deneme 85
Ortadoğu'nun Efsane Casusu: Eli Kohen
İsrail geçtiğimiz gün, 20.Yüzyılın en ünlü casuslarından, Mossad ajanı Eli Kohen'in Suriye'den gönderdiği son gizli mesajı ve yakalanışını açıkladı.
1965 yılında yakalandığı Şam'da halka açık bir meydanda idam edilen Eli Kohen kimdi? +
İsrail'in Ortadoğu'da Araplara karşı başarılı olmasının en somut ve büyük nedenlerinin başında istihbaratının gücü geliyor.
Bu etkileyici gücün en meşhur isimlerinden biri ise 1924 yılında Mısır'ın İskenderiye kentinde fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Eli Kohen'dir.
Eli Kohen'in en büyük görevi ise 1961 yılı geldiğinde başladı: Arjantin'deki Suriye Diasporası'nın içine girecekti.
Diaspora içerisindeki krallığa muhalif, devrimci yapıyı destekleyecek, haklarında her türlü bilgiyi edinip İsrail'e bildirecekti. Eli, Arap kimliğine bürünecekti.
Çok ciddi bir oryantasyondan geçti. Artık adı ''Kemal Emin Sabit''ti.
Suriye'yi hiç görmemiş ama hasretiyle yanan, damarlarında ''asil Arap kanı akan'', köhnemiş krallığı yıkıp, ''Baas'' (Yeniden Doğuş) Arap milliyetçiliği temeliyle kurulacak Suriye'yi hayal eden zengin işadamı.
Buenos Aires'te tanışıp, dostu(!) olduğu Suriyeli diplomat ve asker Emin el Hafız ile sürekli iletişim halindeydi.
Emin el Hafız, Suriye'deki devrim sonrasında Arap milliyetçisi Kemal Emin olarak bildiği Eli Kohen'in en büyük destekçisi oldu.
Şam'da Suriye ordusunun merkezine yakın bir yerden lüks bir en kiralayan Eli Kohen elde ettiği bilgileri odasına kurduğu telgraf sistemi, radyo sinyalleri ve gizli mektuplarla gönderiyordu.
Zamanla stratejik Golan Tepeleri'nde görev alan Suriye askerlerinin güvenini kazandı.
Suriye'de o kadar seviliyordu ki ''Savunma Bakanı'' olması dahi isteniyordu Arap milliyetçisi iş adamının! Arada Avrupa'daki işlerini kontrol etmek için Suriye dışına çıkıyor, Şam'dan 1 saat uzaklıktaki İsrail'deki evine gitmek için önce Fransa'ya oradan da İsrail'e uçuyordu.
Kohen yoğun olarak kullandığı verici yardımıyla İsrail'e Şam'dan haber ulaştırıyordu.
Suriye ordusu da kendi içinde verici ile haberleştiği için Kohen'in gönderdiği bilgiler diğer bilgiler ile karışıyor, açıkça gözükmüyor ve kalabalıkta kaynıyordu. Kendini böyle kamufle etmişti.
1965'te SSCB, Suriye'ye askeri yardımda bulundu.
Bu yardım için 1 günlüğüne ordu verici ile haberleşmeyi kapattı.
Eli Kohen bu süre içinde İsrail'e verici ile haber ulaştırınca Suriye ordu istihbaratı durumu fark etti.
Sinyalin yeri tespit etti ve Eli Kohen suçüstü yakalandı.
Sorgusunda yaptığı her şeyi itiraf etti Eli. Yapılan mahkemede hakkında Şam meydanında asılarak idam edilmesine hükmedildi.
Pek çok ülkenin arabuluculuk yapıp idamı durdurmaya çalışmasına karşın Kohen, 1965 yılında Şam'da hızla idam edildi.
Şam'daki Marjeh Meydanı'nda idam edildikten sonra ceset bütünlüğü bozularak bedeninin parçaları Suriye'nin farklı yerlerine saklandı. Üç defa yerinden çıkarılıp başka yerlere gömüldü. Bunun nedeni cesedin özel bir operasyonla kaçırılmasını önlemek ve İsrail'e acı çektirmekti.
Bir diğer neden, Yahudilikte beden bütünlüğü olmayan cenazelerin bu bütünlük sağlanmadıkça ruhlarının azap çekeceğine olan inançtı. Suriye'nin intikamıydı bu. Papa, Belçika, Kanada ve Fransa Kohen'in serbest bırakılması için çok uğraştı ancak Suriye hiç bir şekilde kabul etmedi.
Eli Kohen'in ölümünden 2 yıl sonra çıkan Altı Gün Savaşı'nda verdiği bilgiler çok önemli rol oynadı. Özellikle İsrail'in Golan Tepeleri'ni ele geçirmesinde onun gönderdiği bilgilerin büyük payı vardı. İsrail, savaş çıktığında Suriye'nin bütün saldırı planlarını biliyordu.
Bugün Eli Kohen adına İsrail'de sembolik bir anıt mezar taşı ve adını taşıyan bir de müze var. Ailesi, çocukları halen cesedini almak için mücadele etmekteler.
Adalet TBMM görevleri
Tbmmnin üçte biri anayasa değişikliği teklifi verebilir
Para basilmasina karar verir
Yasama meclisi başkanı tarafından temsil edilir.
Tüzel kişiliği vardır
Seçimlerin ertelenmesi kararını verir
İctuzukler TBMM tarafından yapılır
Yıllık gelirlerin toplanmasını ve bütçeye uygun harca yapılmasını denetler
RTÜK üyelerini seçer
Savaş ilanına karar verir
Vatana ihanetten Cumhurbaşkanı ni suclayabilir
Kanun koyar
Genel ve özel af ilanına karar verir
Bakanlar kuruluna KHK için yetki verir
Cumhurbaşkanı görevleri
Ohal ve savaş ilanına karar vermek
Rektörleri seçmek
Yok üyelerini seçmek
Danıştay'ın 1/4 seçmek
Genelkurmay başkanını atamak
Milletin birliğini temsil eder
Milli güvenlik kuruluna başkanlık eder
Ayim ,Danıştay ,anayasa mahkemesi, hsk üyeseçer
Yargıtay bassavicsini seçer
15 üyeli anayasa mahkemesin 12 üyesini seçer
Cumhurbaşkanı seçimleri
Cumhurbaşkanlığına meclis dışında siyasi partiler ortak aday gösterebilir.
Aday gostereilebilmek için 20 milletvekili bin teklifiyle olur
Yükseköğrenim yapmak gerekir
Meclis içinden ve dışından üyelerden aday gösterebilir
BAKANLAR KURULU
ANAYASA MAHKEMESİ NİN GÖREVLERİ
1961 anayasası ile düzenlemiştir
Yüce divan sıfatıyla yargılama yapmak
Siyasi partilerin mali denetimini yapmak
Parti kapatma davalarına Bakmak
Kanunların anayasaya şekil ve esas bakımından uygunluğuna denetlemek
Kendi uyelerinden birini uyuşmazlık mahkemesi başkanı seçer
Bireysel başvuruları kabul eder
Anayasa mahkemesi üyelerinin TBMM ve cumhurbaşkanı seçer
YARGITAY
Adli yargıdaki en üst derece mahkemesidir
Holokost döneminde Macaristan Yahudileri
Mayıs 1944´te Macaristan Yahudilerinin Auschwitz´e nakillerine başlandı. Sadece sekiz hafta içinde 424 bin Yahudi sınır dışı edildi. Holokost´un sonunda 565 bin Macar Yahudi´si katledilmişti.
Macaristan’daki faşist unsurlar geniş bir halk desteğine sahipti ve Miklos Horty’nin diktatörlük hükümeti Nazi Almanya’sı ile ittifak yaptı. Antisemit yasalar yaşama geçirildi, 100 binden fazla Yahudi erkek zorunlu çalıştırılmak üzere seferber edildi ve burada yaklaşık 40 bin kişi hayatını kaybetti.
Macaristan müttefiklere karşı savaşa katıldığında Kamenetz-Podolsk’tan Polonya veya Sovyet vatandaşlığına sahip yaklaşık 20 bin Yahudi Almanlara teslim edildi ve öldürüldü. Ancak Macaristan’daki imha aşaması çok sonra, Mart 1944’teki Nazi işgalinden sonra başladı. Macaristan, o zamana kadar, Hitler’in Yahudileri teslim etme baskısına boyun eğmeyi reddetti. O sırada Macaristan’da, Slovakya, Romanya ve Yugoslavya’dan bölgelerin ilhak edilmesi sonucunda 800 binden fazla Yahudi yaşıyordu. Mayıs 1944’te Auschwitz’e sürgünler başladı. Sadece sekiz hafta içinde 424 bin kadar Yahudi Auschwitz-Birkenau’ya sürüldü. Ekim 1944’ten sonra Ok ve Haç Partisi iktidara geldi. Budapeşte’de binlerce Yahudi Tuna kıyılarında öldürüldü ve on binlerce kişi Avusturya sınırına doğru yüzlerce kilometre yürüdü. Toplamda yaklaşık 565 bin Macar Yahudi’si öldürüldü.
Tuna Nehri kıyısındaki ayakkabılar-trajedinin anısına…
Budapeşte’deki Tuna Nehri kıyısında, Macaristan Parlamento Binasının hemen yakınında, 1940’larda, insanların giydiği tipte altmış çift eski moda ayakkabı durur. Aralarında, kadın, erkek ve çocuk ayakkabısı var. Suyun kenarında, sanki sahipleri onları ayaklarından yeni çıkarmış ve orada bırakmış gibi, dağılmış ve terk edilmiş bir halde duruyorlar.
Daha yakından bakıldığı zaman ayakkabıların paslanmış demirden yapıldıkları göze çarpar. Bunlar 1944-1945 kışında Arrow Cross Partisi (Ok ve Haç) üyeleri tarafından, Tuna kıyılarında vurdukları Macar Yahudileri için yapılmış bir anıt olma niteliğini taşıyor. ‘Tuna Gezinti Yolundaki Ayakkabılar’ olarak bilinen anıt, film yönetmeni Can Togay tarafından tasarlandı, heykeltıraş Gyula Pauer ile birlikte yaratıldı. 2005 yılında Tuna Nehrinin Peşte kıyısında kuruldu. Anıtın üç ayrı yerinde, Macarca, İngilizce ve İbranice olarak okunan dökme demir tabelalarda: ‘Ok ve Haç milisleri tarafından vurularak nehre atılan kurbanların anısına’ yazar.
O yıl, sonbahar- kış aylarında, Almanlar Milos Horty hükümetini devirip Ferenc Szalasi’yi ve onun faşist, şiddet taraftarı, antisemit Ok ve Haç Partisi’ni iktidara getirdi. Bu partinin milisleri Budapeşte’de bir terör saltanatı yaratmıştı. Budapeşte sokaklarında alenen Yahudileri dövüyor, yağmalayıp öldürüyorlardı. Şehrin her yerinde binlerce Yahudi öldürüldü. Yahudileri Tuna Nehrine çekmek onlar için kolaydı. Nehrin kıyısına geldiklerinde, onlara ayakkabılarının bağlarını çıkarttırır, bu bağlarla, üçer üçer ayak bileklerinden bağlarlardı. Sonra ortadakini vururlardı. Ölen kişiyle birlikte ayakları bağlı olan diğer ikisi de nehre düşüp, dehşet içinde boğulurdu. Bu kişilerin içinde kadın, erkek ve çocuklar vardı. Hiç birinin gözleri bağlı değildi. Ölü beden kendi ağırlığıyla, yaşayan kurbanları da dibe çekerdi. Az bir bölümü bağlarından kurtulup yüzmeye çalışırsa, kıyıdan nişan alınarak vurulurdu. Ama Yahudilerin çoğu -özellikle çocuklar- su dondurucu olduğu için hemen ölmüştü. 1944-45 kışında yaşanan dehşet günlerinde Tuna Nehri ‘Yahudi Mezarlığı’ olarak biliniyordu.
Anıta geri dönecek olursak, şu soru akıllara gelir; onlar kimin ayakkabıları? Heykelde eksik olan insanlar kimlerdi? Ayrıca ayakkabıların her biri farklıdır. Bazılarının topukları aşınmış, bazılarının ise perişan bir duruşları var. Bazılarının bağcıkları var, bazılarının bantları açık bırakılmış. Bazıları klasik kadın iskarpinleri, diğerleri işçi botları, bazıları dümdüz ayakta dururken, diğerleri sanki aceleyle çıkarılmış gibi yana yatmış. Bir de çocukların minik ayakkabıları var. Bütün bu farklı ayakkabılar, nehir kıyısında öldürülen farklı Yahudileri temsil ediyor.
Bu anıtın samimiyeti çarpıcı ve dokunaklı. Ayakkabılar o kadar somut ki, onları giyen, ayakları şekillendiren, öldürülmeden önce çıkarmak zorunda kalan insanları hayal etmek çok kolay. Her ayakkabının bir kişiliği vardır, her birinde onu giyen ayağın izleri vardır. Eksik olan tek şey onların gerçek sahipleri. Ayakkabılar, sahiplerinin -yüzleri silinmiş olanların- çehrelerine benzetilerek onları istatistiklerden canlıya, nefes alan insanlara dönüştürüyor. Böyle bir enstalasyonda, her bir ayakkabı kendi başına bir sanat eseri. Heykeltıraş, ayakkabıyı alacak kişiyi hayal ettikten sonra, o kişinin onu nasıl giydiğini düşünmüş olmalıdır. Coşkuyla parmak uçlarında mı yürüyordu? Yoksa ayakları öne doğru fırlayarak mı yürüyordu? Her ayakkabı düşünüldü, her bir detay tasavvur edildi. Bu anıtı bu kadar samimi ve çarpıcı yapan şey, sahiplerinin bireyselliğini pekiştirmesi. Ayakkabılara bakarken onları ayaklarından çıkarmak zorunda kalan insanların, derin üzüntü ve dehşetini, ardından onların buzlu sulara vurularak ve bağlı olarak gömüldüklerini hisseder, korkuyla yüzleşmelerini görür gibi olursunuz.
Anıtı ziyaret edenler bazen mum yakar ya da çiçekleri, kendilerine dokunan veya birini hatırlatan belirli bir ayakkabının içine yerleştirirler. Ayakkabılar evrenseldir. Onlar hepimizin sahip olduğu temel bir maldır. Ayakkabının her birinin kendine özgü olmasına ve 1944-45’in o karanlık kışında, Tuna’nın dondurucu kıyılarında meydana gelen olayların özgünlüğüne rağmen, anıt bizi daha büyük resme bakmaya ve toplu katliamı düşünmeye sevk ediyor.
Not: Can Togay Janos: Budapeşte-1955. Macar film yönetmeni, senarist, oyuncu, şair, yapımcı, kültür yöneticisi ve kültür ataşesi.
Gyula Pauer (1941-2012) Macar asıllı, bir aksiyon sanatçısı, ressam ve heykeltıraştır.
***
Macar kahraman Hannah Seneş’in arşivleri İsrail Milli Kütüphane’de
Macaristan doğumlu kadın kahraman ve şairin günlük, şarkı, mektup ve defterlerine erişim sağlanıyor.
Macaristan doğumlu şair ve paraşütçü Hannah Seneş’in 23 yaşındayken, Macar Yahudilerini Nazi ölüm kamplarından kurtarmak için, işgal altındaki Avrupa’ya paraşütle atlamasının üzerinden 76 yıl geçti.
Seneş Nazilerin eline geçti, işkence gördü ve Macaristan’da idam edildi, ancak hikâyesi ve şiirleri yaşadı.
Savaştan sonra yatağının altındaki bir bavulda bulunan şiir, günlük, şarkı ve mektupları içeren arşivleri, Kudüs’teki İsrail Ulusal Kütüphanesine aktarıldı ve ikonik kadın kahramana ilk kez küresel erişim sağlandı.
"GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'E diktatör diyenlerin dikkatli okumasını özellikle tavsiye ediyorum."
Çankaya sırtlarında oturan Ankaralılar, şehre Reşit Galip Caddesi'nden geçerek inerler. Pek azı bu ismin kim olduğunu bilir. Bu bilinmezlikte belki Dr. Reşit Galip'in 41 yaşında göçüp gitmesi rol oynamıştır, belki de İnönü’yle yıldızının hiç barışmaması...
Rodos'ta doğan Reşit Galip, ortaokulu bitirince kardeşiyle bir sandala binip Marmaris'e gelmiş.
Liseyi İzmir’de okumuşlar.
Kardeşi Hüseyin Ragıp (Baydur) diplomatlığı seçip büyükelçilik yapmış.
Reşit Galip ise İstanbul Tıp’a gidip doktor olmuş.
Öğrenciyken gönüllü olarak I. Dünya Savaşı’na katılmış.
Kafkas Cephesi dönüşü öğrenimini tamamlayıp fakültede asistanlığa başlamış.
1923 Mart’ında, hekimlik yaptığı Mersin'e Mustafa Kemal Paşa geldiğinde Paşa’nın huzurunda konuşmuş ve gözlerine doğru bakarak şöyle demiş:
'Muhterem Gazi, sen yalnızca bu milletin bir kahramanı değilsin, sen bunlardan çok daha büyüksün. Sen bu milletin bir ferdisin. Senin birinci büyüklüğün, bu milletin bir ferdi olmakla iktifa ve iftihar etmekliğindir.'
Herkesin yüceltme yarışına girdiği günlerde Gazi'yi ‘milletin bir ferdi' sayan 30 yaşındaki bu hatip, herkesin dikkatini çekmiş. Tabii en çok da Gazi'nin...
Kemal Paşa ona milletvekilliği önermiş ve Dr. Reşit Galip, Ocak 1925'te Meclis'e girmiş.
Bir süre İstiklal Mahkemesi üyeliği yapmış. CHP İdare Heyeti'nde görev almış. Türk Ocakları’nda, Halkevleri'nde çalışmış. Yine Atatürk’ün isteğiyle Serbest Fırkaya girmiş. Ve Atatürk’ün sofrasına oturmuş. Onu bakanlığa taşıyan süreç de o sofrada başlamış.
Bu sofra sahnesi pek çok tanığın anılarında vardır:
1931 sonbaharıydı. O geceki tartışma, Milli Eğitim Bakanı Esat Mehmet'in bir yakınmasıyla başladı.
Esat Mehmet, Atatürk’ün Harbiye'den 'tabya Öğretmen’iydi. Kazım Özalp’in 'Atatürk’ten Anılar' kitabında (T. İş Bankası Y., 1992, s. 48-49) yazdığına göre konu, kız öğrencilerin kıyafetinden açıldı. Esat Mehmet, 'kızların kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini uygun görmediğini' belirtti.
Bir tamim yayınlayıp daha kapalı giyinmelerini isteyeceğini söyledi.
Bunun üzerine Reşit Galip söz aldı:
'Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi' dedi. 'Bu bir geriliktir. Kadınlar eski durumda yaşayamazlar. inkılaplardan en mühimi, kadınlara verilen haklardır.
Başka türlü, Batılılaşmakta olduğumuzu iddia edemeyiz.'
Sofra gerildi.
Gazi, vekilini zor durumda bırakan bu çıkıştan hoşlanmadı. 'Bu konuyu uzatmayalım.
Kısa çorap giyip giymemek çok önemli değildir, sonra tartışırız' dedi.
Ama Reşit Galip alttan almadı. 'Af buyurunuz Paşam! Bu, inkılap ve zihniyet meselesidir! .
Müsaade buyurursanız fikrimizi söyleyelim. Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki, sizin huzurunuzda bu sofrada inkılapları zedeleyeceği icraattan bahsedilmesi küstahlıktır, hoş görülemez.'
Reşit Galip'in tartışma yaratmasının özel bir nedeni vardı: Halkevi'nde sanatı yaygınlaştırmak için tiyatro çalışmaları yapıyor, ancak sahneye çıkacak kadın oyuncu bulamıyorlardı. Buna gönüllü kadın öğretmenler için, Maarif Vekâletinden izin alamamışlardı.
Reşit Galip 'Bu kokuşmuş kafayla devlet yürümez' diye kestirip attı.
Atatürk’ün kaşları çatıldı. 'Sözlerinizde müsamahalı, ölçülü olunuz' diye çıkıştı. Herkes yaklaşan fırtınayı hissetmişti.
Ama Reşit Galip bulutların üstüne gitti. 57 yaşındaki Milli Eğitim Bakanı’nı işaret ederek dedi ki:
'Devrimci devrimcidir. İnsanlar bir yaştan sonra ister istemez tutucu olurlar. Meclis'te bunca genç, idealist, bakanlık yapacak yetenekte insan varken, böyle yaşlı kimseleri Milli Eğitim Bakanı yapmak hatadır.'
Atatürk yeniden uyarma gereği duydu: 'Esat Bey yeteneklidir. Davamıza inanmıştır ve benim hocamdır. Beni okutmuş olması sence bir değer taşımıyor mu?'
'Kusura bakma Paşam, taşımıyor ! Okuttuklarının içinde sizin gibi bir devrimci çıkmış ama kim bilir nice tutucu da çıkmıştır.'
'Sizi de eleştiririm!' Bunun üzerine Gazi'nin sabrı taştı: 'Bu sofrada hocama ve bir Milli Eğitim Bakanı’na hakaret etmenize müsaade edemem' diye haşladı.
Ama Reşit Galip sineceği yerde hepten üste çıktı: 'Devrimleri korumak için sizden müsaade istemiyorum. Hatayı yapan siz de olsanız, sizi de eleştiririm. Mesela Rose Noir'a verdiğiniz 15 bin liralık kredi mektubu da siz yaptınız diye hata olmaktan çıkmaz.'
İlk kez Atatürk’ün sofrasında Atatürk bu kadar sert eleştiriliyordu.
Reşit Galip'in sözünü ettiği Rose Noir, Beyoğlu’nda, Rus karı-kocanın işlettiği bir barın adıydı. Atatürk bir gece oraya gitmiş, mekânın sahibi Madam Senya'dan 'İş Bankası’ndan kredi alamıyoruz' yakınmasını dinlemiş ve orada bir kâğıda İş Bankası Genel Müdürü’ne hitaben 'yardımcı olunması' isteğini yazmış, Rus çifte vermişti.
Reşit Galip bu iltimas talebini eleştiriyordu.
Atatürk bu kez kızmadı; 'Yoruldunuz, buyurun biraz istirahat edin' diyerek kibarca Reşit Galip'i sofradan kovdu.
Ama genç devrimcinin yılmaya niyeti yoktu. Yıllar yılı bir efsane gibi anlatılacak çıkışını o an yaptı: 'Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz. Burada oturmak sizin kadar, benim de hakkımdır.’
Atatürk kendi fikirleriyle kendisini vuran bu genç adama baktı, sonra yanındakilere dönüp 'Öyleyse biz kalkalım' dedi. Sofradaki bütün heyet ayaklandı; Reşit Galip'i sofrada yapayalnız bırakıp çıktılar.
Bu müthiş sahnenin devamı daha da ibret vericidir:
Reşit Galip bütün geceyi Dolmabahçe Sarayı’nda pencere kenarındaki bir koltukta geçirir.
Atatürk uyandığında Genel Sekreteri'ne Reşit Galip'i sorar. 'Sabaha kadar bekledi, mahcubiyetini size iletmemizi istedi. Ankara'ya gidecek kadar borç para istedi. 25 lira verdik' derler. Atatürk 'Ankara'ya gidecek adama 25 lira mı verilir. Bari benim hesabımdan birkaç yüz lira verseydiniz' der. Sonra 'Cebinde beş parası yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor. Parası yok ama cesareti var' diye ekler.
1932 sonbaharında Atatürk, Reşit Galip'in Ankara Radyosu'ndaki bir konuşmasını dinler; 'Devrimleri her yerde, herkese karşı savunacağız. Gerekirse babamıza ve çocuklarımıza karşı bile' demektedir.
Atatürk birkaç gün sonra kendisini yeniden sofraya davet eder. Hemen yanındaki sandalyeye buyur eder. Onun yanına da, hocası Esat Mehmet'i oturtur. Ve orada yeni Milli Eğitim Bakanı’nın 39 yaşındaki Reşit Galip olduğunu açıklar.
Rose Noir olayı mı? Onu da hatırlatalım: İş Bankası Genel Müdürü! Muammer Eriş, Atatürk imzalı kâğıdı alınca doğruca Dolmabahçe Sarayı’na gelmiş, Ata’nın ricacı olduğu krediyi vermeye kuralların uygun olmadığını bildirmiş, talebi reddetmiştir.
Reşit Galip'in bakanlığı sadece 13 ay sürdü. Bu süre içinde Darülfünundan üniversite reformunu başlattı. Öğretmenlere genel bütçeden maaş ödenmesini sağladı.
Eşi Zubeyre Hanım’ın deyimiyle 'deli gibi çalışıyor' ama Atatürk’e çıkışacak kadar ayarsız dili yüzünden her gün işe cebinde istifa mektubuyla gidiyordu.
Aslında Atatürk’le araları iyiydi. O Gazi'ye 'Paşam', Gazi de ona 'Doktor' diye hitap ederdi.
Bir gün sofradan ayrılırken, Atatürk, 'Seni eve ben bırakacağım' demiş. Eve bırakınca O da saygıdan, 'Ben de sizi uğurlayacağım Paşam' karşılığını vermiş. Ama kendisinin arabası olmadığından yürüyerek uğurlamış. O gece zatürree olmuş.
Dinlenmesi ! tavsiye edilince 1933 Ekim'inde görevden ayrılmış.
1934 yazında Moda'daki bir deniz kazasında kızlarını kurtarmaya çalışırken akciğerlerini hepten üşütmüş. Bir mucize eseri kurtulduğu bu kazadan sonra ölümü bekleyerek, hastalığını takip etmeye başlamış. Keçiören’deki bağ evinin kütüphanesine demir yatağını taşıtıp yedi ay kitaplar arasında yatmış.
1934'te, 41 yaşında hayata veda etmiş.
'Öldüğünde cebinde 5 lira parası varmış'
Her sabah okul öğrencilerini güne başlatan ve şimdilerde okunmayan
'Türküm doğruyum çalışkanım' andı vardı ya...
Kim kaleme almış biliyor musunuz?
'Reşit Galip...'
O andın 1933'ün 23 Nisan günü Reşit Galip'in kaleminden çıktığını eminim çoğumuz bilmeyiz.
Yorumlar
Yorum Gönder