deneme 87
Hayattaki başlangıç seviyenize göre ideolojiniz:
Köy + Fakir + Aptal ---> ŞERİAT
Şehir + Fakir + Aptal ---> KOMÜNİZM
Köy + Fakir + Akıllı ---> SİYASAL İSLAM
Şehir + Fakir + Akıllı ---> SİYASAL KEMALİZM
Köy + Zengin + Aptal ---> MİLLİYETÇİLİK
Şehir + Zengin + Aptal ---> ULUSALCILIK
Köy + Zengin + Akıllı ---> LİBERALİZM
Şehir + Zengin + Akıllı ---> KAPİTALİZM
İtalyanların sorbetto ismiyle dünyaya tanıttığı meyveli dondurmaları aslında 17. yüzyılda bizim topraklarımızdan ihraç edilen şerbetlerden başkası değildir. Buzla karıştırıp İtalya’ya Fransa’ya ihraç ettiğimiz bu şerbetlerimiz, aslında dondurmanın atasıdır. Almış İtalyan sahip çıkmış işte...
Batı dünyasında şerbet, Osmanlıların kullandığı şerbet kelimesinden türeyen isimlerle anılmıştır. 16. yüzyılda İtalyancaya “sorbetto” şeklinde geçmiştir. Fransızca “sorbet” ve İspanyolca “sorbete” kelimelerini türetmiştir. Almanlar tıpkı Fransızlar gibi “sorbet”, Sırp ve Hırvatlar “šérbe”, Portekizliler de “sorvete” demişlerdir.
Filozofa göre insan neden doğru bilgiye ulaşamaz?
Doğru bilgi mümkün değildir yani herkesin üzerinde anlaştığı bir doğru imkansızdır diye düşünürlere göre bilgi duyu organları ile elde edilir ve duyu organları ise yanıltıcıdır. Ve bilgi insandan insana değişir görecelidir. Bu nedenlerle mutlak doğru diyebileceğimiz bir bilgi yoktur.
Sofistlere göre, tüm bilgimiz duyumlardan gelir. Ancak bu bilgi görecelidir, kesin değildir. Duyu organları bizi yanlış yönlendirir. Bu nedenle mutlak bilgi yoktur. Sofistler, felsefede epistemolojiye ilk şüphecilerdir.
Protogoras: Duyu organlarımız tarafından verilen bilgilerin bizi yanılttığını söyler. Bu yüzden ona göre gerçek, kişiden kişiye ve toplumdan topluma değişir. Ünlü sözü “İnsan her şeyin ölçüsüdür.” Onun için nesnel bir gerçek yoktur. Maddenin ne olduğunu ve evrenin yapısını araştırmak beyhudedir, çünkü bilemeyiz. Şeyler hakkında doğru bilgiye sahip olamayız, yalnızca varsayımlara sahip olabiliriz.
Georgias: O, Protogoras gibi, duyu organlarının bizi yanılttığına dair bilgimizin göreceli olduğunu düşünür. Ona göre mutlak bilgi yoktur. Ünlü alıntı, görüşlerini net bir şekilde açıklıyor. “Hiçbir şey yok. Olsa bile bilinemez.“"
Milli mücadelede
İstanbul’u İngiliz isgalinden,
ülkeyi de 7 düvelden kurtarmak icin, kurtuluş savaşını başlatanlara karşı bildiri yayınlattığı, kuvvâ-yî milliye üyelerine ölüm fetvasına destek olmasıyla dönemin en büyük fetölerinden biridir.
(Not:Şapka takmadığı icin ceza almadı)
Dünyada en sık kullanılan soyadları haritası yayımlandı; Türkiye'de birinci değişmedi
Çevrimiçi kredi firması NetCredit her ülkede en yaygın olarak kullanılan soyadlarının yer aldığı bir dünya haritası yayımladı. Dünyada en çok kullanılan soyadı Çin'deki 'Wang' ismi olurken, Türkiye'de ise birinciliği yine 'Yılmaz' aldı.
Soyadları genellikle şu 5 kategoriden birinde yer alıyor:
Toponimik (Konum ya da yer temelli)
Meslekle ilgili
Kişisel özellik
Baba ya da ata kökenli ad
Hamiliği belirten isimler
İlk kez Çin'de kullanıldı
Independent Türkçe'den Keremcan Karabatak'ın haberine göre, soyadları ilk kez nüfus sayımına yardımcı olması amacıyla M.Ö. 2582'de Çin'de kullanılmaya başlandı ve bu fikir kısa sürede dünya geneline yayıldı.
Orta Çağ boyunca Batı Avrupa'da nüfus arttıkça soyadları insaları birbirinden ayırmak için kullanıldı.
Günümüzde de birçok kişinin soyadı meslek ya da zanaatıyla ilgili olmayı sürdürüyor. NetCredit'in haritasına göre Almanya'da en yaygın soyadı olan "Müller" meslekle ilgili bir soyadı ve değirmenci anlamına geliyor.
ABD, Kanada, Avustralya ve Britanya gibi İngilizce konuşan ülkelerdeyse en yaygın soyadı "Smith". Bu kelime de demircilik (blacksmith) mesleğini icra edenler için ilk kez soyadı olarak kullanılmıştı.
ABD'de en çok kullanılan soyadı Smith olarak belirlendi
Türkiye'de en yaygın soyadı "Yılmaz"
Haritaya göre Türkiye'de en çok kullanılan soyadıysa kişisel özellik kategorisine giren "Yılmaz".
İçişleri Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü'nün 2019 verilerinde de Türkiye'de en çok kullanılan soyadı Yılmaz olarak belirlenmişti. En çok kullanılan ikinci soyadı Kaya olurken, üçüncü sıraya Demir soyadının yerleştiği görülmüştü.
İlk 10'da yer alan diğer soyadları sırasıyla Çelik, Şahin, Yıldız, Yıldırım, Öztürk, Aydın ve Özdemir olarak sıralanmıştı.
Türkiye'de en çok kullanılan soyadı Yılmaz
Çin'de en sık kullanılan soyadıysa "Wang". Çince "Kral" anlamına gelen soyadına dünya genelinde yaklaşık 76 milyon kişinin sahip olduğu düşünülüyor. Bunu Hindistan'da en sık kullanılan soyadı "Devi" takip ediyor. Bu soyadını taşıyan 69 milyon kişi olduğu sanılıyor.
Rusya'da en çok kullanılan soyadı "Ivanova", Suudi Arabistan'da "Han", İspanya'da "Garcia", Yunanistan'da "Papadapulos", Irak'taysa "Muhammed" olarak belirlendi.
soyadıen çok kullanılan soyadıen yaygın soyadı Yılmaz
Türkler Müslüman olmasaydı 10.yüzyılda ilahi dinlerin cirit attığı coğrafyada siyasi manevra alanınız olmazdı.Şaman gelseydiniz o topraklarda tutunamaz Cengiz han gibi gelip geçip asimile olurdunuz.Müslümanlıkla mürekkebin suya dağılması gibi sızdık üstüne Türklüğü de koruduk
Hristiyan ve Musevi Türkleri de gördük. Türkler İslam'ı kurtardı ama İslam'da Türklere bu coğrafyada hakimiyet bahşetti. İkisi de birbirini tamamlayan unsurlar oldu. Bunu sabahlara kadar tartışırım. Hiç problem değil. Biz o seküler teorileri çok dinledik
Biz at üstünde buz gibi asya steplerinde hüküm sürdüğümüz islam öncesi tarihimizi de, Ortadoğu ve Avrupa fetihlerimizi yapıp Türk tarihinin zirvesini oluşturan Müslüman Türk tarihini de inkar edemeyiz. İkisini de yok sayan tarih denklemi boşa düştü ve düşmeye devam edecek.
Biz islam öncesi tarihi yok sayan Ümmetperest İslamcılara da , İslam sonrası şanlı tarihimizi yok sayan sözde Seküler milliyetçilere de karşıyız kardeşim. Bizim yolumuz 3.yoldur. Türk tarihi de bütündür
Türk milliyetçileri yüksek bir düzlemden kurmay zekayla düşünmedikleri sürece, böyle kurnazlar tarafından güdülecekler.
Türk milliyetçiliğini sokak çocuklarına bırakmayacağız. Güzel Türkçe konuşacak, dünya ölçekli düşünecek, her şeyin en iyisini Türk’e layık göreceğiz.
Dişini fırçalayana mason, dil bilene ajan diyen kitleye Davay Sibirya’ya diyeceğiz.
Göçle ilgili kavramlar
Mülteci: Bir kişi, ırkı, dini, milliyeti, sosyal grubu veya siyasi görüşleri nedeniyle, ciddi insan hakları ihlallerinden kaçmak için kendi ülkesini terk eder ve başka bir ülkede koruma arar. Mülteciler, uluslararası hukuka göre tanınan ve koruma altında olan kişilerdir. Bu kişiler, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) veya ilgili hükümet tarafından mülteci statüsü tanınarak ve korunarak sığınma hakkı elde ederler.
Sığınmacı: Bir kişi, kendi ülkesindeki zulüm, savaş, çatışma, doğal afet veya diğer tehlikeler nedeniyle korku içinde olduğu için ülkesini terk eder. Sığınmacılar, henüz mülteci statüsü almayan veya başvurusu sürecinde olan kişilerdir. Sığınmacılar, uluslararası koruma talep etmek ve mülteci statüsü kazanabilmek için başka bir ülkeye sığınır.
Göç: Göç, bir yerden başka bir yere insanların kalıcı veya geçici olarak yer değiştirmesi anlamına gelir. Göç, çeşitli nedenlerle gerçekleşebilir, ekonomik, sosyal, politik veya kişisel sebeplerden dolayı insanlar bir yerden başka bir yere taşınabilirler. Göç, iç göç (bir ülke içinde yer değiştirme) veya uluslararası göç (bir ülkeden başka bir ülkeye yer değiştirme) şeklinde olabilir.
Bu kavramlar, insanların güvenlik, korunma ve yaşam koşullarını iyileştirmek için farklı ülkelerde arama yollarını ve haklarını anlamak için kullanılır. Mülteciler ve sığınmacılar, uluslararası toplum ve hükümetler tarafından koruma ve destek sağlanması gereken özel gruplardır. Göç ise genel olarak insanların hareketliliklerini ve yer değiştirmelerini anlatan bir terimdir.
Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’dan anlamlı ve güzel bir şiir; Sofuluk Şiiri
SOFULUK ŞİİRİ
Sofuluk satıyorsun, elinde boy boy tesbih
Çevrende dalkavuklar; tapınır gibi, la-teşbih!
Sarık cübbe ve şalvar; hepsi istismar, riya
Şekil yönünden sanki; Ömer’in devri, güya!
Herkes namaz oruçta; hepsi sözünü dinler
Zikir Kur’an sesinden, yerler ve gökler inler!
Ha bu din, iman, takva; inan ki hepsi yalan
Sen onları kendine taptırısın vesselam!
Derdin davan sadece, hep nefsi saltanatın
Şimdilik putu sensin, tapılan menfaatın!
Hey kukla kafalı adam, dinle sözümü tut
Bunların dilinde Hak; ama kalbi dolu put!
"Türklere ismini veren Göktürkler , mesela , ilk yazıtlarını Soğdca dikmişlerdi. Yahut bugünün İrlanda milliyetçilerinin kısm-ı küllisinin anadili İngilizcedir. Bir millete mensup olduğu apaçık olan insanlar , o milletten olmadığını söyleyebilirler. Demek ki millet olma halini tespit , ancak bilimsel bir temelde , ispatlanmış pozitif hakikatler üzerine kurulu bir metotla yapılabilir."
Orta sınıf düzenli gelir ve uzmanlık gerektiren meslek sahibi insanları - ve ailelerini - ifade ediyor.
"Türk milliyetçiliğinin "henüz icat edilmemiş" gibi yeniden tasarlanması, kodlanması gerek.
Özellikle din ile ilişkisi, işlevsiz kör bağırsağın sık sık iltihaplanması gibi ciddi bir ameliyat gerektiriyor."
İstanbul patrikliğinin meşhur bir şekilde şunu söylediği rivayet edilir: "Papanın külahındansa Türklerin sarığı yeğdir."
İDARE HUKUKU GENEL TEKRAR
1) 657 kanunu temel ilkeler
Sınıflandırma / kariyer / liyakat
Sınıflandırma : Görevlerinin gerektirdiği niteliklere ve mesleklere göre sınıflara ayrılması
Kariyer: En yüksek derecelere kadar ilerleyenilme
Liyakat : Bilgi ve yetenek esas alınması
2) İstihdam Şekilleri
Memur Geçici personel Sözleşmeli personel İşçi
3) sözleşmeli personel; özel meslek Bilgi becesine sahip kişileri geçici süre
4) yasaklar
Gizli bilgileri açıklama
Toplu eylem
Grev
Ticaret
Denetimindeki faaliyetten menfaat saglama
Hediye alma menfaat sağlama
5) Memurların Sınıflandırması (12tane)
Genel idare hizmetleri
Mülki idare amirliği hizmetleri
Teknik hizmetler
Yardımcı hizmetler
Avukatlık hizmetleri
Din hizmetleri
Eğitim ve öğretim
Emniyet hizmetleri
Jandarma
Sahil güvenlik
Milli istihbarat hizmetleri
Sağlık ve yardımcı sağlık hizmetleri
6) idare hukukunu hangi ülkeden aldık
✓ Fransa
7)
8)
9)
10)
11)
12)
13)
14)
15)
Lozan’ı anlamayanlar…
Bugün, 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşmasının 98. yıldönümü… Hani bazıları bu anlaşmayı anlamıyorlar ya… Ben de anlaşmayı anlamayanların neden anlayamadıklarını biraz tarihte geriye giderek anlatmaya çalışacağım…
Çünkü tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyarak öğrenenler, tarihçi diye şarlatanları referans alanlar, sanki Osmanlı İmparatorluğu 1600’lü yıllardaki gibi bütün görkemi ve ihtişamı ile beraber ayaktayken Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı ile bu imparatorluğu yıkarak Lozan Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduğunu sanıyorlar… Ondan sonra da Osmanlının kaybettiği toprakların hesabını Mustafa Kemal Atatürk’ten, Lozan’dan ve Cumhuriyet'ten sormaya kalkıyorlar…
Lozan’ı anlamayanlar; 19. yüzyıl Osmanlının Avrupa’da ‘’Hasta Adam’’ olarak tanımlandığını, Avrupa Rönesans ve reformlarla, icatlar, keşifler, eğitim ve sanayileşme ile kalkınırken Osmanlının sanayileşememesini, eğitimde geri kalmasını, mistisizmin dipsiz kuyularında debelenmesini görmezden gelirler…
Osmanlının kaybettiği Balkanlar, Afrika, Mısır ve Sudan
Lozan’ı anlamayanlar; vazgeçtim Orta Avrupa’nın, Osmanlının anayurdu Balkanların, Kafkasya’nın, tüm bir Akdeniz’in, Karadeniz’in nasıl kaybedildiğini bilmediklerini, Napolyon’un 1798’de Mısır’ı işgalini, Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da kendi hâkimiyetini kurduğunu, Osmanlının bu oldubittiye ses çıkaramadığını, Mehmet Ali Paşa’nın, oğlu önderliğindeki ordusunun Kütahya’ya kadar geldiğini akıllarına bile getirmezler.
Lozan’ı anlamayanlar; o çok sevdikleri II. Abdülhamit tarafından Kıbrıs'ın bir tek mermi atmadan, bir tek şehit verilmeden 1878 yılında, Mısır’ın ve Sudan'ın Osmanlının borçlarına mahsuben bir tek mermi bile atmadan 1882 yılında İngilizlere verildiğini hatırlamazlar. (Mısır arazisi parsel parsel satılsaydı Osmanlı borçları milyon kez ödenirdi.)
Lozan’ı anlamayanlar, Libya hariç Kuzey Afrika’daki Osmanlı varlığının 19. yüzyılın başlarında zaten Fransa işgalleri ile sona erdiğini hiç mi hiç anımsamazlar…
Lozan’ı anlamayanlar; Balkan Savaşında Osmanlının anayurdunu kaybettiğini, Balkan Savaşına giren Osmanlının 47 tümeninden 16’sının tamamen imha olduğunu geri kalan otuzunun da etkisiz insan yığını olduğunun farkına bile varmazlar.
Osmanlının kaybettiği Ege adaları
Lozan’ı anlamayanlar; Attik ve Mora yarımadaları ve bu yarımadaların çevresindeki tüm adalar ile kuzey Sporadlar, Ege’nin ikinci büyük adası Eğriboz dâhil yüzlerce adanın, 1829 Edirne Anlaşması ve 1832 yılında yapılan düzenlemelerle Yunanistan’a bırakıldığını hiç mi hiç hatırlamazlar…
Lozan’ı anlamayanlar; Ege’deki 12 Ada'nın Balkan Savaşı sırasında 1912 yılındaki Uşi Anlaşmasıyla İtalya'ya bırakıldığını, I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı ile İtalya'nın karşı karşıya gelmesiyle adaların İtalya'da kaldığını hiç mi hiç akıllarına bile getirmezler… Tabi bu durumu bilmeyenler II. Dünya Savaşı'ndan sonra 1947'deki Paris Barışı ile İtalya’nın 12 Ada'yı Yunanistan'a bıraktığını da bilmezler...
Lozan’ı anlamayanlar; Balkan savaşı sonunda yapılan 30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması, 14 Kasım 1913 Atina Antlaşması ve neticesinde Şubat 1914 tarihinde yapılan Büyükelçiler Konferansında; başta Girit Adası olmak üzere, Meis Adası hariç 12 Ada’nın İtalya'ya; İmroz (Gökçeada) ve Bozcaada dışındaki bütün Ege Adalarının Yunanistan'a verildiğini nedense bir türlü hatırlamazlar… Yine Lozan’ı bilmeyenler bu anlaşmaya göre Türkiye'nin elinde sadece Gökçeada, Bozcaada ve Meis adasının kaldığını da bilmezden gelirler…
Hal böyleyken; tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyarak öğrenenler, tarihçi diye şarlatanları referans alanlar Ege adalarının Lozan Antlaşmasıyla Yunanistan'a verildiğini sanıyorlar.... Ve utanmadan, ve arlanmadan da bunun hesabını Mustafa Kemal Atatürk’ten, İsmet İnönü'den, Lozan’dan ve Cumhuriyet'ten sormaya kalkıyorlar…
Sykes-Picot anlaşması ve paylaşılan Osmanlı Ortadoğusu
Lozan’ı anlamayanlar aynı zamanda Birinci Dünya Harbindeki Kût Muharebesini, Kût-ül Ammara’yı dizilerde öğrenmeye çalışıyorlar…
29 Nisan 1916 tarihinde Osmanlı, Kût Muharebesinde İngilizlere tarihi bir mağlubiyet tattırmıştı. Bu zaferden sadece ve sadece 17 gün geçmiştir. Tarihler 16 Mayıs 1916’yı göstermektedir. Henüz Birinci Dünya Harbi devam etmektedir. İşte bu tarihte, 16 Mayıs 1916’da, yani Kût Zaferinden sadece 17 gün sonra İngiltere ve Fransa arasında Çarlık Rusya’sının da dâhil olduğu, Osmanlı topraklarının paylaşıldığı Sykes-Picot anlaşmasını imzalarlar...
Uzun hikâye; bu anlaşmaya göre Osmanlı toprakları İngiltere, Fransa ve Rusya arasında paylaşılıyordu. 1917'deki Rus devriminden sonra Rusya antlaşmadan vazgeçmiş, Lenin gizli olan bu anlaşmayı dünya kamuoyuna açıklamıştır.
Şimdiki sorun şu ki tarih bilmeyenler bölgenin paylaşımının ve bölge ülkelerinin bugünkü sınırlarının çizimini – öncesini hiç görmeyerek, öncesi sanki hiç yokmuş gibi davranarak - “Sykes-Picot” anlaşmasına dayandırıyorlar. İşte en büyük cehalet burada başlıyor. “Sykes-Picot” anlaşması tam anlamıyla Osmanlı İmparatorluğunun parçalanması değil, parçalanmış, ölmüş, bitmiş, tükenmiş imparatorluğun pay edilmesi anlaşmasıdır. Ancak yukarıda izah edildiği gibi Rusya anlaşmadan vazgeçince bu anlaşma da uygulanamamış, yok hükmüne düşmüştür.
Mondros ateşkes antlaşması ve sonrası
Osmanlı Devleti açısından I. Dünya Savaşını bitiren 30 Ekim 1918 tarihli Mondros ateşkes antlaşması olur. Mondros ateşkesi ile Osmanlı’nın egemenliği kısıtlanır ve Osmanlının toprakları İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan birliklerince işgale başlanır... Lozan’ı anlamayanlar bunu da anlamazlar…
Lozan’ı anlamayanlar; 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’yle Boğazlar’ın İngilizlerin ve Fransızların kontrolüne verildiğini, Osmanlı ordularının dağıtıldığını, Toros tünellerinden telgraf hatlarına kadar tüm stratejik alanların Müttefik ülkelerce denetim altına alındığını ve hatta Payitaht İstanbul’un işgal edildiğini görmezden gelirler…
Lozan’ı anlamayanlar; mütarekenin imzalanmasının üzerinden bir ay bile geçmeden; İngilizlerin, İskenderun’a asker çıkarma kararı aldıklarını, Venizelos’un, Anadolu’nun batı kısmının Yunanistan’a ait olduğunu ilan ettiğini, bir Fransız tümeninin Trakya’ya yerleştiğini, İngiliz askerlerinin İstanbul’u işgale başladığını, İngilizler ve Fransızların Çanakkale’yi işgal ettiğini nedense bilmezler…
Sevr Antlaşması ve sonrası
Lozan’ı anlamayanlar; 10 Ağustos 1920’de Paris’te imzalanan Sevr Antlaşması ile Osmanlı Devleti’ne İngilizlerin tabiriyle ‘’hindinin tüyleri’’nin bırakıldığını, Osmanlının kalan topraklarının da işgal edildiği ve Türklerin tarihten silinmeye çalışıldığını ne hikmetse hep görmezden gelirler…
Lozan’ı anlamayanlar; Sevr Antlaşması’nın Osmanlı’nın fiilen yok olduğunun bir belgesi olduğunu bir türlü anlamazlar.
Lozan'ı anlamayanlar arkalarına İngiliz imparatoluğunun maddi manevi her türlü desteğini alan Yunanistan'ın işgal orduları ile Polatlı'ya, Haymana'ya, Ankara önlerine kadar geldiklerini hiç mi hiç anlamazlar.
Gazi Mustafa Kemal önderliğinde Kurtuluş Savaşı
Lozan’ı anlamayanlar; ancak ve ancak Gazi Mustafa Kemal önderliğinde TBMM’nin Sevr antlaşmasını kabul etmemesi ve ulusal bir direnişe başlamasıyla bu Sevr Antlaşması’nın hiçbir zaman yürürlüğe giremediğini nedense bir türlü anlamazlar…
Lozan Barış Antlaşması
Zaferle sona eren ulusal direnişten, kurtuluş savaşından sonra Mudanya ateşkesini Lozan barışı izler. Lozan’da başlayıp neredeyse iki yıl süren konferans, 98 yıl önce bugün, 24 Temmuz 1923 günü antlaşmanın imzalanmasıyla son bulur. Türkiye uluslararası alanda siyasi olarak tanınır ve Osmanlının içine düştüğü bir bataklık olan kapitülasyonlardan da kurtularak iktisadi bağımsızlığına kavuşur… Misak-ı milli sınırları ise hemen hemen gerçekleşir. İngiliz temsilcisi Lord Curzon, bu antlaşmayı imzalarken, İsmet paşaya nefret dolu bir ifadeyle, ‘’bir gün elbet Batı'nın eline düşeceksiniz’’ diyordu. Lozan’ı anlamayanlar bunları da anlamazlar…
İşte Lozan budur. Lozan Antlaşması; ölmüş, bitmiş, tükenmiş ve yok olmuş bir Osmanlının ardından hem de İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan birliklerince işgal edilen vatan topraklarını da kurtararak bağımsız bir Türk Cumhuriyetinin kuruluş belgesidir. Lozan’ı anlamayanların anlamadıkları, anlamak istemedikleri işte budur!...
Tabii ki Lozan'daki kazanımları Batı bize durduk yere vermemiştir. Lozan'ın ardında anlatıldığı gibi Gazi Mustafa Kemal'in önderliğinde kazanılan bir kurtuluş savaşı ve onu taçlandıran bir 30 Ağustos Zaferi vardır...
İşte bugün bu belgenin imzalanmasının 98. yıldönümüdür... Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere bu Cumhuriyeti kuranları rahmet ve minnetle anıyorum...
Her bilinç kendine özgü bir niyet geliştirir
Varlıklarını, mevkii ve makamlarını 30 Ağustos Zaferine, Lozan Anlaşmasına ve Mustafa Kemal Atatürk'e borçlu olup da milli duygudan ve tarih bilincinden yoksun kalıp, Kurtuluş Savaşını, 30 Ağustos'u ve Lozan'ı anlamayanları da Alman Filozof Edmund Hussler'in bir sözüne havale ediyorum:
“Kişinin farkında olması ile farkında olduğu şey arasında sıkı bir ilişki vardır; her bilinç kendine özgü bir niyet geliştirir ve bu niyet, bilincin neyi algılayıp nasıl anlamlandıracağını etkiler."
Tarihini dizilerde, geçmişini masalda, geleceğini ise falda okuyarak öğrenmeye çalışanların ve tarihçi diye şarlatanları referans alanların Lozan’ı anlayıp anlamlandırmalarını beklemek de beyhude bir hayal olurdu… Zaten derdi Giordano Bruno: ‘’Anlamak zordur!’’ Hadi ben bu sözün devamını aktarmayayım!...
Lozan’ı anlasalar da anlamasalar da Lozan Antlaşması Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusudur:
D E Ğ İ Ş T İ R İ LE M E Z !
Yorumlar
Yorum Gönder