deneme 64



Ulus devletlerin küresel eliyle parçalanmaya çalışıldığı şu dönemde milliyetçilik bir değerdir.

Ben milliyetçilikten bir kültürü sevme ve ona aidiyyet hissini anlıyorum. Milliyetçiliği kişinin ailesini sevmesi gibi fıtri buluyorum.

Bu anlamda negatif atıf yüklemeyen başka milliyetçilikleri de sorun olarak görmüyorum. 

Önemli olan zulmü savunur, zulmeder bir forma dönüşmemesi.

Küresel-Ulus devlet-Aile-Birey

Küreselciler ulus devleti ve aileyi zayıflatarak bireyi karşısına alabileceği bir formu istiyor. Çünkü birey zayıftır. Güçsüzdür. Dezorganizedir.

Bu anlamda ulus devleti koruyan bir unsur olarak milliyetçilik ana saldırı noktalarından birisidir.

Bu aslında ulus devleti de zayıflatır. Negatif milliyetçilik ya da ırkçılık bu fonksiyonu icra etmekten aciz.

Zaten genel olark ırkçılık yapanların da böyle bir kavrayışı olduğunu sanmıyorum.

İslamcılığın da beynelmilellik iddiası ile farkında olmaksızın burayı beslediğini düşünüyorum. İslam beynelmilel bir din olabilir. Ancak devletler beynelmilel olamaz. Tarih boyunca da olmadı.

İslamcılığın modern bir ideoloji olduğundan bahsetmiştim. Örneğin İbn Haldun'da buna karşılık sayılabilecek 'asabiyye' kavramı kınanmaz. Bilakis medeniyetlerin hareket ettirici gücü olarak ele alınır.

''İslam=İslamcılık'' bu modern bir algıdır.


Osmanlı'da milleytcilik en son Türklere gelmiştir. Osmanlı'da her millete yer vardır hatta Türklere bile diye bir espiri de yapılır.


Sen! Babasının yokluklar içinde büyüttüğü Yozgatlı Mehmet! Evet evet, sana söylüyorum. Köyün bir çölden başka bir şey değildi, iş imkanı yoktu, kıt kanaat geçiniyordun. Son çare olarak gittin uzman çavuş oldun. Devlete de ölecek adam lazım olduğu için pek de uğraştırmadan aldı seni. Şimdi Kuzey Irak'ta, Duhok kırsalında, 3.500 rakımlı bir tepede nöbet tutuyorsun. Termal kamerana sımsıkı yapışmışsın. Hava kapalı, hava desteği kısıtlı ya da hiç yok, diken üstündesin. Sonuçta karşındaki PKK, ihmale gelmez, en çömezi nerden baksan 10 yıldır o dağlarda. Aman sızma falan olmasın diye gözlerini dört açmışsın. Aklına seni yokluk içinde büyüten baban, gariban anacığın geliyor. Ha, bir de sevdiğin kız. Şu öpmeye kıyamadığın ama resmini de yanından ayırmadığın kız. Hepsinden uzakta, Allah hariç kimsenin yerini bilmediği bir dağ başındasın. Bütün bu düşünceler aklından geçince, "Olsun, vatan için!" diye kendini avutuyorsun. Eee, insan ruhunun kendini avutmaya da ihtiyacı var sonuçta değil mi?

Hayır Mehmet! Sen vatanı beklemiyorsun. Sen, yandaş iş adamının kelepir fiyata kapattığı ve yatta kadınlarla partileyip pudra şekeri çektiği cennet gibi plajları bekliyorsun. Bu sözlerim sana ağır geliyor olabilir fakat hepsi güneş ve ay kadar gerçektir. Şimdi başka bir ülkenin elinde olsa çivi çakmanın bile yasak olacağı o cennet gibi koyu ucuza kapatan yandaş iş adamının seninle akran oğlu viskisini yudumlayıp yıldızları seyrediyor, yanında manken gibi kızlar. Sen de bu dağ başında, diken üstünde bekliyorsun, Ağustos ayında bile soğuk göt keserken hem de. Neden biliyor musun? Çünkü onun babasının siyasi bağlantıları, parası ve gücü var. Onun babası devleti bile satın alır. Senin babanın iki parça tarlası, 3 de ineği hariç hiçbir şeyi yok. Ha bir de sıvası olmayıp damı akan evi... Bu dağ başında kör kurşuna gidersen, bayrağa sarılı tabutunun geleceği evden bahsediyorum.

Ey Allah'ın kulu Mehmet! Normalde en haysiyetsiz insan dahi buna razı olmazdı. Bu zulme, bu adaletsizliğe buğzederdi. Lakin sen etmiyorsun. Çünkü Mehmetler buna ses eder, "Aga sen hayırdır?" derse o haramzade yandaşların çarkı artık dönmez. Bunun için, sırf sen itiraz etmeyesin ve o firavunların mülkü daim olsun diye senin kanına vatanseverlik, devletperestlik, milliyetçilik ve daha birçok çerçöpü zerkettiler. Sırf gık demeyesin diye...

Tövbe et Mehmet! Ölüm sana ulaşmadan önce tövbe et. Tövbe etse Ebu Cehil'i bile affedecek olan rabbin, seni kovacak değildir. Başkalarının dünyası için ahiretini yakanlardan olma, Allah'tan kork. Boynuna takılmış prangaları kır at ki, hem bu dünyan hem de ahiretin cehennem olmasın.

İzzet ve şeref Allah, rasulü ve müminlerindir. Ve akıbet muttakilerindir. -SON-


Türk milliyetçiliğini inşa eden Jöntürkler, İttihatçiler, Teşkilatı Mahsusacılar, Hamidiye Alayları'nı kurup kullananlar, Türk değiller. İnanmayan, İttihat ve Terakki Cemiyeti ile yöneticilerine bakabilir!

Said Halim Paşa: Mısır asıllı

Talat Paşa: Pomak 

Enver Paşa: Gagavuz Hıristiyan'ı

Cemal Paşa: Gürcü

Bahattin Şakir: Çerkez

Kazım Karabekir: Arnavut

Süleyman Nazif: Kürt

Yusuf Akçura: Kırımdan gelen Tatar

Dr. Nazım: Selanik Yahudi'si. Selanik ve Makedonya’dan katılanların çoğu bu ekipten.

Almanların gücüne ve projelerine katkı sunmaktan da geri kalmamışlar.

Ziya Gökalp: Baba Tarafı Türk, Anne tarafı Pirincizadelerden, Balkanlı, Çermik’e gelip yerleşmiş.

Dr. Çerkez Reşit, Komiser Memduh(Çerkez),

Ahmet Rıza: Anne Alman, babası...

Birçoğunun babası Azeri, Kazak vs. Altayik ama Türk değiller.

Prens Sebahattin ile birlikte olan birkaç Osmanlı yönetici Türk 1902 ve 1907 kongrelerinde tasfiye edildi.

Şimdi Osmanlı dağıldı, yıkıldı ama İttihatçılık mantığı sistemin en güçlü damarı olmaya devam etti. Bugün başka güçlerin kök salmasına imkan tanıyan var olan durum, Türkiye ve İran’ın Ortadoğu’da yanlış bir politika takip etmelerinin sonucudur.

Bölgede olaylara rengini vermeye çalışan Türkiye, Suudi Arabistan, İran ve Mısır gibi genellikle global güçlerle ilişkiyi kazanca dönüştürmeye çalışan önemli aktörler var. Türkiye, NATO ülkesi. AB üyelik sürecini takip ediyor. Osmanlı'daki önemli reform hareketleriyle birlikte 200 yıllık bir Batılılaşma tecrübesi var. Demokrasi ve İslam’ı mezcederek beraber götürebileceği iddiasında. İttihatçıların ikna operasyonundan sonra sıra ilişkide oldukları global güçleri ikna etmeye gelmişti.

Global güçlerin Türkiye’den istedikleri üç şey vardı.

Birincisi, İsrail’i güvenli sınırlar içerisinde tutmak ve bölge ülkesi yapmak. Türkiye yargısının verdiği son kararlara baktığımızda veya Erdoğan’ın İsrail ziyaretiyle birlikte Ankara’da Dışişleri nezdinde imzalanan antlaşmada Kudüs’ün açık bir şekilde İsrail başkenti olmasına onay verildiği görülüyor.

İkincisi, petrol kuyularına ve enerji nakil hatlarına bir zarar gelmemesini sağlamak.

Üçüncüsü de radikal, El Kaide tarzı grupların iktidara gelmesini önlemek. Global güçler Türkiye’ye, “Bunu kabul ederseniz, sizi Batı’nın Japonya’sı yapacağız” dediler. Türkiye bunu kabul etti. Ancak AKP iktidarı sergilediği atraksiyonlarla projenin dışında tasarruflara yöneldi. Misal olarak El Kaide türevi güçlerin Irak ve Suriye’de çıkar kaynakları olarak kullanılmaları gibi…

Abdurrahman Dilipak ve diğer yazarların da teyit ettiği gibi 2000-2002 arası görüşmelerde AKP’nin önü böyle açıldı. Clinton havadaki uçağından AB’ye, “Türkiye’nin önündeki engelleri kaldırın” direktifi verdi. Türkiye’ye geldiğinde de “21'inci yüzyılı Türkiye inşa edecek” türünden iddialı bir mesaj vermeyi de ihmal etmedi...

Ülkede bütün siyasilerin korkulu rüyası olan vesayet odakları vardı. Bunlardan biri hiç kuşkusuz fırsat bulduğunda darbe yapan orduydu.

ABD veya global güçlerin stratejileri gereği lider ülke olma yolunda ağır vesayet gücüne sahip ordu konusunda “Ortadoğu liderlik projesini engelleyen asker vesayeti ise tasfiye edilecektir” denildiğine dair mesajlar verildi. Zira daha sonrasında Ergenekon, Poyraz, Balyoz ve 15 Temmuz süreçleri içerisinde bunun saygınlık ve itibarı tahrip edecek şekilde yapıldığı gözlendi. Dahası, o günlerde konuşulan ordunun küçülüp, daraltılması ve paralı askerin dışında varlığının sadece hizmetle sınırlı tutulması operasyonu da gerçekleştirildi. 2011 yılında Türkiye’nin dış politikasında temel bir değişiklik meydana geldi.

Gülen Cemaati'nin devlet tarafından desteklenerek, yurt dışında eğitim kurumları ismi altında lobi çalışmaları yapmasının bu İttihatçıların hedefine matuf olduğu açıktır. Daha sonrasında bu lobi çalışmasına TİKA, İHH, Birlik Vakfı, SETA ve benzeri kurumlar eşlik etti... Eğitim, ziraat, alt yapı, yetim evleri gibi legal çalışmaların ötesinde illegal faaliyetler de yürüttükleri defalarca haberlere yansıdı. Hedef, Türkiye’nin ve özellikle Erdoğan’ın Osmanlı'yı yeniden inşa edeceğine ve ümmeti kurtaracağına inandırmaktı. Harcanan büyük sermayelerle geniş bir propaganda ağı oluşturulduğundan kuşku yok. Bu hedef doğrultusunda ABD’de büyük gökdelenler inşa ettikleri ve Muhammed Ali Clay’ın büyük çiftliğini satın aldıkları söyleniyor. Bu maksatla Muhammed Ali’nin cenazesine katılan Erdoğan’a cenazeyi özellikle siyahlar perspektifinde kendi propagandası için kullanmasına izin verilmemişti.

Türkiye, “Arap Baharı” dedikleri süreçte olabildiğince kazançlı çıkmaya çalıştıysa da diğer denge güçleri buna izin vermediler. Mısır’da İhvan Hareketi'nin iktidara gelmesi Erdoğan için güçlü bir argüman olmuştu. Dengeler arasında önemli sayılan Mısır’ın kontrol altında tutulması, bütün Arap dünyasına hakim olmayı da sağlayabilir. İslam İşbirliği Konferansı, Suudi Arabistan’da müsamere gibi sergilenen İslam Ordusu’nun kurulduğu duyurusu tamamen bu amaca hizmet ediyordu. 2012’de, Mursi iktidara geldikten hemen sonra o vakit Başbakan Yardımcısı olan Ali Babacan ile Mısır Cumhurbaşkanı Yardımcısı Essam Elhaddad, Ankara’da buluşmuşlar ve Müslüman Kardeşler’in başarılı olması için Türkiye’nin, Mısır’a nasıl yardım edebileceğini konuşmuşlardı.

Bu toplantının sonunda da Türkiye’nin Mısır’a sağlayacağı 2 milyar dolarlık finansman paketi üzerinde mutabakata varmışlardı. Bu paketin amacı “Mısır’ın döviz rezervlerinin güçlendirilmesi, Mısır hükümetinin altyapı planının desteklenmesi ve Mısır’ın makro ekonomik istikrarı ile büyüme perspektifine katkı sağlanması” olarak açıklanmıştı. Tunus ve Mısır’daki gibi Suriye’de de gösteriler başlayınca, Türkiye, Esed’i zamana yayılmış bir değişime ikna edeceğine, silahlı grupları destekleyerek iki ayda tarihin sahnesinden silmeye karar verdi. Büyük bir sermaye aktarıldı. Dünyanın her tarafından toplanan cihatçılar, genellikle yardım konvoyları içerisinde Suriye’ye taşındı..

Bu militarist güçlere duyulan güven o kadar fazlaydı ki, Kürt siyasal hareketlerini özellikle İstanbul, Ankara ve Antep’te yapılan özel toplantılara almadılar. Onları dışladılar. Onların gücünü küçümsediler. Burada önemli bir gerçek vardı. Kürtler, Suriye’nin gerçeğiydi. Yerliydiler. Kadim tarihten gelen tecrübelere sahiptiler. Cihatçılar ise toplama ve tamamen para ile çalışan, kurgulanan makine gibiydiler.

Suriye savaşı ile birlikte savaş sermayesi Türkiye’ye aktı. Aynı şekilde mülteci paralarıyla birlikte cihatçıların denetimi altında olan petrol rezervlerinin satılmasına aracı olmak ve cihatçıların işgal ettikleri yerleşim alanlarındaki yağmaları, banka ve diğer finans kaynaklarının içindekileri havuzda toplama çalışmaları Türkiye ekonomisine ciddi bir katkı sağladı. Avrupa ve Araplar bunun farkına vardıkları an, finans musluklarını kapattı. Arap ülkeleri arasında buna uymayan bir tek Katar kaldı. Petrol gelirlerini Türkiye’de yatırıma dönüştürdü. Fabrikalar, şirketler, emlak ve arazi alımına büyük yatırımlar yaptılar.

Reformlar yapıldı, sermaye arttı. Birçok proje alışılmış yöntemlerin dışında müşteri ve kâr garantili olarak şirketlere yapıldı. Parası olan için kazançlı bir zemin geliştirildi. Köprüler, tüneller, şehir hastaneleri ve hava alanları dövizle müşteri garantili inşa edildi. Türkiye’nin sinerjisi, Arap Baharı’na da ilham kaynağı oldu. Sermayenin artması biraz da kibir ve hırçınlığı da besler hale geldi. Ancak bu arada sermayenin önemli bir kısmının Fetullahçı yapılanmaya, Suriye savaşında Türkiye’nin gizli ordusu şeklinde faaliyet gösteren cihatçılara ve yurt dışı çalışmalarına aktarılması ekonomik krize zemin hazırlıyordu.

Ülkenin bekası, güvenlik sorunu ve Suriye ile Irak topraklarına asker çıkarılması gibi politikalarla bu proje muhalefeti militarist algının kuşatması altında sindirilmesi aracı yapıldı. Sivil muhalefetin militarize olmasına sebebiyet verdi. Suriye savaşında, İran’ın bölgeye yayılma planlarının bir parçası olan güç devşirme çabaları karşısında Suudi Arabistan, Türkiye’yi açıkça tuzağına düşürdü. Türkiye’yi silahlı mücadeleyi desteklemeye ikna etti. Belli bir dönem “Eğit-donat” projesine finans aktardı. Olaya bireysel hedeflerin karışması ve uluslararası zeminde suçlanma riskinin yükselmesi karineleri artınca projeye uzak durmaya başladı.

Dünyadan toplanan cihatçılar Suriye rejimini devirip yerine bir İslam devleti kurma sloganı altında savaşa cezbedildi. Türkiye’de özellikle iktidar yanlısı propagandist muhafazakarlar birçok gencin savaşa gitmesine aracı oldular. İskenderun, Hatay ve Kilis üzerinden, Suriye’ye bolca insan aktı. Afrika’dan, Asya’dan, eski Sovyet cumhuriyetlerinden, Avrupa, Amerika ve Libya’dan getirdikleri adamları, buralarda hastanelerde tedavi edip beslediler, eğittiler ve donatarak savaşa gönderdiler. Ceplerine para konulup savaşa gönderilenler, tamamen bu organizeyi yapanlara bağımlıydılar. Çünkü uzun süren savaşta lojistik ve teçhizat desteğiyle birlikte finansı da oradan sağlayacaklardı. Ürdün, Lübnan ve Irak üzerinden de bol miktarda cihatçı Suriye’ye girdi ve iç savaşta rol almaya başladılar.

Suriye rejimi Rusya, İran, Hizbullah güçlerini olaya müdahil ettiği gibi akıllıca bir manevrayla Rojava bölgesini Kürtlerin denetimine bırakarak doğru bir politika uyguladı. Savaş konsepti DAİŞ ve türevlerini Kürtlerin üzerine ne kadar saldırttıysa da her defasında geri püskürtüldüler. Bu politika geçersiz kılınınca bu kez Türkiye kendi askerleriyle müdahale etmeye başladı.

1979’da İran’da rejim değişikliğinden sonra dış politika da değişti. İnkılabı ihraç etmeye büyük yatırımlar yapıldı, sermayeler harcandı. İran sınırları içerisinde sıkışıp kalan rejim, Suriye, Lübnan ve daha sonraları Bahreyn, Suudi Arabistan, Yemen ve diğer halkı Müslüman ülkelerde nüfuz devşirme yoluna girdi. İran'ın Suriye’ye, Hamas’a ve Hizbullah’a lojistik destek, para ve silah verdiği ve buna karşılık olarak planlarını uygulama zemini inşa ettiği bilinen bir gerçek. İran baktı ki Suriye düşecek, kolu kanadı kırılacak, Hizbullah’a ağır bir darbe indirilecek; Suriye’deki iç savaşa müdahil oldu. Suriye’de askeri üsleri bulunan Rusya da bu direniş cephesinin bir parçası haline getirildi.

Türkiye o dönemde tarihi bir hata yaptı. İttihatçıların Yeni Osmanlıkçılık politikalarına teslim olup muhalefeti militarize etmeseydi, İran da Esad’ı ikna edebilirdi. Esad’ın Türkiye’yle ilişkileri daha ileri bir merhaleye sıçrama yapabilirdi. Esad, Türkiye’nin sözünü dinliyor, bütün değişimleri Türkiye’yi örnek alarak yapıyordu. Esad ve İran konusunda yaptığı tarihi hataya Kürtlere karşı takındığı tutum eklenmiş oldu.

Dünyadan topladığı paralı militarist yağmacı güçlerin yerine Kürtler üzerine yatırım yapılsaydı, Esed’in iki ayda tarihin sahnesinden silinmesi ihtimali daha fazla olurdu. Ama bütün varlığını yatırdığı Suriye savaşında gözle görülür bir akıl tutulması yaşandı.

Türkiye 30 senede yapamadığını, Esad’dan üç ayda yapmasını istedi. Şart koştu. Ama mesele bu diyalogdan ibaret miydi? Değildi elbet, global güçler “Arap Baharı” dedikleri proje ile Suriye’ye balans ayarı çekmeye çalışıyorlardı. İsrail sınırında yer alan Suriye bir yandan İran faaliyetlerine meydan verdiği gibi Hamas, Hizbullah ve diğer radikal yapılanmaların ülkede organizesine imkan tanıyordu.

Arap Baharı süreci içerisinde inisiyatifi ele geçirmeye çalışan Türkiye ya da ülkenin üst aklı haline gelen İttihatçılar “Suriye’de geç kalmayalım. Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkeleriyle beraber hareket edelim. Suriye’de bizden yana bir rejim kuralım. Suriye üzerinden de Ortadoğu’ya hâkim olalım.” tezini ortaya atmaya başladılar. Ama Türkiye dünya dengelerini okumada büyük hatalar yaptı. Stratejik Derinlik tahayyülü o kadar da realiteye denk gelen gerçekleri içermiyordu. Hesapladıkları ve televizyonlardan açık bir şekilde “iki ay içerisinde Emevi Camisi'nde Cuma namazı kılacağız” gibi racon kesmelerine rağmen, sandıkları gibi Esad üç ayda gidecek biri değildi. Nüfusun yüzde 45’i Esad’ın arkasında durdu. Nusayriler, Hıristiyanlar, Kürtlerin bir kısmı, laik Arap milliyetçileri, laik Sünniler, iş dünyası, Halep Çarşısı, bir sürü ulema, Esad’ı destekleyerek dünyayı hayretler içinde bıraktılar.

Suriye’de kitlelerin Beşer Esad’dan kopması için ancak Arap milliyetçilerine umut bağlayabilirsiniz. Bunlar da Türkiye’yi lider olarak kabul etmez. Zira Osmanlı'nın bir emperyalist işgal devleti olduğu görüşü hakimdir. Yıllarca Osmanlı tarafından sömürüldüklerini her fırsatta dillendiriyorlar. İki ülke arasında süren dostane yakınlaşma Esad’ın da işine geliyordu. Esad, “Ben Türkiye’nin 82'nci vilayeti olmaya razıyım. Tek isteğim, İran’la ilişkiyi bozmayacaksınız.” diyebiliyordu. Suudi Arabistan’ın da korktuğu buydu. Hâlbuki ABD, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin politikası, Suriye’yi İran’dan koparıp Batı’ya yaklaştırmak, İran tarafından İsrail aleyhinde organize edilen militarist yapılanmayı bertaraf etmek ve onun üzerinden Arap âlemine hâkim olmaktı.

Suriye, özellikle Suudi Arabistan güdümündeki savaş konseptinin planını sezdi ve farklı bir çözüme yöneldi. Türkiye Dışişleri sonrasını şöyle okudu: “İran, Irak ve Lübnan, Suriye’nin yanında. Eğer Suriye’ye askeri müdahalede bulunursak o anda diğer üçüyle de savaşmak zorundayız. Buna gücümüz yetmez. Suriye’ye de yetmez. Suriye’nin hava kuvvetleri, Türkiye’den dört kat daha üstün.” Türkiye bir hata daha yapmış. Malatya Kürecik’te radar tesislerinin kurulmasına izin vermişti. Onu kurduğu andan itibaren de kendisine tehdit olarak algılayan Rusya, Suriye Tartus’taki üslerini modernize etti. Bu yeni silahların neler olduğunu da kimse bilmiyor. Bunları test etmek için uçak kaldırdı Türkiye. İskenderun açıklarında düşürdüler. Uçağı düşüren de füze değil, füzenin ısısı. Bu, ABD’nin de gözünü korkuttu. Türkiye’nin kendi gücüyle Esad’ı deviremeyeceğini anladı. Bu anlaşılınca Arap ülkeleri ve kimi Batılı ülkeler geleceğe dair beklentilerini, politikalarını yeniden düzenleyip değiştirdiler.

Suriye savaşında en önemli aktörlerden biri olan El Kaide ve türevlerinin arkasında, doğrudan devletlerden çok petrol zengini prensler var ve bunun en bariz örneği Afganistan’da Taliban hareketini destekleyen Arap petrol zenginleri olmuştu. El Kaide'nin tüm zamanların en güçlü örgütlerinden birine dönüşmesinin sebebinin petrol prenslerinin sağladığı maddi destek olduğu açıktır. Usame bin Ladin ekibinin ABD’de en üst düzeyde eğitim görmesi ve uçak eğitimin de buna dahil olması tamamen sağlanan finansın neticesiydi.

El Kaide ve türevlerinin öncü kadroları askeri, siyasi, istihbarat ve diğer alanlarda eğitimli, genellikle mühendis, avukat, teknolojiyi iyi kullanan, master yapmış kişiler. Büyük bölümü Arap milliyetçisi ya da Marksist olarak siyasete girmişler. Bu örgüt netice itibariyle, kurdukları diyalog, geliştirdikleri algı ve çabalarında Suudi Arabistan rejiminin bölge stratejisine hizmet ediyorlar.

Vahabi ve Selefi ideoloji üzerinden Suud’u merkeze alan, bölgesel bir patronajlık ideolojiye sahipler. Kendi ideolojileri doğrultusunda halkı genellikle Sünni olan ülkelerde daha çok Rabıta örgütü üzerinden ilişkileri geliştiriyorlar, yardımlar yapıyorlar. Kenan Evren döneminde Rabıta’nın Diyanet imamlarının maaşlarının ödenmesi için maddi destek sağladığı günlerce haber konusu olmuştu. Suudların İslam dünyasının lideri olmasını istediklerinden, Türkiye’nin tekrar Osmanlı’yı diriltmesine sıcak bakmıyorlar. Aleyhlerinde yoğun bir propaganda yaptıkları Şiilikten de nefret ediyorlar. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye'de Yaşayan Zenciler

Müşür Nedir, Ne İşe Yarar?

Hükümetler Tarafından Gerçekleştirilen Tarihin En Büyük Altın Soygunları