş
senin mutlu ovanı doldurup
haykırırlardı.
Büyük sesler içinde sen, geçerdin..."
Terziler geldiler. Bu güneşler odaların dışındaydı artık.
Herkes titrek ve sabırsız, titrek ve sabırsız evlerinde
Gazeteler yazmadı, dükkânlar dönemindeydik
Yüzlerce odalarda yüzlerce terziler,
pencerelerini kapadılar
Parmakları uzun, kurusolgun yüzleri sararmış,
eskimiş durmaktan
Yitik saat köstekleri,
titrek ve sabırsız yorgun bacakları
Her şeylerine yön veren durmuşluğa olur dediler
Beğenip gülümsediler.
"Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
Senin eyerin ne güzeldi.
Dişi keçi derisinden, ofir altınıyla süslü
Nasıl yaraşırdı belinin soylu çukurluğuna
Seninle öteleri ansırdık.
Öteler, baklanın ve pancarın duyarlığı
Kedinin varlığı erişilmez kişilik
Güneşli bir damda
İçimizden gemiler kaldırırdın,
Suyunu büyük şölenlerle tazelerdik
Bayramımızdın. Kuburlukların
bütün kişniş ve badem doluydu.
Şimdi dar dünya
Ölümün büyük hızı kesildi."
Terziler geldiler. Ateş ve kan getirmediler.
Hüzünleri kan ve ateşti ama. Uğultulu bir şey
Ekspresler garlarda kaldı, ilâçlar çıldırdılar
Kenti bir baştan bir başa dolaştım, tıs yok
Bütün odalara dağıldılar.
Sürahiler tozlu, pabuçlar kurumuş
yerlerde kırpıntılar,
"Oyulmuş yakalar, kolevlerinden arta kalanlar
vatka pamukları, verevine şeritler, kopçalar,
düğmeler, ilikler
iplik döküntüleri, kumaş parçaları,
karanlık akşamüstleri ve sabahlar,
dükkân tabelâları, kartvizitler..."
Kasıklarına kadar çıkmış,
en ufak bir ölüm bile yok.
Tarafsız bir aşk çağlıyordu
onların solgunluğunda
Mutfaklarını kilitlediler,
büyük atsı giysiler kestiler,
"Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
Koşuşun büyütürdü dünyayı senin!
Sen nasıl da koşardın.
Biz güneyde yatardık, sen koşardın
Hangi at güzelse ondan da güzeldin
Kuyruğun parlak savruluşuyla bölerdi
bir karaya göğü
ve yüceltirdi, ince bezekli kuskununu.
Gemin güzel sesler çıkarırdı güzel
ağzında,
herkesi sevinçle haykırtan.
Başın yaraşırdı düşüncemize ve
gözlerine saygıyla bakardık..."
Terziler geldiler.
Durgunluktu o dökük saçık giyindikleri
Yarım kalmışlardı. Tamamlanmadılar.
Toplu odalarını sevdiler.
Ölümü hüzünle geçmişlerdi, ateşe tapardılar.
Kent eşiklerindeydi, ağlayışını duydular
Kestiler, biçtiler, dikmediler ve gitmediler,
iğnelerine iplik geçirip beklediler;
"Ey artık ölmüş olan at! -dediler-
En güzeli oydu işte, yüzünün
savaşla ilişkisi.
Boydanboya bir karşıkoyma, denge
ve istekli bir azalma. Onu bilirdik.
O ağaç senin kanınla beslenirdi,
hepimizi besleyen.
Bir ülkeyi yeniden yaratırdı şaşkınlığımız
senin karşında,
alışverişin, alfabenin,
iplik döküntülerinin ve
her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği..."
Turgut Uyar
(1927 - 1985)
Büyük Saat, S. 223-226
Çevremize, Science Sociale gözüyle şöyle sıradan bir bakış bile bu gerçeği göstermeğe yeter: Örneğin “meşrutiyet” yönetimi İspanya'da da var, İngiltere'de de. Amerika'nın kuzeyi de cumhuriyet'le yönetiliyor, orta ve güney Amerika da. Oysa bu toplumlar arasındaki ayrım, bir karşılaştırma yapılamıyacak derecede büyüktür. Bu korkunç ayrımlar, besbelli ki hükümet şekillerinin ayrılığından değil, sosyal yapıların ayrılığından ileri geliyor... Yönetim hayatını özel hayata üstün tutan “bütüncü yapı”larda af yönetim şekli; “'mutlâkiyet”, “meşrutiyet”, “cumhuriyet”... hangisi olursa olsun sonuç hep aynı: siyasal zorbalık, sosyal yoksulluklar... Bu yüzdendir ki yalnız hükümet şekli ya da yasalarımızın değişmesiyle gerçek bağımsızlığa ulaşamıyacağımızı, “meşrutiyet”'den yıllarca önce açıklamaya başlamıştık. Bu uğraşı, sosyal yapımızın çözümlenmesinin sonucu olduğu için, olaylar doğruluğunu baştan başa onayladı ve “mutlakiyet”le olduğu gibi “meşrutiyet”le de ezilmekten, baskı rejimi ve anarşiden bir türlü kurtulamadık. Çünkü yönetim hayatını doğuran özel hayatın, yani sosyal yapımızın izlediği doğrultu; dün ne ise bugün de o.
Bu doğrultu değişmedikçe, yönetim hayatında - hangi şekilde olursa olsun - yapılacak “ıslahat” hep yüzeyden ve ister istemez kısır olacak. Ancak yönetim hayatının ıslahatı - bu konuyla ilgili bölümde açıklandığı gibi - yapımız üzerinde etki yapabilecek bir doğrultuya aktarıldığı zaman başarıya ulaşabilir. Ama düşünürlerimizden bir çoğu “meşrutiyet”i şimdi de her şeyin çözüm yolu sayıyor ve “eğer bu yönetim şekli uygulansaydı, ülke kurtulurdu” kanısında direniyorlar. Şart kipiyle ileri sürülen bu sav, zaten sosyal bakımdan mümkün olmayan bir şey dilemektedir. Çünkü “meşrutiyet”in amacı, halkın hükümeti denetleyebilmesidir. Oysa, özel hayatında bağımsızlık ve gelişmesini sağlayacak etkin bir üretimi, sağlam bir düzeni olmayan ve bu yüzden bireyleri kendilerini yönetmekten büsbütün yoksun kalan bir toplum, yönetim hayatını tam anlamıyla denetim altında nasıl bulundurabilir? Diyelim ki bunu başardı, ama yine de, özel hayatın bütün beceriksizliğini yönetim hayatı alanına aktarmaktan başka bir şey yapamayan memurlar sınıfını, bu beceriksizlik, bu güçsüzlük, bu ahlâk yoksunluğu ile denetlemekten ne çıkar. Zaten, sosyal yapımız olan “bütüncülük”tür ki, hükümeti hep bireylere üstün kılıyor. İşte biz burada, “mutlakiyet”, “meşrutiyet”, “parlementairisme” gibi adlar altında gittikçe korkunçlaşan yoksul bir tutsaklık hayatı, sürüp giden bir kızıl dram yaşayıp dururken, Atlas Okyanusu'nun öbür yanında, aynı yapıya, yani bütüncü yapıya bağlı bulunan Meksika Cumhuriyeti'nde de kökçe ve bütünüyle bizimkine benzer kanlı sahneler seyrediyoruz.
Demek ki ulus ve hükümet şeklinin ayrılığına rağmen, aynı yapı her yerde aynı sonucu veriyor ve yapının su götürmez etkisi de böylece deneyle doğrulanmış oluyor.
"Endülüs
İslam kültür ve medeniyetinin, diğer dini ve kültürel geleneklere bakışının bir tezahürüdür Endülüs. Aslında benzer tecrübeler İskenderiye, Bağdat, Cündişapur, İsfahan ve daha sonra İstanbul ve Saraybosna gibi şehirlerde yaşanmış.
"Bağdat'taki mütercimlerin Cündişapur'daki seleflerinin yolundan giderek uygulamada işe yarayan eserleri seçip, geri kalanını görmezden geldikleri belirtilmişti. Elbette bu iddia mübalağalıdır ama tercüme edilmemiş olan metinler de dikkate değerdir. Yunan yazarlardan matematikçileri, bilim adamlarını ve felsefecileri el üstünde tutarken Eshilos, Sofokles ve Euripides gibi büyük trajedi yazarlarını da düzenli şekilde görmezden gelmişlerdir. Acaba trajediye ve kaderin işi denilip geçilen insan hayatındaki ölümcül kusurlara ilişkin bir anlayış gelişmiş olsaydı İslam dünyasında ne gibi farklılıklar olurdu? Acaba Aristofanes'in uygunsuz, saygısız ve zaman zaman müstehcen komedilerini seyredip gülmekten kırılırlar mıydı? Ya da kendi eserlerini ortaya koyarlar mıydı? Bunların cevabını asla bilemeyeceğiz, çünkü trajedi fikri, mensupları tercüme faaliyetlerine öncülük etmiş olan üç tek tanrılı dine, yani Zerdüştlüğe, Hıristiyanlığa ve İslam'a aykırıydı.
"Suriyeli Hristiyanların IV-VII. asırlarda İran kültürünün gelişmesinde önemli bir yeri vardır. Dönem itibarıyla Süryanicede zengin bir edebiyat vardı. Süryaniler, mantık, felsefe, tip gibi alanlarda Yunanca yazılan eserleri önce Süryaniceye, akabinde de Orta Farsçaya tercüme etmişlerdir. Pers kökenli Nesturi piskoposu Pavel Derşehrskiy, Aristoteles'in eserlerini Süryaniceye çevirmekle tanınmıştır. Suriyeli Hristiyanların kurduğu Nisibin'deki ilahiyat okulu ve Cundişapur'daki tıp okulu çok meşhurdu. Her iki okul Arap fethinden sonra da varlığını devam ettirmiştir.
"M.3.yy. ortasında Sâsânîlerin tahtını ele geçiren Şapur b. Erdişirin'in [241/272] Hûzistan Eyaleti'nde kurduğu Cündişapur şehri de daha o zamanlar bir ilim merkezi olmuş. Şapur'un Doğu Romalılardan aldığı esirler -ki bu esirlerin büyük bir çoğunluğu Gnostiklerden (Erbâb-ı İrfân) oluşuyordu- bu şehirde bilim ve felsefenin yayılması için çalışmışlardı.
M.6.yy. 'da Bizans İmparatoru l. Justinianos tarafından baskı ve işkence gören bilim adamları ve filozoflar, Kisra l. Hüsrev [b. Kubad] Anûşirvan [531-579] döneminde İran Kisralığına [yani Sâsânilere] sığındılar. Böylelikle de Cündişapur, tam anlamıyla bir bilim ve kültür merkezi oldu.
İleride Koca Bulabilsinler Diye Kız Çocuklarına Zorla Yemek Yedirme İşlemi: Gavaj
Batı Afrika ülkesi Moritanya'da şişman kadın makbul olduğundan, kız çocukları ileride rahatlıkla koca bulabilsinler(!) diye zorla yemek yediriliyor. Gavaj (Gavage) adı verilen bu garip kültürü inceliyoruz.
Aşının yan etkisi cinsel gücü artırıyor diyin bakalım. Bu ülkede aşı olmayan kalır mı?
Urducada şu söz çok meşhurdur:
"Can varsa cihan var"
Yani sağlığın varsa, bütün cihan senindir.
U vitamini bir vitamin değildir. Metil metiyonin sulfonyum kloridi temsil eder, lahana türlerinde bulunur. İnsan metabolizması için zorunlu olmadığından bir vitamin değildir. Mide ülserine yararı olduğu idda edilmektedir
Osmanlı'nın son 200 yılındaki ekonomik ve iktisadi çöküşlerin sebeplerinden birisi de veba karantinalarıymış. Avrupa, Doğu'ya karşı veba tedbirleri yüzünden Osmanlı'dan ihraç malı almaktan kaçınıyormuş. Bu da dolaylı bir ambargoya yol açıyormuş. Bu olay 19.yy'da da sürmüş.
Osmanlı 20-25 yılda bir vebadan kırılıyormuş. En şiddetlisi de İstanbul'da ortaya çıktığında oluyormuş ki 2. Mahmut zamanında İstanbulda 25-30bin civarı insan ölmüş. Hatta boğazı korumakla mükellef taburlardaki askerlerin üçte ikisine yakını ölmüş.
Moltke'den bu konuda görüşlerini almış 2. Mahmut. Modern önerilerini sunmuş. Ancak sorun şu ki Osmanlı'da çıkan veba local salgınlar gibi değil. Bir gün bakıyorsun Kahire'de ertesi gün Trabzon'da patlak veriyor. Bu random ortaya çıkan salgınlar da karantinaya engel oluyormuş
Ölen vebalının eşyalarının paylaşılması gibi ahmakça da bir hata var. Moltke bunu anlamsız bir kadercilik olarak yargılıyor. Ölen vebalının 1-2 esvabını kaptım diye sevinenlerden bazıları 24 saat içinde vebadan ölebiliyor. Yine de insanlar buna Allah'ın takdiri deyip geçiyor.
Oysaki 18 ve 19. yıl için Avrupa, Osmanlı topraklarını büyük bir pazar, iş gücü, endüstriyel yatırım alanı ve en önemlisi Hindistan'a açılan pazarın temel istasyonu olarak görürken sırf bu kanıksanmış veba korkusundan yatırım yapmaktan kaçınıyor.
Oysaki Moltke neredeyse 100 sene önce sağlık zabıtalığı ve istanbula kurulacak bir veba hastanesi kesin çözümü önermişti.
Hiçbir besin yağ yakmaz sadece yardımcı olur . Yağ yakan besin olsa ne güzel olur dimi obez kimse kalmaz
CORONA VİRÜSÜ NEDİR? Korona
Corona virüsleri, hayvanlar arasında yaygın olan bir grup virüstür. Nadiren bazı durumlarda, bilim insanları Corona virüslerinin “zoonotik” olduğunu belirtiyor. ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi'ne göre; “zoonotik” ifadesi, virüslerin hayvandan insana geçebileceği anlamına geliyor.
İlk korona bizde 12 Mart'ta sağlık bakanı açıklamasıyla tespit edildi
Pangolinden bulaşmıştır
Yeni koronavirüsün neden olduğu COVID-19 hastalığından korunmak için en çok önerilen yöntemlerden biri el temizliği ve haliyle dezenfektanlar. Dezenfektan üretiminde kullanılan etil alkolün hammaddesi olan melas ise şeker pancarından elde edilebiliyor
Korona virüsü 1960 yılında tespit edilen, birkaç çeşidi olan bir rahatsızlıktır. Daha çok hayvanlarda görülen bir hastalıktır. RNA'lı bir virüsdür.
Covid 19 koronavirjsun kodu
evet ciddi bir durum ama biraz araştırsak keşke. covid 19,coronanın bir türü ve corona denen virüs yıllardır var. bir doktor dizisine konu olması garip değil.
Çin’in Vuhan kentinde ortaya çıkmıştır
Dünya Sağlık Örgütü hastalığa Covid-19 adını vermiştir
Virüse yakalananlarda akut solunum yolu enfeksiyonu görülüyor
Koronavirüsü taşıyan hayvanın adı : pangolin
NOT: SARS virüsü sonucu dünya çapında 800 kişi hayatını kaybetmişti.
Yeni koronavirüsün neden olduğu COVID-19 hastalığından korunmak için en çok önerilen yöntemlerden biri el temizliği ve haliyle dezenfektanlar. Dezenfektan üretiminde kullanılan etil alkolün hammaddesi olan melas ise şeker pancarından elde edilebiliyor
Yarasa çorbasından bulaştığı iddia edilen corona virüsünün bu kez de pangolin ismi verilen memeli hayvanlardan bulaşmış ...
Yeni çıkan virüsün adı hanta
Koronayi ilk farkeden Cinli doktor Li Venliang
Korona aşısı ilk ABD'de Jennifer haller denedi
DİĞER SALGINLAR
2013 2016 arasında Gineden çıkan Bati Afrika da 11bin ebola
2009 da gribin türevi 284bin insan öldü domuz gribi
2002-2003 honkong da çıkmış koronaviruslerden biri olan 916 kişi öldü SARS
1959 Kongo da 1980de tanimalanan maymundan insana geçtiği düşünülen 40 milyonun insanin hiç virüsü
1957 de Çin'den ordekten bulaşan 4milyona yakın insan asya gribi
11918 h1n1 20/24 yaş atasi 50 milyon insan İspanyol gribi 1 dünya savaşı sırasında savaşta 40 milyon insan ölmüştü
185559 yılları arasında Çin'de ve Hindistan 12 milyon insanın ölümüne neden olan modern veba 3.veba salgını
1852-60 Hindistan'da suların kirliliğinden ortaya çıkan 1 milyon ölüm 3.kolera salgını
16.yuzyilda birkaç farklı hastalığın aynı anda yayılmasıyla Meksika'da yaşayan 12milyon azteklilerin (yüzde sekseni) ölümü COCOLİTZLİ SALGINLARI
1347-1351 Avrupa'nın 2/3 ünü Asya'nın 1/5i yok eden salgın Kara veba yada büyük veba Afrika'ya gidemedi çünkü orada sahra çölü var geçemedi
En eski veba salgını 541 İstanbul'da günde 5bin kişi ve akdneiniz limanları Justinyen vebası
Sabim 184
Kocayusuf Çin'deki Türkleri getirmek için yapılan operasyonun adı
İran covid 19 nedeniyle kapatılan kapılarımız
Ağrı Gürbulak
Van kapikoy
Hakkari esendere
Iğdır dilucu
Karantina nedir
Osmanlı da karantina ikinci Mahmut
8 ocak da Mısır'da alman vatandaşı korona oldu Afrika'daki ölüm
Korona in turkiyedeki ilk tarih 12 Mart
Dünya sağlık örgütü korona için ilk acil toplantı 25 ocakta duyurdu
Osmanlı'da salgın hastalıklarla mücadele eden kurum hifssisihha enstitüsü
Yorumlar
Yorum Gönder