deneme 69
Yeni başlayanlar için Atatürkçülük
KİMLER kimler gördük son yıllarda. Ne tuhaf tipler, ne komedi karakterleri, ne zavallılar...
Ülkenin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e ve fikirlerine rüzgârlar öyle estiği için uzak görünmeyi tercih edenler, ismini hiç veya tam olarak telaffuz etmemeye azami özen gösterenler, yokmuş, öyle biri hiç olmamış gibi davranmaya çalışanlar, aleyhinde konuşanlar, ailesine çamur atanlar, tarihi çarpıtanlar, iftiracılar, hatta utanmadan küfür ve hakaret edenler...
Öfkelendik filan ama, bunların önünde sonunda rezil, acınası durumlara düşeceği, Türkiye Cumhuriyeti bünyesinin, milletin bunları kabul etmeyeceği de belliydi.
Bak n’oldu? Yine dağ taş Atatürk. Sokaklar, caddeler, meydanlar, kahveler, okullar, hatta konserler, tiyatrolar, törenler, eğlence yerleri, sosyal medya önlenemez şekilde, gittikçe yükselen seslerle Atatürk.
Konu halk açısından gayet net, hep netti. Ama bir de medyadan takip ettiğim, Atatürk’ü yeni keşfeden figürler, kanaat önderleri, gazeteciler var.
Siyaset de son günlerde daha sık Atatürk demeye başladı, Allah’ım bu bir rüya mı? Fevkalade, bravo, işte böyle.
Ama tabii sadece Atatürk demekle de olmaz. Ne demişti ülkenin kurucu lideri? “Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir...”
Bazıları geç anlar. Onun için vatana, millete bir hizmet olarak, yeni başlayanlar için bir Atatürk’ü anlama, daha yakından tanıma rehberi yaptım. Kendisinin meşhur bazı sözleri ve altlarında bu sözlerin acizane şahsıma ait açıklamaları var. Zira Atatürkçülük sadece lafla olmaz, aramıza yeni katılanların fikirleri de anlayıp, ona göre hareket etmesi lazım, değil mi efendim?
- “Öğretmenler! Cumhuriyet sizden düşünceleri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.”
Yazar burada “Bizim ezberci, baskı altında, soru sormayan, ezik, biatçı nesillere değil, tam tersine, özgür, araştıran, bilim yapan bireylere ihtiyacımız var” diyor.
- “Hiçbir şeye ihtiyacımız yok, yalnız bir şeye ihtiyacımız vardır; çalışkan olmak!”
Lider burada “Miskin miskin oturmayın, torpil istemeyin, güçlüye yandaşlıkla bir yere gelmeyi ümit etmeyin, çalışın, bileğinizin hakkıyla başarın ve bunu yapanların yükseleceği bir sistem kurun kardeşim” demek istiyor.
- “İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan mürekkeptir. Kabil midir ki, bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünlüğü ilerleyebilsin?”
Kendisi burada kadın-erkek eşitliğini, aynı zamanda fırsat eşitliğini anlatıyor. “Kadın şunu yapmaz, bunu yapmaz, yeri şurasıdır, burasıdır” deyip “Çünkü onun tabiatı farklıdır” diye kulp bulanlara kapak takıyor!
- “İstiklal, istikbal, hürriyet, her şey adaletle kaimdir!”
“Bağımsızlık” diyor, “gelecek” diyor, “özgürlük” diyor, “ancak adalet olursa ayakta kalır, yoksa hepsi tuzla buz olur” diyor! Daha ne desin artık.
- “Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki tekniğin gerektirdiği şeyleri yapmaz, itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur.”
Paşa burada “Yeni bir nesil tasarlarken bilim, teknoloji ve sanat öncelenmezse, geri kalırsınız”ı anlatmaya çalışıyor.
- “Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.”
E bunu açıklamaya gerek yok, anladınız siz onu!
Atatürkçülüğü herkese tavsiye ederiz. Atatürk ferahlatır, özgürleştirir, beyni dinç, zekâyı aydınlık tutar, tembelliğe, miskinliğe, taassuba, yalancı şeyhlere-dervişlere, kiraya verilmiş akıllara karşı panzehirdir.
Israrla isteyiniz!
Mustafa Kemal Atatürk, yıkılmaya yüz tutan bir imparatorluğun küllerinden modern, laik bir cumhuriyet devleti kurmuş karizmatik bir liderdir. Karizma sıfatı, özellikle siyasette ‘’fikirlerine güvenilen, yanılmaz, başkalarına ilham veren’’ anlamları taşır. O, Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi ve askeri lideri, öncüsüdür. Yaptıklarıyla yalnızca memleket içinde değil, dış ülkelerde de büyük bir saygı kazanmıştır. Bağımsızlık savaşımız için giriştiği mücadelelerin fiilen belki de başlangıç noktası Samsun’a çıkışıdır. Samsun’a vardığı andan itibaren de ülkenin diğer illerindeki ordularla iletişime geçerek gerekli zemini hazırlamaya başlar. Osmanlı’nın çöktüğü o zamanda ya Amerikan ya İngiliz himayesinin yoğun bir şekilde istenildiği kalabalıkların arasından sıyrılarak şu şiarı benimser ve hayata geçirir: Ulusal egemenliğe dayalı, bağımsız bir Türk Devleti kurmak. Tüm bunları da bilimsel düşünceyi esas alarak, uygulamaları evrelere ayırarak, basamak basamak hareket ederek başarır. Bu süreçte rütbeleri sürekli değişir.
Tüm bu uzun maratonda devlet adamlığının öncesinde bir büyük askerî deha olarak da karşımıza çıkar. Hatta o dönem, Amerika’daki Mark Twain Enstitüsü Başkanı Gazi’ye, askeri dehasını ifade eden şöyle bir mektup yollar: “Zamanımıza, geçmiş devirlerin Büyük İskender, Jül Sezar ve Napolyon’undan daha şanlı bir isim bıraktınız. Askerî ve sivil dehânız bütün insanlık tarihi üzerinde derinden etkili olmuştur.” 10 Kasım 1938’de yaşamını yitirdiğindeyse ülke içi ve dışı pek çok gazete bir büyük lideri kaybettiklerini manşet atar. Ölümünün 81. yıl dönümüne sayılı günler kala Atatürk’ün askerî rütbelerini sırasıyla derlemek istedik. İşte Atatürk’ün rütbeleri… Hepinize iyi okumalar. Işıklar içinde uyusun!
1. Teğmen (10 Şubat 1902)
Atatürk 1899 yılında Manastır Askerî İdadisi’ni bitirdikten sonra İstanbul’da Harp Okulu’na yazılır. Buradan 1902’de, 21 yaşında teğmen olarak mezun olur. Bu rütbenin Osmanlı zamanındaki adı ‘’Mülâzım-ı sânî’’ olarak bilinir.
2. Üsteğmen (1903)
Öğrenimine Harp Akademisi’nde devam eden Mustafa Kemal 1903 yılında üsteğmen olur. O dönemin deyimiyle: ‘’Mülâzım-ı evvel’’ rütbesine ulaşır.
3. Kurmay Yüzbaşı (11 Ocak 1905)
Harp Akademisi’nden 11 Ocak 1905 tarihinde, yani 24 yaşındayken Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle mezun olur. ‘’Kurmay’’ sınavla bir harp akademisine girip eğitimini başarıyla bitiren tüm subaylara denir. Atatürk daha o dönem istibdat rejimine karşı olduğunu söylemekten çekinmez. Hatta bu nedenle Kurmay Yüzbaşı olarak Harp Akademisi’nden mezun olduğunda İstanbul’da birkaç ay tutuklu kalır ve bir nevi sürgün olarak da 5 Şubat 1905’de Suriye’deki Şam’a tayin edilir.
4. Kıdemli Yüzbaşı (20 Haziran 1907)
Şam’a atandığı dönem görev icabı Suriye’nin pek çok yerini dolaşan Atatürk memleket içindeki aksaklıkları da yakından görme şansı yakalar. Burada 1906 yılında güvendiği bazı arkadaşlarıyla ‘’Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’’ni kurar. Hatta cemiyetin bir şubesini de gizlice Selanik’te açıp Şam’a geri döner. Hükümet Şam’dan kısa süreliğine ayrılışından haberdar olsa da, çevresinde sevilen biri olan Mustafa Kemal’i amirleri korur. İşte bu dönem, 20 Haziran 1907’de Kıdemli Yüzbaşı (Kolağası) olur ve Şam’daki ordunun Kurmay Başkanlığı’ndan bir göreve getirilir.
5. Binbaşı (27 Kasım 1911)
1911 – 1912 yıllarında süren ve Türk – İtalyan Savaşı olarak da bilinen Trablusgarp Savaşı sırasında Mustafa Kemal Atatürk de görev almak için Trablusgarp’a gelir. Burada çeşitli kuvvetlerin başında bulunan Gazi, 27 Kasım 1911’de Binbaşı olur.
6. Yarbay (1 Mart 1914)
Mustafa Kemal Paşa Ekim 1913’te Bulgaristan’daki Sofya Ateşemiliterliğine atanır. Ateşemiliterlik, askerî bir uzmanın kendi devletini temsilen başka ülkelere giderek temsilci sıfatıyla görev yapmasıdır. Balkan Harbi’nden sonra Osmanlı bünyesinden çıkan dört devletten biri olan Bulgaristan da bu anlamda incelenmeye değer olduğundan Gazi’nin yolu buraya düşer. Hatta Balkan Harbi’nde Osmanlı Devleti’nin Bulgarlara yenilmesini, onların bir operaya sahip olmasıyla ilişkilendirir. İşte bu dönem, 1 Mart 1914’te Yarbaylığa terfi eder.
7. Albay (1 Haziran 1915)
1915’in Ocak ayı sonlarına kadar Sofya’da görevini sürdüren Atatürk az zaman önce başlayan Birinci Dünya Savaşı’nın seyrini de yakından takip eder. Osmanlı’nın İttifak Devletleri’nin yanında savaşa girmesiyle üstlerinden kendisine faal bir görev verilmesini ister. Uzun ret cevaplarına rağmen ısrarı üzerine Başkumandanlık onu Tekirdağ’da oluşacak 19. Tümen Komutanlığına tayin eder. Gelibolu’daki 5. Ordunun başına geçen Alman Generali Liman von Sanders oluşabilecek düşman taarruzuna karşı kendi kuvvetlerini üç gruba ayırır. Atatürk’ün önderlik ettiği kuvvetler de ordu ihtiyatına dahil edilir ve Mustafa Kemal bu plan üzerine 18 Nisan 1915’te Çanakkale’deki Bigali ilçesine geçer. Düşman birliklerinin 25 Nisan 1915’teki çıkarmasının ardından Gazi kuvvetlerini Conkbayırı’na sevk eder ve Atatürk’ün önderliğindeki kuvvetlerin taarruzu sayesinde İngiliz askeri geri çekilmek zorunda kalır. İşte Atatürk “Ben, size taarruz emretmiyorum; ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar geçebilir!” emrini verdiği bu tarihi dönemde, Çanakkale Cephesi’ndeki üstün başarıları sayesinde 1 Haziran 1915’te Albaylığa terfi eder.
8. Tümgeneral (1 Nisan 1916)
Çanakkale’deki üstün başarılarından sonra kamuoyunda tanınan, halkın sevgisini kazanmış olan Mustafa Kemal artık ‘’Anafartalar Kahramanı’’ olarak bilinmeye başlar. Çanakkale Savaşı’nın ardından Edirne ve Diyarbakır’da görev alan Gazi 1 Nisan 1916’da Tümgeneral rütbesini kazanır. O devrede ayrıca Doğu Cephesi’ndeki Rus saldırılarını durdurmasını bilen Atatürk 7 Ağustos’ta Muş’u, 8 Ağustos’ta da Bitlis’i düşman işgalinden kurtarır.
9. Askerlikten istifa (8 Temmuz 1919)
19 Mayıs 1919’da 9. Ordu Müfettişi olarak Samsun’a ayak basan Mustafa Kemal Atatürk, diğer illerdeki ordularımızla da irtibat halindedir. Bu geniş yetkileri ona ordu müfettişi olması sağlar. Zaten Atatürk o sırada, alacağı yetkinin isminden ziyade, büyüklüğünü önemsediğinden alabileceği en geniş yetkilerin peşindedir ve ordu müfettişi olarak da bunu sağlar. Hatta ona böylesi geniş imkanlara sahip yetkiyi verenlerin birçoğu da Gazi’nin amaçlarını anlamamışlar ve tek dertleri Atatürk’ü İstanbul’dan uzaklaştırmak olmuştur. Verdiği talimatlarla ülkenin pek çok yerinde miting ve gösteriler başlatan Mustafa Kemal 22 Haziran 1919’da Amasya’da tam bağımsız Türkiye’nin temellerini oluşturan ilk kuruluş belgesi olarak bilinen Amasya Genelgesi’ni yayımlar. Hükümetin gittikçe daha fazla dikkatini celbeden bu önder, gerek dönemin Savunma Bakanlığı gerek padişah tarafından ısrarla İstanbul’a çağrılınca bunu reddeder ve bunun üzerine 8 Temmuz’da resmî görevine son verilir. Bunun üzerine aynı gün askerlikten de bizzat kendisi istifa eder.
9. Başkomutan (5 Ağustos 1921)
Artık mücadeleyi sivil olarak sürdüren Gazi 23 Nisan 1920’de kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Meclis Başkanlığına seçilir. Doğu’da, Güney’de, Batı Anadolu’da pek çok düşmana karşı bağımsızlık savaşı veren Türk ordusu milli mücadelesini sürdürür. Tam bu dönem, Atatürk TBMM tarafından 5 Ağustos 1921’de Başkomutan seçilir. Bu rütbe, ‘’Savaşta bir devletin ordularının tümünü komuta eden en büyük komutan’’ anlamına gelir.
10. Mareşal ve Gazi (19 Eylül 1921)
Sakarya Meydan Muharebesi’ni Başkomutan olarak yürüten Atatürk kazanılan zaferin ardından 19 Eylül 1921’de Mareşallik rütbesi ve Gazi unvanını alır. Atatürk’ün rütbeleri arasında Mareşallik en büyük askerî rütbedir.
Evet, zannederim işin rengi kesinleşti. Bu hususta da bir iki kelâm edip bu işi noktalayalım.
Aklıma bir beyit geldi, Namık Kemal'in;
"Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetden"
beytine Şair Eşref
"Felek bir hayli devretsin de bir Yıldız sükût etsin
Benim yoktur ümidim başka bir ciddî azimetten"
diye cevap vermiş, pesimistler, sinikler her zaman haklı çıkar.
Yine de partili muhalif arkadaşlar mey'us olmasın, "ölüyorum denmekle ölünmez" demiş atalar
Şimdi arkadaşlar, acı bir gerçeği anlamakta güçlük çekiyorsunuz. Ben de kabullenmekte zaman zaman zorlandım bir ara. Ancak Türkiye bir false-state'dir. Türk halkının demokratik tecrübesi (ki ben böyle bir tecrübe olduğuna inanmıyorum) her on yılda bir darbeyle kesilmiş, ilk çok partili seçimi kazanan Menderes, eline geçirdiği güçle bütün kudretini muhâlifleri yok etmeye harcamış, nihâyetinde de yağlı urganı boynuna dolamıştır. Bu düzen ondan beri dikiş tutmamıştır. Başından beri her seçim döneminde değişen seçim kanunlarıyla, inip kalkan barajlarıyla "hile-i şer'iyye"ye uğratılmış, çarpık bir düzen vardır. Demokrasi içselleşmediği gibi, onu koruyacak anayasal araçlar da yoktur. Dahası 2017 Referandumu ile ülke anayasal bir hukuk devleti olma vasfını da kaybetmiştir.
Cumhuriyet Devrimleri halkın ciddi bir kısmında ma'kes bulmamıştır. Bilakis nefret uyandırmıştır. Halkçı parti alerjisi bu milletin bir kısım efrâdında obsesyon hâlindedir. Bunlar asla ve asla bu partiye oy vermeyeceklerdir. Bununla birlikte Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana devletle kavgalı olan bir kitlenin kahramanı Recep Bey'dir. Recep Bey, hâl-i hayâtında ne yaparsa yapsın, eline kılıç alıp sokağa çıksa milleti doğrasa yine %45+ alır. Bu politikayla ilgili değil, sosyoloji ile ilgili bir meseledir. Bu, sosyolojik olarak kendini sistem dışında gören bir kitlenin intikâmını alan kahramana duyduğu bir vefâ hissidir. Buna katılırız katılmayız, seçmenin hissiyâtı bu. Bu nedenle mesela kendileri gibi düşünmeyen çocuklarını bile ötekileştirebiliyor insanlar. Çünkü o kimliği benimsemeyerek bir nevî ailesini inkâr etmiş oluyor çocuk. Bu çocukların sayısı artarsa belki bir on sene sonra bu rüzgar tersine döner. Çünkü tekrar edelim, mesele politik değil, sosyolojik!
Türkiye'de seçimler nüfûsun hâl-i hâzırının fotoğrafını çeker. Seçimlerin politikayla ilgisi yoktur, "Türkiye'de kim kendini ne olarak görüyor" sorusunun cevabıdır. Bu nedenle rasyonel bir temele sahip olması gerekmez. Şu an ekonomi iyi mi? Değil. Bu ekonomide bir iktidarın ilk seçimde tel tel dökülmesi gerekirdi. Dökülmez, dolar 55 lira olsa da dökülmez. Dökülse deprem bölgesinde dökülürdü. Vatandaşın kısm-ı küllîsi kaderini ilelebed AKP ve Tayyip Bey'e merbut görmektedir. Dahası vatanın ve dinin geleceğini de onda görmektedir. Ona karşı olanın vatansız/terörist/dinsiz olması mukarrerdir.
Muhâlefet büsbütün herc u merc haldedir. Çok mu kötü yürüttüler kampanyayı? Meral Hanım beş senedir sokak sokak Anadolu insanının derdini dinliyor. Halk kısmen onu seviyor da olabilir. Ancak Tayyip Bey'in karşısında/ CHP'nin yanında durdukça asla gerçekten "millî" olamaz. Millîlik sertifikası artık buradan verilmektedir. Dahası en temelde "millî menfaatler" siyâsetin konusu iken, pek çok konu "millî menfaatler" çuvalına atılmış, Türkiye siyasetsiz bir ülke hâline gelmiştir. Muhalefet, hükûmetin belirlediği ölçülerde, onun müsaade ettiği kadar muhâlefet edebilir.
Dahası muhâlif partiler, bu demografide ve oy dağılımında mecbûren ayrılıkçılığa varan görüşlere sahip azınlık partilerine muhtaçtır. Bu birliktelik her zaman nefreti körükleyen bir unsur olarak devam edecektir. Tabii tekrar hatırlatalım ki, etnik azınlıkçılarla ancak milletin yegâne temsilcisi olan, devletin vücudunda tecessüm ettiği Tayyip Bey görüşebilir. Bu ona verilmiş bir imtiyâzdır. Sizin ayağınız bu yolda kayabilir, onun kaymaz.
Ekonomik olarak AKP, bir yeşil zenginler ve yardıma muhtaç fakirler sınıfına dayanıyor. Tayyip Bey, milletin "babası" olarak, halkın iâşe ibâtesi ile ilgileniyor. Bunda başarısız olabilir, ancak elinden geldiği kadarını yapıyordur, ne yapsın? Eli bollaşınca, işler iyiye gidince daha çok verir, şimdilik biraz eli dardadır. Burada kurulan ilişki bir seçmen/iktidar ilişkisi değil. Baba-evlat ilişkisi. Bu tabloda burada yazan çizen çoğu bendeniz gibi orta sınıf, şehirli, ekseriyeti beyaz yaka olan Türkler yok. Onların irabta mahalli de yok. Yurtdışına kaçanları falan da kimsenin umursadığı da yok. Bu ülkenin safrasıyız çoğumuz. Anti-elitist, anti-entelektüel bir popülizm furyasında kendisinden nefret edilen bir sınıfa mensûbuz. Dikkat ederseniz "yerlilik" sizin önemsediğiniz değerler neyse o değil. Siz toplumu okuyamazsınız, Anadolu'yu bilemezsiniz, yabancısınız hatta. Onun için de hayat bizim için iyileşmeyecek ilerleyen yıllarda da, yavaş yavaş en tepedeki %1-2'lik dilime çıkamazsak en alttaki "fukarâ-i sâbirîn"e dahil olacağız. Kimsenin bu sınıfa ve onun kaprislerine ihtiyacı yok, kimse bu sınıfı memnun etmeyi de önemsemiyor. Yani sizin ifâde özgürlüğü falan fıstık endişelerinizin hepsini toplasanız bir İHA etmez. Böyle bir talep yok Türkiye'de. Bilakis, muhalefetin bir kısmı da dahil olmak üzere herkes hak ve hürriyetlerin kendi belirlediği kadarının verilmesinden yana.
Dahası siyasete ayar verebilecek bir sivil toplumdan bahsetmek mümkün değil. Örgütlenmiş sendikalar, siyasal kulüpler, aktif okuyucuları olan bir matbuat, çalışan bir medya... Bunlar yoktur. Bunların yerinde en büyük sivil toplum yapılanması cemaatlerdir. Bunu anlattık burada Türkiye'de cemaat fenomeni tarikatların yasaklanması ile başlayan bir sürecin ürünüdür. Her zaman bir "ikinci hukuk"un temsili oldular. Merkezden ve resmiyetten uzak bir sahada rahatlıkla kitlelere yayıldılar. En müfrit iktidarları bile ürkütmeden yürüdüler. Bunlardan Fetullahçılar boylarını aşan bir işe kalkıştı şutlandı, kalanları ise "arz-ı bendegî" ederek varlıklarını garantiledilediler. Bir ağızdan ve çok aktif bir biçimde desteklerini bu düzeni yıkan, doğrudan onlarla irtibat kuran Tayyip Bey'e bağladılar. Mesela, Gavs dedikleri Menzil Şeyhi iki milyona varan sofileri ile bugün sandıktaydı.
Peki şimdi ne olacak?
Beş sene daha AKP-Tayyip Beyleyiz. Yaşı itibarı ile 2028'de bir daha aday olmayacağı düşünülebilir. Belki de olur bilemeyiz. Ancak o olmazsa "altın çocuk" Selçuk Bayraktar, veliahd olmaya hazırlanıyor gibi. Bu sempati sürdürülebilirse o da seçimi kazanmakta pek zorlanmayacak, en kötü ihtimalle %35'i göğüsleyecektir. Belki o zamana kadar %50 kuralının kaldırıldığını görürürüz. Bir iki ufak düzenlemeyle Selçuk Bey'i iktidâra taşıyacak yolun taşları da döşenebilir. Türkiye tarihinin en radikal sağ iktidarı, toplumu ve siyaseti de o nisbette dönüştürebilecek mi göreceğiz. Siyasette yumuşama olmaz. Mesela Milli Eğitim Bakanımız Fatih Erbakan'la milletimiz maşallahlık bir hale geliriz.
"Atîdeki en parlak ziyânın milliyetçilik olacağı" da fasaryadır. Herkes milliyetçi. Hele hükûmet en milliyetçi. Memlekete dolan şu kadar milyon hindu, yamyam mı? Onlar da milliyete dahil olur yakında merak etmeyin. Arapça, Tacikçe, Urduca öğrenin lazım olur. Ülkücülük tecrübesinden bağımsız bir milliyetçilik doğmadıkça böyle gider.
Bendeniz, seçim sonuçları farklı olsaydı; bu defa hükûmette olacak KK ve ortaklarını sevenleri rahatsız edecek şeyler yazacağımı tahmin ediyordum. Mersin'e giden balık sürüsünün tersine yüzmek gibi pis bir huyum var. Kendimce doğrularım var, denk geldiğime yapıştırırım. Bundan pis bir zevk de almıyor değilim. Yine burada hükûmetsever arkadaşları küplere bindirecek, ara ara da muhalefete saç baş yolduracak laflar atarım ortaya. Adetim bu. Burada her tür mukaddesâtı çelik çomak edinen, şimdi pişmiş kelle gibi sırıtan troll sürüsüne bir sapan taşı atarım gönlüm soğur, elimi ağzımı bağlasalar buğz ederim. Şair Eşref'in şâkirdi, Neyzen Tevfîk'in tilmiziyim zira!
Fakat, 2028 seçimlerini bu kadar takip edeceğimi sanmıyorum. Benim için bu iş bitmiştir. İnsanlara faydalı olacağız, kültüre, sanata, ilme bilme hizmet edeceğiz. Bu ülkede doğduk. Bir şekilde burada yaşamanın yolunu bulacağız. Çok bulamazsak ne yaparız sanki, nereye gideceğiz? Buraya zincirlendik. Bir müddet hırlarız, diş gösteririz en fazla. 30 sene sonra bugün kızdığımız adamların hiçbiri yok, 50 sene sonra biz de yokuz nasıl olsa.
Ne diyelim;
Allah-ı Zülcelâl ve Tekaddes Hazretleri Zıllullâh-ı Fi'l-âlem olan Cenâb-ı Şehriyârî Reis-i Cumhur-u âlişân efendimize bi'-sıhha ve'l-afiye nice seneler muammer olmayı nasip etsin.
Yorumlar
Yorum Gönder