deneme 93


20. Yüzyılın Sonlarına Doğru Popülerliği İyice Artan Siyasi Kavram: İrredantizm
  
Okudukça tarihten pek çok kavimle ilişkilendirebileceğiniz aydınlatıcı bir kavram.

Nasıl ortaya çıktı?
ingilizcede "unredeemed land" anlamına gelen ve italyanca "terra irredentia" kalıbından türemiş bir kavram olan irredantizm ilk kez, italyanca konuşulan, avusturya ve isviçre kontrolündeki topraklarda ortaya çıkmıştı çünkü dönemin liderleri “italyanca konuşan tüm kardeşleri” bir araya getirmek gibi bazı milliyetçi fikirlere sahipti. bu kavram için kısaca “başka bir devletin egemenliği altında bulunan toprakları kendi topraklarına katmak istemek” dersek eğer bu hem eksik hem de biraz yanlış bir tanım olur çünkü modern milliyetçilikten aldığı agresif yönlerine rağmen irredantizm, henüz "milliyetçilik" kavramı daha ortaya çıkmadan önce emperyalist devletler tarafından kendi politikalarını doğrulama aracı olarak kullanılıyordu zaten. (bkz: crusades) (bkz: holy land) 



bu kavram, genellikle iki amaç ile motive edilebilen bir kavram
bu amaçlardan birincisi, genişlemek/büyümek maksatlı olarak ihtiyaç duyulan güç ve zenginliğin artırılmasına, ikincisi de soyla birliktelik isteğine ilişkin. (bkz: kinship) ancak ikinci dünya savaşından sonra ve hatta soğuk savaşın sonlarında irredantizm yavaş yavaş bir paradoks haline geliyor ve uluslararası hukuka aykırı bir kavram olarak anılmaya başlıyor çünküü bu yaklaşımdaki asıl amaç bir grubun iyiliğinden çok devletlerin teritoryal kazanımları ile ilgili. zaten sonrasında görüyoruz ki, uluslararası sözleşmelerde irredantist yaklaşımları kınayan ve bu yaklaşımların yaptırıma maruz kalacağını ifade eden bölümler yer almaya başlıyor.


Nasıl artış gösterdi?
yirminci yüzyılın sonlarına doğru da birçok devlet hem politik hem ekonomik anlamda çeşitli sorunlarla baş etmek durumunda kalınca, etnik milliyetçilik ve irredantizm gibi kavramlar giderek daha da popüler hale gelmeye başlıyor. bunun sonucunda da u.s. gibi, bölgesel güvenlik örgütleri gibi uluslararası toplumun güçlü üyeleri bu konuda “proactive” bir yaklaşımı benimsiyor. peki bu ne demek? aslında kelime anlamına bakacak olursak, yanılmayız; proactive (ileriye etkili, ön alıcı) yaklaşımı önleyici bir tutum olarak düşünebiliriz. şöyle ki, tamamen yok edilemeyecek olan bu kavramlar en azından şiddeti azaltılarak baş edilmesi kolay bir hale getirilebilir ve bu da azınlıklara verilecek olan haklarla ya da devletlerin birbirlerine temel haklar açısından daha uyumlu hale getirilmesi ile başarılabilir. yani, yakın gelecekte de muhafazakar ve milliyetçi ideolojiler yükselişte olacak ise önleyici politikalar ile bu çatışmaların potansiyel etkileri hafifletilebilir diyebiliriz.

İrrendantizm örnekleri
coğrafi bölgeler üzerinde hak iddia etme ve neticesinde hak iddia edilende tarihi, etnik, coğrafi nedenlerden ötürü milliyetçi ajitasyon oluşmasıdır. örneğin, nazi almanyasının alsas-loren üzerinde, arjantin'in falkland adaları üzerinde, yunanistan'ın makedonya üzerinde, pakistan'ın keşmir üzerindeki iddiaları irredentizm örneklerindendir.

draconian 
Devlet Halk İçin mi Var Yoksa Halk, Devlet İçin mi?
Devlet Halk İçin mi Var Yoksa Halk, Devlet İçin mi?
Yüzyılların en klasik ikilemlerinden birini olan bu soruyu net olarak cevaplamak pek kolay değil ancak üzerinde düşünmeye kesinlikle değen bir problem olduğu kesin.
ekşişeyler
SİYASET 18 Aralık 2018 21,4b OKUNMA 407 PAYLAŞIM
İnsanların Doğal Kanunlarla Yönetilmesini Savunan Öğreti: Fizyokrasi
  
Merkantalizme tepki olarak 18. yüzyılda Fransa'da ortaya çıkan iktisadi öğreti Fizyokrasiye dair bilinmesi gerekenler.
insan toplumlarının tabii kanunla yönetilmesidir fizyokrasi. 

tabii kanun felsefesinin düşünce dünyasına egemen olduğu 18. yüzyılda, fransa'da gelişen bir okul. okul mensupları, "fizyokratlar" diye tanımlanır. okulun önde gelen temsilcisi dr. f. quesnay’nın eserlerinden biri, droit naturel, yani "tabi kanun" başlığını taşımaktadır.

çağlarında çok kısa bir süre etkili olmakla beraber fizyokratlar, iktisadi düşünce biçimlerine getirdikleri yeniliklerle bugün de anılırlar. iktisadi düzenin işleyişini, soyutlama yöntemi ile kurdukları bir model çerçevesinde anlama çabaları, toplumu işlevlerine göre birbirinden ayırmaları, servetin kaynağını mübadele değil üretim sürecinde aramaları, tarım üretimini düşünce sistemlerinin merkezi yapmaları, başlıca özellikleri arasında sayılabilir.

fizyokratlar, anlaşma, girişim ve ticaret özgürlüğü ya da özel mülkiyet gibi, liberal anlayışın temel ilkelerini savunurken, bu savlarını tabii kanun felsefesinden çıkarıyorlardı. bu reformcu fikirleri ile de, 1789 fransız ihtilâli arifesinde, monarşiye ve merkantilist politikanın fransa’da yarattığı olumsuz etkilere karşı çıkmış oluyorlardı.

kurdukları soyut modelden çıkardıkları vergi politikası önerileri özellikle önemliydi; çünkü, dönemin fransa’sındaki büyük toprak sahiplerinin vergi ödemesi gereken tek toplum sınıfı olması gerektiği sonucuna varıyorlardı. oysa, gerçekte kral, kilise ve soylular gibi büyük toprak sahipleri de hiç vergi ödemezken, kiracı çiftçiler ve köylüler ağır vergi ödemek zorunda bulunmaktaydılar.

fizyokratların düşünce sisteminin açıklanmasında bir tıp doktoru olan dr. f. quesnay’nın (1694-1774) "tableau economique" adlı eserinin özel bir yeri vardır. ayrıca, bu eserin günümüzde kullanılan girdi-çıktı tablosunun öncüsü sayılması, esere bir diğer açıdan da önem kazandırmaktadır.

tableau economique, temelde üç toplum sınıfına dayanır:

toprak sahipleri, (dönemin fransa’sında kral, kilise ve soylulardan oluşur)

toprakları birincilerden kiralayarak işleyen girişimci çiftçiler

kısır sınıf, (hem zanaatkârları hem de tüccarlar ve mali sermaye sahiplerini içerir).

tableau’ya göre, gerçek anlamda üretken sınıf, bunlardan ikincisi, yani girişimci çiftçilerdir; çünkü, çiftçiler yarattıkları net (safi hasıla) ile kendi geçimlerini sağladıkları gibi, toprak mülkiyetini elde tutanların (ya da bunların gelirine dayanarak yaşayanlar) ve kısır sınıfın geçimini de sağlayabilirler. oysa, kısır sınıf, produit net yaratmazlar. bu sınıfın bir bölümü olan zanaatkârlar, produit net yaratmasalar da, üretim sürecinde kullandıkları hammaddelere emekleri ile bir değer eklerler. bu değer, kendi gelirlerine eşittir ve tümüyle çitfçilere ödenen tüketim maddelerine gider. bu sınıf, ayrıca, tarım ürünlerine iyi bir fiyat sağlamak için gereklidir.

kısır sınıfın diğer bölümü olan tüccarlar ve mali sermaye sahipleri, hiçbir değer eklemedikleri için, geliriyle produit net’ten bir azalmaya yol açarlar. toprak sahipleri ise, tarımın yarattığı produit net’i toprak rantı olarak ele geçirirler.

produit net, bu modelde toplum sınıfları arasında dolaşan bir çevresel akımla tanımlanırken, paranın rolü hiç küçümsenmemiştir. paranın sadece mübadele aracı oluşu değil, aynı zamanda iktisadi faaliyet üzerindeki rolü de göz önünde tutulmuştur. bu bakımdan fizyokratların, merkantilistlerle klasik okul arasında bir köprü oluşturdukları söylenebilir.

fizyokratlar, bu soyut modelden, kendi açılarından önemli olan bir de vergi politikası önlemi çıkarmışlardır. bu, verginin tek olması ve sadece toprak rantı üzerinden ödenmesidir. düşünce sistemlerinde tek üretken kesim tarım, tarımda yaratılan produit net’i ele toprak rantı olarak geçirenler de toprak sahipleridir.

produit net, tüketimden arta kalan pay olarak tanımlanmaktadır. öyleyse, diğer toplum sınıfları değil, toprak sahipleri ele geçirdikleri rant üzerinden vergi ödemelidir. bu sav, daha sonraki birçok iktisatçı tarafından tekrarlanmıştır. diğer yandan, fizyokratlar, serbest dış ticareti de savunmuşlardır. ancak, bu savları bir teoriye değil de tabii düzen anlayışlarına dayanmıştır. dönemin fransa’sında, merkantilist dış ticaret müdahalelerinin tarım ürünlerinin iyi bir fiyat sağlamasını engellediğini anlamışlardır.

okulun diğer önde gelen kişisi r. j. turgot’dur; görüşlerini "reşexions sur la formation et distribution des richesses" (1766) adlı eserinde açıklamıştır. turgot, azalan gelir kanunu, toprak rantının doğuşu ve kapital birikiminin kaynağı olarak, rantın önemi gibi, iktisatçıların daha sonra uzun boylu inceledikleri konulara eğilmiştir.

fizyokratlar, dönemlerinde çok kısa bir süre etkili olsalar ve tabii kanun gibi pek soyut bir kavramdan yola çıksalar da iktisat teorisinin gelişmesine büyük katkılarda bulunmuşlardır.

Japonya'nın Dibinde Kurulan ve ABD Yönetim Modelini Örnek Alan Çok Kısa Ömürlü Ezo Cumhuriyeti

Japonya'nın Dibinde Kurulan ve ABD Yönetim Modelini Örnek Alan Çok Kısa Ömürlü Ezo Cumhuriyeti
Japonya'nın, yanıbaşında olmasına rağmen 19. yüzyıla kadar pek ilgilenmediği Hokkaido adasında 1869'da kurulmuş olan ve bir yıldan az ömrü olan bu cumhuriyeti daha önce duymamış olabilirsiniz.

Arkadaşlar kendi alanımda okumadığım kaliteli çok şey kalmadı. makale, kitap bölümü ve bildiriler dahil 50 kadar da akademik çalışmam oldu. Et kokusu alan kurt, şeker kokusu alan karınca veyahut kan kokusu alan piranha gibi coğrafi ne bulursam okurum. Garip gelebilir ama okuyup fikir üretmenin bende geldiği son nokta şu: 

İyi yaşamak, müreffeh bir toplumda yerini almış yurtdışı tatile giden bir birey olmak falan hiç değil. Aksine konforun insanı pasifize ettiğini ve ondaki mücadeleci ruhu törpülediğini düşünmeye başladım artık.

1912'de bizden çalınanları geri alalım ve gerekirse ömrümün geri kalanında tarhana çorbası ve bulgura kaşık sallayayım yeterli. Tam olarak böyle bir şeyle mutlu olabilirim. İşte entelektüel düşüncenin bendeki zirvesi. İsteyen beğenmesin. Gözyaşım pıt...

Buna faşizanlık diyene boydan, Yayılmacılık diyene enden, "bir de akademisyen olmuş" diyene de çaprazdan dalayım diyorum ayrıca. İsrail nasıl 3 bin sene sonra vatan bildiği topraklara kavuştuysa vatan bilincinin organize harekete dönüşmediği her şey insanı pasifize eder.

Hiçbir zaman senin olmayan bir şeyi örneğin Ümit Burnu veya Cebelitarık'ı ister, talep edersen yayılmacısındır ama senden çalınanı kalbinde mukaddes bir sır gibi, kutlu bir yemin gibi aziz bilip tüm çalınanları geri almak için 100 yıllık planlar yapar ve bunun için çalışırsan buna yayılmacılık değil, ayılmacılık denir.

Okumanın milli bir insanı getireceği en ileri nokta budur ve bu olmalıdır. Aksi hâlde senden koparılan parçaların üzerine erik rakısı içip sirtaki yapabilirsin. Yap da yeri gelirse ama bir ajandan olsun ve onu her şeyden aziz bil. Cennet mekân Mustafa Kemal Atatürk, yurtta sulh, cihanda sulh dedi ama Hatay'ı da 2.Dünya savaşı karambolü öncesinde aldı. Selanik hakkında dedikleri de mirastır bize.

Peki ABD'li general MacArthur ile 1933'te yaptığı görüşmede ne demişti?

"Allah nasip eder,ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük ve adaları geri alacağım. Selanik de dahil Batı Trakya'yı Türkiye hudutları içine katacağım (Türk silahlı kuvvetleri dergisi sayfa 26, sayı 333, 1992)

Sonuç malum. Siroz.
Ama içkiden değil, zehirlenmeden olduğunu düşünüyorum. Tek düşünen de ben değilim ama bu şekilde resmi tarih yazılmaz yani liderimiz zehirlendi denerek ulusun morali çökertilmez. Ecel, mukadderat denir ama böyle önemli kişiler en önemli zamanlarda en büyük işleri yapmaya başlamışken ölürse orada durun ve düşünün.

Atatürk'ün bu vizyonu örnek olmalıdır. Barış zamanı barışı koruyacak ama savaş zamanı da ajandamızı uygulayacağız.

Geçen gün kıymetli @SMEYDAN
Şu ifadeyi yazmıştı. Çok beğendim.

"Atatürk,taktik-strateji ustasıydı. Yeri ve zamanı gelmeden gerçek düşüncesini ortaya koymazdı."

İşte tavrımız bu olmalı.
Sınırlara, bayraklara saygılı, bilimi üstte tutan insanlarız. Ama dünyanın bugünü olduğu gibi yarını da var. Karambol dönemlerde güçlü olup sahaya dönmen için çağırır seni kesik bacağın. Sen dönmezsen başkaları doldurur o boşluğu.

Türk'ten koparılan, Türk vatanı olan topraklarda Türk yaşamasa bile vatandır. Etnik temizlik, yapanın yanına bırakılmaz, yarına bırakılır. 

Geri dönmeyi düşünmeyen, kaybettiği topraklarda gezerken içi sızlamayan hiçbir milletin o beldelerde turist olarak bile gezmeye hakkı yoktur.

Geri dönüş amacı, vatan bilincinin en organize en hedefli halidir. O dönüşte etnik temizlikler yok, sivillerden, diğer toplumlardan intikam hiç yok ama asırlık adaletsizliğin tazminatı vardır. 

Tüm o beldeler üzerindeki diğer toplumları emanet bilir ama egemenliği yeniden tesis etmek için de planlamamızı hakkıyla yaparız.

Savaş başlatmak, kan dökmek için asla, bizler yeryüzündeki en barışçıl milletiz. Ama dengeler değişir, Dünya'da bir hareketlenme olursa, başlamış savaşlarda ajandamız Türk'e bir jeopolitik yaşam alanı meydana getirmek için olmalı.

Ajandanız yoksa, başkalarının savaşında figüransınızdır.

Hedefsiz, ajandasız milletler yoktur, kabileler vardır. Uluslarınsa ajandaları ve onları hayata geçirecek kozmik daireleri olur

Liberal yaşayın da liberal bakmayın

Padişahların hayata ve dünyaya bakışlarına önemli etkiler yapan hadiseler vardır. Yaşadıkları stresler ve geçirdikleri travmalar, padişahları ve icraatlarını şekillendirir. II. Abdülhamid, tahta ilk çıktığında halk içinde dolaşırdı. Ancak Çırağan baskınıyla 5. Murad’ı tekrar tahta çıkarma teşebbüsü, onu Yıldız Sarayı’nda kapalı bir hayata ve aşırı vehimli yapıya itti İkinci Abdülhamid, kendisinden önceki padişahların aksine, saltanatının ilk ayları hariç padişahlığı boyunca Yıldız Sarayı'nda ikamet etti. Özel günler, bayramlar ve Cuma selamlığı dışında sarayın dışına pek çıkmadı. Davut Erkan'ın Eğinli Said Paşa'nın hatıratından hareketle yazdığı bir yazı, İkinci Abdülhamid'in saraydan niçin çıkmadığını ve aşırı vehimli kişiliğini aydınlatmıştır.
HALK İÇİNDE BİR PADİŞAH
Sultan Abdülaziz'in 1876'da tahttan indirilerek öldürülmesi, Şehzade Abdülhamid'in geleceğini şekillendirdi. Tahta çıkan Beşinci Murad'ın rahatsızlığı hiç umulmadık bir şekilde Şehzade Abdülhamid'e taht yolunu açtı.
İkinci Abdülhamid padişah olduğunda, faaliyetleriyle kısa sürede ordunun ve halkın gönlünü kazandı. Seraskerlik Kapısı'nda subaylarla yemek yiyen padişah, burada "Serasker paşa, paşalar, beyler, efendiler" hitabıyla başlayan bir konuşma yapmıştı. Bütün hükümet üyeleriyle Mabeyn personelini Yıldız Sarayı'nda yemeğe davet etti. Burada yaptığı konuşmada da milli birliğe duyulan ihtiyacı dile getirdi. Tersane'ye giderek Bahriyeliler'le birlikte sofraya oturup asker yemeği yedi. Bâb-ı Meşihat'e giderek ulemayla birlikte iftar yemeğine katıldı. Haydarpaşa Hastanesi'nde Balkan cephelerinden gelen yaralıları ziyaret ederek gazilere hediyeler dağıttı. Boğaz'da geziler yaptı. Vapurla Hereke'ye gitti. Sadrazam, kardeşleri ve diğer nazırlarla birlikte camileri dolaşarak halkla birlikte namaz kıldı.
Yeni padişahın bu davranışları, halk ve ordu mensupları arasında memnunlukla karşılandı. Ancak Ali Suavi'nin Çırağan baskınıyla Beşinci Murad'ı tekrar tahta çıkarma teşebbüsü, padişahın davranışlarını değiştirecekti.

ALİ SUAVİ PLANLADI
93 Harbi, 3 Mart 1878'de imzalanan Ayastefanos Antlaşması'nın imzalanmasıyla sona erdi. Ancak Rus askerleri de Yeşilköy'de idi. Ayrıca mağlubiyetin bir neticesi olarak Rumeli'den İstanbul'a binlerce muhacir gelmişti. İstanbul'da boş bulunan her yere yerleştirilen muhacirler çok zor şartlar altında yaşıyorlardı.
Osmanlı Devleti zor bir dönemden geçerken İkinci Abdülhamid'i tahttan indirmek için bir teşebbüse geçildi. Darbenin planlayıcısı Ali Suavi'ye göre dertlere çare üretecek kişi Çırağan Sarayı'nda göz hapsinde hayatını sürdüren eski padişah Beşinci Murad'dı. Beşinci Murad'ın annesi Şevkafza Sultan da işin içindeydi.
Ali Suavi, sultanı tahttan indirmek için İstanbul'da zor şartlar altında yaşayan muhacirleri etrafına topladı. Muhacirlerin çoğunluğu Ali Suavi'nin eski görev yeri olan Filipe'dendi. Muhacirlere, Bulgarlar'a karşı direnen Müslümanlara yardım etmek için bir cemiyet kurduğunu söylemişti. Bunun için Çırağan Sarayı önünde toplanılıp, dağıtılan silahlar teslim alınacaktı. Suavi'nin, baskından bir gün önce Basiret Gazetesi'nde kaleme aldığı yazı parolaydı. Yazısında, devletin içinde bulunduğu durumun oldukça kötü olduğundan ancak çaresinin de basit olduğundan bahsedip çareleri yazacağını ve bu yazısının yarına dikkat çekmek olduğunu söylüyordu.
20 Mayıs 1878'de 500 kadar muhacir, Çırağan Sarayı civarındaki Mecidiye Camii önünde toplandı. Bazı muhacirler de Kuzguncuk'tan mavnalara binip, Ali Suavi'yle birlikte Çırağan Sarayı'na yanaşıp rıhtıma çıktı. Mecidiye Camii önündekiler de saraya geldi. Muhafızlarla kısa bir mücadeleden sonra bir kısmı içeri girerken, diğerleri bahçede kaldılar.

Darbeciler, sarayın harem dairesine girip, Beşinci Murad'ı buldular. Ali Suavi, adamlarıyla eski sultanı kolundan tutup "Aman efendim, gel bizi Moskoflardan kurtar" diye bağırdı. Eski padişahın kollarına girip, "Sultan Murad çok yaşa" diye bağırarak merdivenlerden inmeye başladılar. Ancak Beşiktaş Karakol Komiseri Yedi-Sekiz Hasan Paşa durumdan haberdar olmuş ve Çırağan'a gelmişti. Hâl ve hareketlerinden Ali Suavi'nin liderleri olduğunu anlayınca, elindeki sopayı Ali Suavi'nin kafasına vurdu. Ali Suavi darbenin şiddetinden hemen orada öldü. Bunun üzerine Ali Suavi'nin adamları geri çekilmeye başladılar. Hasan Paşa'nın yanındaki askerler de Ali Suavi'nin adamlarına saldırdılar. Çırağan baskınında 23 kişi ölmüş, 15 kişi yaralanmış ve birçok kişi de tutuklanmıştı. Hasan Paşa'nın hızlı müdahalesi darbe teşebbüsünü engellemişti.
Baskın sırasında İkinci Abdülhamid, Yıldız Sarayı'nda Eğinli Said Paşa ve Rusya Sefareti Baştercümanı Mihail Onou ile görüşüyordu. Bu sırada Tüfengcibaşı Tahir Ağa, el işaretiyle Eğinli'yi dışarı çağırmış, Çırağan'da tüfek seslerini geldiğini ve kurşunların Yıldız Sarayı'nın bahçesine kadar ulaştığını söylemişti. Eğinli, bir süre dikkat kesilmiş ancak tüfek sesleri işitmemişti.

Eğinli, padişahla görüşmesinin ardından Mihail Onou ile odasına doğru ilerlerken Hazinedar Behram Ağa, hükümdara halkın Çırağan Sarayı'nı bastığını ve Beşinci Murad'ı tahta çıkaracaklarını söyledi. Bunun üzerine sultan, derhal Harem'e giderek silahlarını kuşandı. İkinci Abdülhamid, Yıldız Sarayı'ndaki adamlarıyla Beşinci Murad'ın üzerine yürümeyi planlamıştı. Ancak sultanın, Yıldız Sarayı'ndaki telaşı Hasan Paşa'nın olayı bastırması haberiyle geçici süre durdu.

SULTANIN HUYU SUYU DEĞİŞTİ
Çırağan baskını, hükümdarın psikolojisinin iyice altüst olmasına ve vehimli hale gelmesine sebep oldu. Alman Elçisi Heinrich Reuss'u Harem'de ağırlayarak çevresine karşı korunmak amacıyla yardım istedi. Sultan, İngiliz Elçisi Henry Layard'dan da destek talep etti. Beşinci Murad'ı Malta Köşkü'ne getirtip, göz hapsine aldırdı. Hükümeti toplayan sultan, bu toplantı sırasında, geleceğinin ve hayatının güvence altına alınması için onlara mühürlü mazbata hazırlattı. Sabaha kadar Mabeyn'de gezindiği günler oldu. Sürekli telaş içerisinde, yanındaki bürokrat ve yaverlerine "Ne var, bir şey mi oldu? Ne varsa anlatınız" gibi cümleler sarf etmeye başladı. Herkesi olayı tertip edenler arasında görmeye başlayıp çevresindekilere ağır sözler söyledi. Sekiz tabur asker getirterek Yıldız Sarayı etrafına yerleştirttiği gibi, sarayın etrafına top konulması için emirler verdi.

Çırağan hadisesi ile ilgili rapor.
Siyasi olarak devletin içinde bulunduğu ağır şartlara, padişahın bu durumunun eklenmesiyle devlet merkezi işlemez hâle geldi. Bu şartlar altında her an yeni bir karar veriliyordu. Ardı ardına sadrazamlar değişti. Sultan, bazı görevlileri Anadolu'ya göndererek İstanbul'dan uzaklaştırdı.
İkinci Abdülhamid, kendisini tahttan indirmek için yapılan bu teşebbüs ve daha sonraki tahttan indirme faaliyetleri sonucu iyice vehimli bir yapıya büründü. Kendinden önceki iki padişahın darbeyle tahtından indirilmesi, suikast ve darbe teşebbüsleri sultanı her şeyden ve herkesten şüphe eder duruma ve Yıldız Sarayı'ndan dışarı çıkmaz bir hale getirmişti.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye'de Yaşayan Zenciler

Müşür Nedir, Ne İşe Yarar?

Hükümetler Tarafından Gerçekleştirilen Tarihin En Büyük Altın Soygunları