deneme 83






Tabuların en zararlı yanı düşünme cesaretimizi kırmasıdır. Konan yasaklarla “bu konuyu düşünemezsin bile” demek istenir. Tabuya ilişen kişi bir biçimde rahatsız edilir.

Eski toplumlarda tabuya karşı çıkan zaten toplum dışı sayılırdı: kovulur veya öldürülürdü.

Günümüzde ise, tabuya istenen “saygıyı” göstermeyen genellikle “mahalle baskısıyla” karşılaşır veya düzen otoriterse hapiste yatar.

Nedir tabu konularımız? Bu soru bir kısır döngünün içindedir ve normal olarak cevaplandırılamaz.

Çünkü tabu konu, tabu olarak ele alınamayandır. Yani tabu olduğu bile söylenemez. Millidir, yüksek çıkardır, kutsaldır, canımızdır, haysiyetimizdir denir, ama tabudur denmez. Zaten tabu olarak eleştirilemeyeceği için ona tabu denmiştir.

Bir konu ele alınıp “tabudur” diye yorumlandığında – ve bunu yapanın hayatı “kaymadığında” – o konu zaten tabu değildir demektir.

Sözünü ettiğim, bir topluluk “içinde” var olan tabulardır. Bir topluluk başka bir topluluğun tabusunu tabii ki “tabu” olarak ele alabilir ve isterse eleştirebilir. Zaten bu sıkça yapılır. O zaman da tabu sahipleri çok etkili bir silahı kullanırlar: Saygı talep ederler. “Bu bizim inancımızdır, saygılı olmalısınız” derler. Tabular saygılarla ilişkili kılınır.

Günümüzde tabularımızın çoğu “inanç” olarak da ortaya çıkar. İdeoloji, din, etnisite, millilik, mahalle veya köy, kültürel uygulamalar, cinsel tercihler, gelenekler, meslekler, yaş ve kuşaklar, spor kulübü vb. bir “duyarlılık” (hassasiyet) nedeni olabilir.

Bu alanda “saygının” yanı sıra “anlayış” da beklenir.

Bunlar beklenir, çünkü korunması istenen inancın “yasaktan” ve “dayatmadan”  başka dayanağı yoktur. Mantığı, gerekçesi ve meşruiyeti zayıftır. Pek savunulamadığı için de o düşünce tabuya dönüştürülür ve “saygı” beklenir.

Yani, gerekçesi savunulamayan bir şeyin dayatılmasına da “tabu” diyebiliriz. 

Evin içinde “erkeğin” sözü bazen tabu olarak çıkar ortaya. Eleştirisiz geçerli olandır. Erkeğin sözü karşı çıkılamaz “norm”dur. Cezası ölüm bile olabilir.

Bazı tabuların (kırmızı çizgilerin) aşıldığı için öldürülen kadınları her gün okuyor ve duyuyoruz. Anne ve babalar da çocuklarına. - istenenin anlamlı ve inandırıcı olduğu kanıtlanamadığı durumlarda - tabularını dayatırlar.  Gerekirse, örneğin, tokatla.

Tabuları olmayan topluluk yoktur. Ama güvensiz, hoşgörüsüz ve demokrasisi eksik olan topluluklarda tabular hem daha çoktur, hem de savunulmaları daha güçlüdür.

Buraya kadar yazdıklarımla demek istediğim, bazı konuların birbirleriyle ilişkili olduklarıdır: Tabular, saygı talebi, demokrasi, özgüven, düşünme ve ifade özgürlüğü gibi konular bir paket oluştururlar. 

Aslında tabular başka alanlarla da iç içedir: Ecdadımız ve bazı büyüklerimizin yaptıkları, utanmamız gereken ama her nasılsa kıvanç duyduğumuz geçmişimizle ilgili bazı olaylar da genellikle tabu konulardır. Tartışılmazdırlar.

Bu yazı genel olarak tabu ve saygı ile sınırlıdır.

Saygı talebi saygısızlık içerir, çünkü insanın kendisini ifade etmesini sınırlar. Her eleştiri hakaret olarak algılanmaya başlandığında saygı talebi ve beklentisi de giderek bir dayatmaya dönüşür. “Saygısız” insanlar tehdit edilirler, mahkemelerde süründürülürler, kimi zaman da sokakta vurulurlar.

Saygı isteği ikiyüzlülük ve demagoji içerir, çünkü saygı iki türlüdür ve ikisi, bile bile veya farkında olunmadan, karıştırılır.

Birincisi, hayranlık, beğeni ve tasvip içerir. Sizinle aynı yolun yolcusu olana, sevdiğiniz ve değerli saydığınız birine saygı duyarsınız. Buna gönüllü saygı diyelim. En doğal bir haktır bu. Her insan istediği insana ve duruma saygı duyma hakkı vardır.

Ama saygının başka bir anlamı da var: Bu gönüllü olmayan saygıdır. Kanunla veya bir otorite, yani bir güç tarafından dayatılan “saygıdır”. Birileri tarafından paylaşılan bir saygının herkes tarafından kullanılması istenir.

İşte tabular bu aşamada devreye girer ve “saygı” dayatılır. Bu saygı ne gönüllü olan saygıdır, ne de “yasal hakların tanınması” anlamını taşır; baskıdır ve en önemlisi ifade özgürlüğünün sınırlandırılmasıdır.

Uygulamasını her gün görüyoruz: Saygı bahanesiyle süründürülen kimseleri…

Saygının bu ikinci anlamı birinci anlamdan çok farlıdır. Demokratik bir ortamda “yaptığına ve inandığına saygı duyuyorum” derken bu, “yaptığını yapmakta hakkın vardır” anlamındadır. Yani, “yaptıklarına katılmasam da kendi düşüncenin yönünde gitmene karışmam” anlamındadır.

Ancak bu durumda eleştiri ihtiyacı ve hakkı da doğar. Bu hak “yaptıklarında özgürsün ama benim de eleştiri hakkım vardır” anlamındadır.  Bir insana, kuruma, düşünceye ve inanca mecburen “saygı duyma” zoru getirilemez- demokratik toplumlardan söz ediyoruz.

Yani, “bu görüşe katılmıyorum ama saygı duyuyorum” derken kastettiğimiz: 1- Tasvip etmiyorum, ama 2- Bu alanda özgürlüğünü tanıyorum anlayışıdır.

Bu durumda “ötekinin” inancının tanınmasının yanı sıra “bizim” de eleştiri hakkımız da tanınmış oluyor. Oysa demokratik olmayan topluluklarda demagoji yapılarak “saygı” talep edilirken, bununla kastedilen, eleştiri hakkının kısıtlanmasıdır.

Katılmadığımız ve beğenmediğimiz görüşlere ve davranışlara “saygı” duymak aslında “tahammüldür”. Hatta genellikle bu yasal bir zorunluluk.  Eninde sonunda, ifade özgülüğü ve yasalar kapsamında herkesin istediğine inanması ve aynı anda herkesin bu inanca eleştiri hakkının olması gerekirken, pratikte yaşanan, bir “saygı” söylemi ile tabuların oluşması ve eleştiri ve yorum hakkının kısıtlanmasıdır.

Yani saygı saygı diye diye ifade özgürlüğü yok ediliyor.

Önümüzdeki aylarda Afganistan’la ilgili olarak bu konular gündeme gelecek sanıyorum.


  

Öğretmenlerimiz keyfince yaşasınlar, fatura ödemeyi kira borcunu değil en etkili öğrenci yetiştirme usullerine eğilebilsinler diyen milliyetçilik bizimki. 

Aç öğretmenler okul panosuna baykuş övgüsü yazdırsın diyenlerinki reislerine biat bildiriyor.


irredantizm

sınırları ayrı halkların birleşmeleri yönündeki faaliyetleri, topraklarıyla birlikte tabi. 

italyanca kökenli bu terim, ilk olarak italya krallığı'nın oluşumu sırasında avusturya'nın denetiminde yaşayan ve italyanca konuşan toplulukların, italya krallığı'na katılması çabalarına karşılık olarak bulunmuştur, daha sonra daha yaygın bir çerçeveye oturtulmuş; bir ülkenin başka bir ülkede yaşayan, dil ve etnik köken bakımından kendisinden saydığı topluluklar üzerinde hak iddia etmesi, bu topluluğun yaşadığı toprakları kendi sınırlarına katmak istemesi anlamında kullanılagelmiştir.


devletlerin toprak alma amaçlı ve saldırgan hareketlerine verilen isim. doğru yazılışı bu şekildedir.

cografi bolgeler uzerinde hak iddia etme ve neticesinde hak iddia edilende tarihi, etnik, cografi nedenlerden oturu milliyetci ajitasyon olusmasidir. ornegin, nazi almanyasinin alsas-loren uzerinde, arjantin'in falkland adalari uzerinde, yunanistan'in makedonya uzerinde, pakistan'in kesmir uzerindeki iddialari irredentizm orneklerindendir.

bazı yazarlarımızın 1920'lerin milliyetçilik anlayışı olarak tanımladıkları kavram. garipsiyoruz.

dil, gelenek, görenek ve çeşitli kültür değerleri bakımından bir birlik gösterdiği halde ana yurt dışında kalmış halkın yaşadığı toprakları ana yurt sınırları içine almak düşüncesi.
19. yy.in 2. yarisinda ortaya cikan pan-italyan hareketi.

benzerini kendine katma isteği

türkiye cumhuriyeti'nin kuzey ırak'da yaratılan kurdistan hareketine karşı çıkma sebebi.

bir "pan" hareketi. giden gitmiştir ama gerek tarihi miras, gerek ata toprağı gibi sebeplerle gizliden gizliye de olsa bir ülkü sürdürülür. hak iddia edilir. bunu yapmak için mutlaka köklü bir devlete sahip olmak gerekmez.
turancılık, pantürkizm gibi idealar bu kapsama alınırken nedense iran,ırak,suriye ve türkiye topraklarının birleştirilmek istenmesi, nihai hedefin bu olması es geçilir. yersen...

"İrredantizm
İrredantizm ya da kurtarımcılık, İtalyanca kökenli bir sözcük olup dil, din, soy ve kültür birlikteliği olduğu hâlde herhangi bir devletin sınırları dışında yer alan halk ile söz konusu devletin birleşmesi fikridir. Ancak köken itibarıyla negatif bir anlam boyutu vardır. Etimoloji sözlüğünde bu kavram,[1] "yabancı ülke topraklarındaki soydaşları gerekçe ederek yayılma siyaseti" olarak belirtilmektedir. Genelde de siyasal alanda bu anlamda kullanılmaktadır. Bir devletin, kendi sınırına yakın yaşayan soydaşlarının oturduğu bölgeleri ilhak etme politikası olarak anlaşılması söz konusudur. Türk Dil Kurumu, bu kavrama Türkçe alternatif olarak "kurtarımcılık" şeklinde bir sözcük önermektedir.[2]

Ulusal birleşme için 19. yüzyıl İtalyan hareketinden türetilmiş bir terimdir. Bu bağlamda İtalya ile kültürel ve ırk bağları olan ancak yeni İtalyan devletinin fiziki denetimi dışında kalan Trente, Dalmaçya, Trieste ve Fime'ye işaret etmektedir. Bu nedenle bu bölgeler, doğmakta olan ulusal topluluk için "yeniden ele geçirmeyi" ya da "kurtarılmayı" beklemekteydi.

Terim genel siyasi söyleme 20. yüzyılda geçmiştir. Mayall irrendantizmi, ulusal kendi kaderini tayin düşüncesinin bir revizyonizmi olarak değerlendirmektedir. Hiç kuşkusuz, bazen de kötüleyici anlamda, belirli bir bölgede hakim olan statükoyu milliyetçi ya da etnik kriterler doğrultusunda değiştirmeye çalışan politikaları nitelendirmek için geniş ölçüde kullanılmaktadır. İrredantizm, özellikle devlet tabanlı sınır bölgelerinin bir etnik grubu ayırdığı ya da böldüğü veya daha önce birleşmiş bir sistem üzerinde dış bir kontrolün (örneğin sömürgeci) dayatılmaya çalışıldığı durumlarda olasıdır. O zaman "irredantia", "kayıp topraklar" olmaktadır. Bunun bir sonucu olarak irrendantizm, uluslararası aktörler arasında potansiyel veya mevcut bir çatışma kaynağı teşkil eder. Bunun için örnekler çağdaş makropolitik sistemde boldur. Buna göre, Arjantinlilerin, Falkland üzerinde hak iddia ederken İspanyolların da Cebelitarık üzerinde hak iddia etmesi irredantizmin sömürgecilik karşıtı türevlerini temsil etmektedir. Etnik irredantizm, Somali'nin, Etiyopya ve Kenya'daki Somali halklarının Büyük Somali içinde bir araya getirilmesi talepleriyle ya da yeni bağımsızlık döneminde bazı Kıbrıslı Rumlar tarafından öne sürülen Yunanistan ile enosis ya da birlik iddiaları ile örneklenebilir.

Osmanlı dağılma dönemi göç hareketleri. Osmanlı Devletinde görülen başlıca göç tarzı ele geçirilen yerleşim birimlerinin yeniden canlanması amacıyla buralara yapılan nüfus hareketleridir. Osmanlı devletinde nüfus hareketlerine devlet müdahalesi her zaman söz konusu olmuştur. Böylece Osmanlı Devletindeki göç hareketlerinin ağırlıklı olarak devlet eliyle planlandığı ve kontrol edildiği yönündeki belirleme haklı bir bakış açısı kazanmaktadır.

Örneğin 1453 yılında İstanbul’un Bizanslılar tarafından alındığı zaman kent nüfusu yalnızca 50.000 idi Fatih Sultan Mehmet kenti canlandırmak ve nüfusu arttırmak için hemen bir seri önlemleri yürürlüğe koydu. İstanbul'un nüfusunu arttırmak için Anadolu ve Mora yarımadasından nüfus getirildi buralardan getirilen çoğu tüccar ve zanaatkar olan kişilere evler verilmişti. Nüfus kadar nüfusun becerileri de önemliydi 1520 yılına gelindiğinde kent nüfusu alınan önlemler ve imparatorluğun genişlemesiyle artan refah sonucu 400.000’e ulaştı.

Görüldüğü üzere Osmanlı imparatorluğunun İstanbul'u fethi sonrası nüfus dönüşümüne yönelik politikalar uygulamıştır. Bunun yanı sıra imparatorluğa başkaldırmış grupları cezalandırmada sürgünlerinde göç açısından yeri önemlidir. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğunun zayıflamasıyla azınlıkların devlet kurarak ayrılmaları ve imparatorluğun dağılma sürecinde sayısı binlerle ifade edilen göçler olduğu bilinmektedir. Bu göçlerin genellikle Türk asıllı insanların yeni kurulan devletlerde uygulanan homojen nüfus yaratma politikaları sonucunda,gördükleri baskıdan kurtulmak amaçlı, yani zorunlu göçler olduğu bir gerçektir.

Osmanlı İmparatorluğunun karşılaştığı ilk dış göç olgusu 1789’da Kırımdan gelen göçle olmuştur.

Kırım, Ruslar tarafından işgal ve tahrip edildiği sırada (1771) 35.000 Kırımlı Türk kılıçtan geçirildi. Bu türlü şiddet hareketleri karşısında Anadolu ve Balkanlara göçler yapıldı. Bu göçlerin en önemlisi 1789-1790 yılları arasında oldu ve 1800’e kadar devam etti. Böylece yaklaşık 500 bin kişi Kırımdan ayrıldı.

1812 yılında Osmanlı devletinin Rusya’ya karşı Fransa’yla işbirliği yapması sonucu Ruslar Kırım Türklerine yeniden zulüm yapmaya başladılar. Bir süre sonra göçlere Nogaylar’da katıldı.

93 Harbinden sonra göç hareketleri tekrar başladı ve toplam 400.000 kişi göç etmiş oldu.

Kuzey Kafkasya'dan göçler
Değiştir
Türklerin yoğun olarak bulundukları bölgelerden biri olan kuzey Kafkasya’ya ilk Rus akını 1768’de oldu. Kuzey Kafkasya halkı önce Türklerle birlikte Ruslara karşı savaştı fakat düşman sayısının fazla olmasından dolayı yenilerek 10.000 kişilik bir kafile halinde Anadolu’ya göç ettiler.

1855-1859 yılları arasında Ruslarla yapılan bağımsızlık savaşı sonucu yenilgi alınmasıyla 1855-1863 yılları arasında 295,000 kişi Türkiye’ye göç etti.

1864’te Batı Kafkasya ve Kuban havalisinde Türkler bir ay içinde yurtlarını terk etmek zorunda bırakıldılar. Bir milyondan fazla insanın büyük bir kısmı Ege limanları ve İç Anadolu'ya gönderildi yaklaşık 400 bin kişi yolda öldü. 1886 yılına kadar yaklaşık 2 milyon insan Türkiye'ye göç etmek zorunda kaldı. Bunlar arasında Türkler, Avarlar, Çeçenler ve Çerkezler vardır.

Azerbaycan'dan yapılan göçler
Değiştir
Azerbaycan’dan yapılan göçler 1800’den başladı. 1920 yılına kadar yaklaşık 45.000 kişi göç etti. Kars, Ardahan, Posof ve Iğdır bölgelerine yerleştiler.

Yunanistan'dan yapılan göçler
Değiştir
Cumhuriyetin ilanından sonra Türkiye'de görülen en ilginç göç hareketlerinden en ilginç olanı Lozan’da 30 Ocak 1923’te imzalanan ve resmi adı: ”Yunan ve Türk halklarının mübadelesine ilişkin sözleşme ve protokol” sonucunda ortaya çıkan göçtür. Ulus devletlerin kendi aralarında anlaşarak azınlıklardan değiş tokuş la kurtulmaları bu protokolle devlet hukukuna bir örnek olarak yerleşmiştir. Yunanistan’la yapılan bu mübadelenin ortaya koyduğu sonuç yaklaşık 1 milyon 600 bin kişinin doğup büyüdüğü ve kendisine ait gördüğü yerlerde göçürülmesi olmuştur. Bu şekilde Anadolu da yaşayan yaklaşık 1 milyon 200 bin Rum'un ve Yunanistan da yaşayan 400 bin civarında Müslüman’ın karşılıklı değiş tokuşu gerçekleştirilmiştir.

Türkiye’nin Yunanistan’la yapmış olduğu karşılıklı nüfus mübadelesi ne yazık ki Türkiye için ekonomik açıdan önemli bir kayıptır. Anadolu’dan giden 1 milyon 200 bin Rumun çoğunluğunun zanaatkar ve ticaret erbabı olması buna karşılık Yunanistan'dan gelen 400 bin Müslüman’ın tarımdan başka bir şey bilmemesi sorunun önemini ortaya koymaktadır.

Türkiye’nin Yunanistan la gerçekleştirdiği nüfus mübadelesi ulus devlet için homojen bir nüfus oluşturma gayreti olarak görülse bile hiçbir zaman sonuca ulaşmamıştır. Kendilerini Türk milliyeti dışında gören diğer unsurların varlığı bunun en iyi örneğidir.

Ermeni Tehciri
Değiştir
Birinci Dünya Savaşı sıralarında Ermenilerin savaş sahasında kalmaları ve bazı Zararlı eylemleri yüzünden İttihat ve Terakki Partisi tarafından yerleştirilmek üzere Suriye’ye gönderilmeleridir. Birinci Dünya Savaşı öncesine kadar Osmanlı topraklarında Ermeni ayrılıkçı ve silahlı grupları propaganda çalışmalarını silahlı eyleme kadar götürmüşlerdir. Osmanlı Bankası baskını ve devlet başkanına bombalı saldırı bunlardan sadece birkaçıdır. Ermeni ayrılıkçı hareketi diğer ülkelerde Osmanlı ile ilişkilerde bir kart olarak görülmüş ve zaman zaman kullanılmıştır.

İngiltere, Fransa, Rusya ve diğer bazı devletler Ermenilerin haklarını gerekçe göstererek çok sayıda olayda Osmanlı Devletinin iç işlerine karışmıştır. Berlin Antlaşması bunun en açık örneğidir. Bazı Ermeni gruplarda bu ilgiyi teşvik etmiş ve bunu iç amaçlarında kullanmak istemişlerdir. Birinci Dünya Savaşı esnasında Rusya, Osmanlı ile arasında Ermenileri bir tür kalkan olarak kullanmıştır. Ermenilerin içeriden, kendisinin dışarıdan saldırmasıyla Osmanlı ordularını yenmeyi amaç edinmiştir.

Savaş ilerledikçe Doğu Anadolu da Ermeni terör gruplarının saldırısı artmış ve Osmanlı ordusundan İstanbul’a önlem çağrıları gelmeye başlamıştır. İstanbul Hükûmet’i bu olaylar karşısında iki seçenek görmüştür:

Sadece Ruslara yardım eden ve yardım etme ihtimali bulunan Ermenileri Rus ordusu ile kendi arasına alarak onları Rusya’ya sürmek ki bu durumda kayıplar çok fazla olurdu.
Ermenileri toplu olarak savaş sahasından uzaklaştırmak.
İkinci seçenek tercih edilmiştir ve özellikle savaş alanına yakın olan Ermeni nüfus Suriye ve çevresine göç ettirilmiştir.

Tehcir için kanun çıkarılmış göç edecek Ermenilerin ihtiyaçlarının karşılanması için yasal çeşitli önlemler alınmıştır. Ancak savaş şartları, Kürt çetelerin saldırıları, salgın hastalıklar ve kıtlık sebebiyle çok sayıda,ermeni yolda hayatını kaybetmiştir. Bu kayıpların 100 bin civarına olduğu sanılmaktadır. Türk araştırmacılardan bu rakamı 400 bine kadar çıkartan olmuştur. Ancak Ermeni Diasporası ve Ermenistan bu rakamı 600 bin ile 2.5 milyon arasında geniş bir yelpazede yorumlamaktadır. Yaklaşık 1.5 milyon Ermeni tehcir edilmiştir.

Bulgaristan'dan alınan göçler
Değiştir
Rusların 1828’de Tuna’yı aşarak Edirne’ye kadar gelmesi ve Bulgarları Türklerin üzerine saldırtması sonucunda bozguna uğrayan şehir ve kasabalardaki perişan halde 30 bin Türk Türkiye’ye göç etmiştir. 1876’da Rusya, Almanya ve Avusturya tarafından Balkanlar bölündü. Avusturya Bosna-Hersek’ i aldı ayrıca Bulgarlar ve Sırplara Rusya himayesinde bağımsızlık verildi. Aynı yıl Bulgarlar Türklere karşı şiddet hareketlerine giriştiler. Buradaki Türkleri korumakla görevli Türk ordusunun hareketi Avrupa devletlerinin müdahalesiyle durduruldu.

1877 Osmanlı-Rus savaşı sonrasında yapılan Berlin Antlaşmasıyla Bulgaristan Devleti’nin kurulması kabul edildi. Bu durum Türkler için kötü oldu 1876-1878 yılları arasında 200 bin Türk Edirne ve çevresine yerleşti. 300 bin göçmen Rumeli’den Anadolu’ya geçti.

I. Dünya Savaşında Bulgaristan Türkiye'nin Müttefiki olunca göç eden kafilelere bazı kolaylıklar gösterdi. Fakat göçmenlerin ellerindeki mal ve mülkün bedelini değerinden çok düşük ödedi. 1885-1923 yılları arasında Türkiye’ye 500 bin kişi göç etti.

Kıbrıs'tan Lozan Antlaşmasıyla ada İngilizlere bırakılınca 24 bin kişi Türkiye’ye göç etti.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye'de Yaşayan Zenciler

Müşür Nedir, Ne İşe Yarar?

Hükümetler Tarafından Gerçekleştirilen Tarihin En Büyük Altın Soygunları